05/02/2010 | Yazar: Emre Yeşilbaş

Günlük Yaşamı Gözetim Altında Tutmak: Sansürün Fiziksel ve Psikolojik Şiddete Dönüşümü

Günlük Yaşamı Gözetim Altında Tutmak: Sansürün Fiziksel ve Psikolojik Şiddete Dönüşümü


Türkiye şimdiye kadar şahitlik etmediği boyutta bir demokratikleşme sürecinin içinde son zamanlarda. Ermenistan’la yaşanan son gelişme, Kürt açılımı, Ergenekon davası, bireysel hak ve özgürlüklerin tartışılması (tanınma düzeyine henüz ulaşılmamış olsa da, bu konuların konuşulabilir derecede varlıklarının kabul edilmesi), askerin siyasetten uzaklaştırılması, yargının utanç veren problemlerinin masaya yatırılması, demokrasinin statükocu etkilerden kurtarılıp yeni bir tanıma kavuşturulması çoğu insanın beklemediği, hakkında konuşmaktan çekindiği, otosansüre uğramış konulardır uzak ve yakın tarihimizde. Artık bu konuları konuşan insanların varlığı, bu konuların görmezden gelinemezliği gitgide yerleşen bir kanı. Sonuçları kestirmek şu an için zor olsa da, bu tarz girişimlerin sadece var oluşu bile, bazı şeylerin değişme kapasitesine sahip olduğunu ve değişimin bu topraklarda da mümkün olduğunu müjdeliyor birçok insana. 

Sosyal değişim ve eleştiri basamak basamak gerçekleşen bir proje değildir şüphesiz. Genel çerçevede bir değişimi gerçekleştirmek, planlı hareket etmeyi gerektirse de, bazı sorunlar yüzünden başka sorunların atlanılması, görmezden gelinmese bile yeteri kadar tepkiye maruz kalmaması tüm değişim süreçlerini olumsuzlayacak bir davranış şekline dönüşme tehlikesi taşır. Ancak bunun farkındalığına sahip olmak da şu anki gündem nedeniyle atlanılan konuların ağır sonuçları olacağı gerçeğini değiştirmiyor.
 
Türkiye’nin demokratikleşme süreci sonucunda ortaya çıkan iyimser (ve belki de idealist) tablonun arkasında korkutucu, faşizan, baskıcı ve ötekileştirici bazı politik söylemlerin hala işlediğini görmek mümkün. Son zamanlarda sayısı hızla artan (ancak gitgide daha az tepki gösterilen) bazı haberlerde bu karanlık politik uğraşın giderek büyüdüğünü görmek çok zor değil. Sansür, şüphesiz ki bu ülkede yeni bir konu değil ancak sansürün şu anda ulaştığı boyut, bu boyutun gündelik yaşamda aldığı ‘normalleşmiş’ statü ve tepkisizlik kültürü tüm demokratikleşme süreçlerini sekteye uğratabilme tehlikesini de beraberinde getiriyor. Sanat ve bilime uygulanan sansür, çemberini genişletip hayatın her alanına etki etmeye başlıyor. Internet’e yapılan ve giderek büyüyen sansür tek derdimiz olmasa da büyük bir sorunu işaret ediyor. Bu ülkede, bazıları bize ne okumamız, izlememiz, düşünmemiz gerektiğini kendilerinin belirlemek istediklerini ve hatta bu güce sahip olduklarını belirtiyorlar. Bununla da kalmıyor, bu gücü kullanıp, yaptırımla bizim neyi okuyup, neyi okuyamayacağımızı ve hatta bu sürecin en korkunç sonucu olarak da nasıl bir hayat yaşamamız gerektiğini, ne gibi normlara bağlı bir toplum olmamız icap ettiğini söylüyorlar bize.
 
Sel Yayınevi’nin Cinsel Kitaplar adlı serisinin davalık olması kadar, bilirkişi raporu adı altında, yasaklanma sebepleri olarak geçen söylemler bu bakış açısının kemikleşmiş halinin bunu yapanlar tarafından ne kadar da sorgusuz bir özgüvenle gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. ‘Ailecek okunacak kitap değildir’ diyerek, kendi inandıkları aile kavramı ve düzenin dışındaki insanların varlıklarını yok sayıyorlar ya da reddediyorlar. Şüphesiz ki bu aile kavramı, heteroseksist, maço ve ataerkil düzene bağlı bir tanıma dayanıyor. ‘Lezbiyen ilişki’ ya da ‘ters ilişki’ gibi nedenlerle kitapları yasaklayıp, heteroseksist cinsel ekonominin en büyük korkularını fark etmeden itiraf ediyorlar. Demek ki bu bilirkişi raporu aslında bize şunları söylemeye çalışıyor: Sadece sansürün izin verdiği kitapları okumaya tenezzül eden aile toplumun temel yapıtaşıdır, aile sadece heteroseksüel çiftler arasında ve çocuk üretimiyle gerçekleşir, heteroseksüel normların dışındaki bireyler toplumda söz hakkına, temsile, politik söyleme ya da en basitinden istediği kitabı okumayı seçme lüksüne sahip değildir. Aslında bu bilirkişiler edebiyat gibi kurgusal bir alana müdahale etmekle kalmıyorlar, yatak odasına geçip neler yapıp, yapmamamız gerektiğini de ima ediyorlar. Temelinde sorunlu bir sosyal kavram olan aile’nin, toplumsal hayatı ne şekilde terörize ettiğini ortaya seriyor. 
 
Bu kültürün, bu utanç verici zihinsel barbarlığın sadece yazılı ve görsel kültürde kaldığını düşünmek ve bunu eleştirmek maalesef bir naiflik göstergesi. Yazının başında bahsini ettiğim, sansüre karşı tepkisizliğin tehlikesi şu günlerde kendini açık seçik belli etmekte. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne atanan Hüseyin Çapkın’ın insanlara ‘huzur’ ve ‘selamet’ getirmek için başlattığı vahşi ve insanlık dışı ‘bonus’ uygulaması bu tehlikenin ulaştığı şiddet boyutunun en çarpıcı örneği. Bonus uygulaması, polisin “yakaladığı suçlu ve kestiği ceza başına puan kazanması” gibi faşizan bir mantığa dayanıyor. Bunun sonucu olarak da polis, sosyal yaşamın zaten hep dışına itilen, dövülen, tacize, tecavüze ve şiddetin her türlüsüne maruz kalan, hukuka ve demokrasiye sahip bir ülkede yaşadıklarına dair hiçbir hak iddia edemeyen trans bireylere kesiyor faturayı. Bu baskıcı, faşist tavır, muğlâklığı isminden belli ‘Kabahatler Kanunu’nun 37. maddesi gereğince (“Mal veya hizmet satmak için başkalarını rahatsız etmek”) trans bireylere günlük yaşam alanı bırakmamayı meşru hale getiriyor. Daha çok bonus kazanmak isteyen polis ise, toplumun zaten varlıklarını yadsıdığı trans bireyleri hedef alıp “kadın elbisesi giyen erkekler” diye bir suç üreterek, çağ dışılığın resmi boyutlarını ortaya seriyor. Sansür böylelikle sosyal yaşamın her alanına yavaş yavaş yerleşiyor.
 
Yani bir nevi, polis günlük yaşamı sansürlüyor. Günlük yaşamdaki bireylerin nasıl giyinip, nasıl hareket etmeleri, ne gibi normlara boyun eğmeleri gerektiğini baskıyla, korkutarak emreden ise şüphesiz bu faşist sansür uygulamalarının farklı bir boyutu. Bu vahim tablo, belli bir gruba yönelik sistematik şiddeti meşrulaştırmanın yanında, bireyin günlük hayatta ne boyutlarda gözlem ve kontrol altında olduğunu da ortaya seriyor. Bir yanda demokratikleşme çabaları hepimizi meşgul ederken, diğer yanda sonu görülemeyen bir güç ve sorumluluk orantısızlığı toplumun tam merkezine yerleşmeye başlıyor. Toplumun otorite sahibi kurumları, evleri ve sokakları birer teftiş alanına dönüştürüp, gerektiğinde ceza şekli üretip sosyal yaşamı sansürlüyor. İşte bu baskı kültürü, bu ülkedeki tüm demokratikleşme süreçlerini olumsuzlayacak kapasiteye, günlük hayatı sansürleme gibi totaliter bir bakış açısının her türlü fiziksel ve psikolojik şiddete dönüşme ihtimaline zemin hazırlıyor ve açıkçası karanlık ve korkutucu bir tablo çiziyor. Feyza Hepçilingirler’in eşcinsel sevişmeleri okumaya hazır olmadığını itiraf edip, taassup emareleri göstermesi, toplumun üyelerinin fikirleri ve söylemleri yüzünden yargı despotizmi markajına alınması, gazete ve dergilerin askeriye tarafından tehdit edilerek, militarizmin pençelerinin görünmesi hep aynı sansürleyen, kontrol eden ve cezalandıran söylem’in sonuçları. Eğer Türkiye’de demokratikleşmeden umut edip, değişime sebep olmayı arzuluyorsak, sansür’ün aldığı ve alabileceği psikolojik ve fiziksel şiddetin faşizmine de dur demeye hazır olmamız gerekiyor, bunun için yazılı ve görsel kültürden yola çıkmış olsak da artık sokakları da, günlük hayatın farklı dinamiklerini de işaret etmemiz bir zorunluluğa dönüşüyor.


Etiketler: insan hakları
nefret