06/04/2009 | Yazar: Lale Düşnar

Kaç vakittir bekliyordum Reha Erdem’i; tadı damağımda kalan ‘Beş Vakit’ten sonra.

Kaç vakittir bekliyordum Reha Erdem’i; tadı damağımda kalan ‘Beş Vakit’ten sonra. Artık endişelenmeye başlamışken geliverdi ‘Hayat Var’; yine sıradan insanları, sıradan ama bir o kadar da yaygın acılarıyla. Günlerin bunaltıcı bir tempoda akışı, beklentilerin hiçbir zaman gerekleşmeyişi ve bütün sadeliği ile sunulan gerçeklerle... Tıpkı oyuncular gibi nefes alamadığınızı hissediyorsunuz bu acımasızlık ve haksızlıklar karşısında. Dünyaya lanet okumak geliyor içinizden. E böyle bir ruh hali içinde, bu kadar kahırla en çok Orhan Abi yakışırdı film müziklerine. Hele de Neşe Karaböcek ve Mine Koşan eşliğinde. Gençken söylenir dururdum arabeske. Dünyayı daha iyi algılamaya başladığımda ise utandım kendimden, çünkü Orhan Gencebay bu toprakların sesiydi aslında, teorilerle gerçekliğin üstü örtülü kesişme noktasıydı, saygı duyulası bir yerde. 

İstanbul’da sıradan bir günbatımının harikuladeliği ve martı sesleri eşliğinde dalıyorsunuz Hayat Var’a. Daha ilk karelerde, görselliğin de öne çıkışıyla ağır ve sakin bir şekilde devam edeceğini hissediyorsunuz filmin. Ama bu ağırlığa eklenecek acıya ve sessiz direnişe nasıl katlanacağınız gelmiyor tabii aklınıza. 

13-14 yaşlarında güzeller güzeli bir kız çocuğu Hayat. Çulsuz babası ve astım hastası-yatalak dedesi ile birlikte yaşıyor. Sefalet içindeki derme çatma bir evde, bir derenin denizle buluştuğu noktada. Baba, motorlu kayığıyla balıkçılık yapıyor, yolcu taşıyor. Karanlık işlere de bulaşmış, yabancı gemilere seks işçisi pazarlıyor, uyuşturucu kuryeliği yapıyor. Dede, son derece aksi, küfürbaz biri. Nefes alamadığı halde sigara içebilmek için her türlü yolu deneyen bir numaracı.
 
Hayat’ı babası okula getirip götürüyor. Her gün okul çıkışı iskelede babasını bekliyor, sağda solda zaman öldürüyor, zaten ölüme benzeyen hayatının akışında. Çok sert bir dünyanın içinde Hayat ve yapayalnız. Sıkışıp kalmış, bir köşeye büzülmüş. Annesiz bir evde, ilgisiz bir baba ve bakıma muhtaç bir dede ile çocukluğunu yaşamaya fırsat bulamamak, henüz beceremediği sorumlulukları üstlenmek, o yaşta evi çekip çevirmek zor iş. Babasından ayrıldıktan sonra başka biriyle evlenen annesinin yanına uğruyor ara sıra, ama beklediği ilgiyi–şefkati göremiyor. Orası da nefes alabileceği bir alan değil. Üstelik arkadaşı da yok, konuşan bir oyuncak dışında. Sevgiye boğulan üvey kardeşini kıskanıyor. Bir yandan ilgi çekmek için çocuk kalmak isterken, bir yandan büyümek istiyor. Sancılı bir ergenliğe geçiş sürecinde parmağını emerken ruj sürerek büyüyen bir çocuk-kadın… Saçlarının kesilmesine bile tepki veriyor, büyümesine engel olurmuş gibi. Onu olduğu gibi kabul eden, gerçekten ilgilenen tek kişi ise, İstanbullu olmayan bir çırak. Ölümüne Fenerbahçeli bir delikanlı; içli şarkılar söyleyen, okul yolunda hep Hayat’ı bekleyen… 
 
Taciz ve tecavüz sahnelerini, ilki dışında görmüyoruz. Ama kısacık, vurucu ayrıntılar ve özenle dokunmuş karelerle anlıyoruz durumu. Gözümüze sokulmadan, duygu sömürüsü yapılmadan. İncecik bir kan izi ya da iğrenç bir ıslaklıkla. Hayat, tacizci-tecavüzcü ‘Bakkal Amca’nın parasız verdiği çikolataları yerken lokmalar sanki sizin boğazınıza diziliyor. Film boyunca sıkıntılar içinde kıvranıyorsunuz, rahatsız oluyorsunuz, koltuğunuzda döne döne... Hayat büyümeye ve yaşamın akışına direnmeye çalışırken İstanbul size biraz daha korkutucu geliyor, huzursuzlanıyorsunuz. Ağlayamıyorsunuz bile, kaskatı kesiliyorsunuz, bir yerlerinizi acıtıyor Hayat. Nefes alabildiğiniz tek aralık ise araya giren müzikler. ‘Sevgi bu hayatın neresine dâhil edilebilir ki?’ diye soruyorsunuz kendinize. Herkes gibi sevilmek istiyor Hayat, ama ‘Bakkal Amca’ ya da kim olduğu muğlâk, Hayat’a sürekli tavşanım diyen garip komşu teyzenin ilgisi değil istediği. Okulda da işler iyi gitmiyor. Öğretmeni ve müdüründen en ufak bir anlayış göremiyor. Kendisine kötü davranan çocuklara ise sırf onu sevsinler diye çikolata dağıtıyor.
 
Ürkütücü bir tablo var karşımızda: erkek egemen toplumun yakıcılığı ve bu düzenin kadınları nasıl yok ettiği. Kadın olmanın anlamını damarlarınızda hissediyorsunuz. Travmaların arkası kesilmiyor. Bu vahşi ortamda ne yaşarsa yaşasın masumiyetini asla kaybetmeyen Hayat’ın, pek çok erişkinin altından kalkamayacağı sorunları, çıkış yolu bulamadığı için bir robot tarzında yaşaması da içinizi titretiyor; bütün bu berbatlıklar karşısındaki hayata tutunma cesareti, dayanıklılığı.
 
Bir de hindi var… Film boyunca sadece birkaç cümle sarf eden ve yaşadığı aşağılanmaları kimselerle paylaşamayan Hayat’ın, dünyaya isyan etmek ve acılarını dışa vurmak istediğinde tekmeleyip durduğu hindi. Tüm hıncını, itilmişliği ve sevgi açlığının hırsını alırcasına. Ve panik atakları Hayat’ın; soluğunu kesen sorunlara göğüs germekte zorlandığı anlarda yaşadığı. Bu duyguyu belki de en güzel yansıtan sahnelerden biri; dede-oğul-torun üçlüsünün birlikte nefes almaya çalıştıkları kare.
 
Hayat’ın babası eşcinsel. Aşkından deli divane olmuş eski sevgilisi ise peşinde, her gün evlerinin kapısına dayanıyor. Baba sürekli kaçıyor, saklanıyor. Her seferinde ‘Babam evde yok’ demek de bu dert yumağı çocuğun sorumluluklarından. Hayat’ın bu adama -kendisine cinsel obje olarak bakmayan birine- evlenme teklif edişi ise sürpriz anlardan biri.
 
Hayatın sesleri de filmin başrol oyuncularından aslında: Kırılan camların, martıların, kuşların, uçakların, silahların sesi, ambülans sirenleri, vapur düdükleri, hindinin glu glusu... Hele de oyuncağın çıkardığı ses ve sürekli tekrarlanan mekanik şarkısı. Ama daha da önemlisi, Hayat’ın hiç durmadan kendi kendine mırmırlanması. Mırıltı ile hırıltı karışımı bir şey. Kendine ait bir dil gibi. Ya da Hayat'ın içine kapanma sesi denebilir. Önce garipsiyorsunuz, rahatsız edici geliyor, ama film aktıkça o sesleri çıkarmadan bütün bu olan bitene katlanmanın imkânsız olduğunu hissediyorsunuz. Hayat’ın çıkardığı sesler, filme garip bir hava getiriyor.
 
Sesleri dışında filmin kokusu da var: Balık kokusu! Zorunluluktan sürekli balık pişen bir ev; tavada kızaran balıklar... Filmi izlerken karnınız biraz açsa sorun yok belki, ama tıpkı okul arkadaşlarının Hayat’la yan yana geldiklerinde yüzlerini buruşturmaları gibi siz de bir süre sonra üstünüzün başınızın balık koktuğu hissine kapılıyorsunuz.
 
Film, 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Sinema Yazarları jürisi özel ödülünü almış, 59. Berlin Film Festivali’nde de gösterilmiş. Elit İşcan, Levend Yılmaz, Erdal Beşikçioğlu başrollerde. Senaryo da Reha Erdem’e ait. Yapımcı Ömer Atay, görüntü yönetmeni ise Florent Herry.
 
Elit İşcan’ın sürükleyip götürdüğü filmin sonu yoruma açık; herkes istediği anlamı yükleyebilir. Elbette mutlu bir son değil, ama Hayat’ın umudunu yitirmediğini görüyoruz, hem de yüzünü rüzgâra tutup, ilk defa dolu dolu gülümserken, kendisini koruyup kollayan delikanlı ile yan yana. Alıp başını gitmek gibi, özgürlüğü seçmek gibi. Hiç de emin olmadığı, ne bulacağını bilmediği bir geleceğe doğru. Kim bilir daha ne acılar çekecek Hayat? ‘Bakkal Amca’nın bile ödediği bedel sadece ‘aynasının kırılması’ olduğuna göre! 
 
Hayat Var, son aylarda izlediğim en güzel yerli film. Erdem’in bir sonraki çalışmasını ve bu kez hayata dair hangi tatları sunacağını şimdiden merak ediyorum. Muhtemelen birçok seyirci "Hayat Var"ın ağır akışından sıkılacaktır. Yönetmenin daha önce ne kadar güler yüzlü/keyifli filmler yapabildiğine tanık olmuştuk. İstese hızlı bir kurguyu tercih edebilirdi pekâlâ, ama yapmamış bu kez.
 
Yönetmeni, bu filmiyle Nuri Bilge Ceylan’a benzetenler, onun kadar başarılı olabileceğini söyleyenler var. Bence farklı kulvarlarda ilerleyen iki ustayı kıyaslamak pek anlamlı değil. Erdem’in, birileriyle karşılaştırılmaya ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Aslında filmdeki Fenerbahçelilerden farkım yok, çünkü ben bir Reha Erdem fanıyım!
 
1960'da İstanbul’da doğan yönetmen, Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Tarih Bölümünde okumuş. Sonra Paris'te sinema ve plastik sanatlar eğitimi almış. Hayat Var’dan önce "A Ay" (ilk filmi-1989), "Kaç Para Kaç", "Korkuyorum Anne" (ortak senaryo) ve "Beş Vakit Namaz" adlı filmleri yazıp yöneten Erdem, aynı zamanda reklamcı. Kısa filmleri de var. 


Etiketler: kültür sanat
nefret