03/07/2020 | Yazar: Yasemin Öz

Kaos GL Derneği’nden Avukat Yasemin Öz, kanunda bekçilere verilen yetkileri değerlendirdi: Yasanın verdiği yetki gerçekte insanların evlerini gözetleme yetkisidir.

Hayatımızın bekçileri Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Türkiye’de geçmişte de uygulaması olan bekçilik kurumu, 18 Haziran tarihinde yayımlanan Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanunu ile yeniden uygulamaya girdi. Kanun içeriği itibariyle beraberinde tartışmaları da getirdi.

Kanunda bekçilere verilen yetkilerle ilgili tartışma başlatan konuların başında silah ve zor kullanma, alıkoyma, durdurma ve üst arama yetkisi geliyor. Kanunda bekçilere verilen görev ve yetkilere baktığımızda; George Orwell’ın 1984 kitabındaki mekanizmayı hatırlatan “Büyük Abi Bizi Gözetliyor-Big Brother is Watching Us” şeklinde bir “koruma”, “kollama” ve kontrol düzenlemesi getirildiğini söylemek mümkün. Suç işlenmesinin ve oluşabilecek tehdit ve tehlikelerin önlenmesine karşı getirilen ve bir kısmı “masum” ve “kollayıcı” görüntüdeki bu görev ve yetkilere, toplumsal dizaynın siyasi ve ideolojik olarak nereden konumlandırıldığı açısından bakarsak, en masum görünen görev ve yetkide bile gerçekte bir kontrol mekanizması oluşturulmak istendiği tüm çıplaklığıyla ortada. Kolluk güçlerinin yedek gücü benzeri kurulmaya çalışılan bekçilik mekanizmasının bu konumunun baştan aşılmasının tercih edildiği, kanunun geneline yansımış başka bir durum.

Örneğin kanunla getirilen görev ve yetkiler arasında yer alan “Görev saatleri içerisinde vâkıf oldukları şüpheli durum veya kişileri bağlı bulundukları genel kolluk birimlerine bildirmek, kişilerin can, mal ve ırzına yönelik saldırı ve tehditleri önlemek ve genel kolluk kuvvetleri gelinceye kadar gerekli tedbirleri almak, halkın sükûn ve istirahatini bozanları ve başkalarını rahatsız edenleri engellemek” gibi yetkiler “masum” ve kolluk kuvvetlerine destek oluşturacak yetkiler gibi görünse de, yasaların önceden düşünülemeyecek her duruma cevap vermesi için yasaların içine konulan “şüpheli durum veya kişi” gibi muğlak ifadelerin uygulama haline gelmesi, o durumun veya kişinin şüpheli olup olmadığının analiz ve takdir yetkisi uygulayıcı olan bekçilere kalınca, kişi güvenlik ve özgürlükleri ihlal edilmeden istisnai ve sınırlı olarak nasıl uygulanmalı konusunda mutlaka ek ve açıklayıcı düzenlemelere ihtiyaç var. Zira hukukun temel prensiplerinden biri, yaptırıma tabi tutulmayan her edimin serbest olmasıdır. Ancak kişi eylemlerini yaptırıma bağlayan kanunlarda hangi eylemin yaptırıma bağlı olduğunun bu şekilde muğlak ifadelerle belirsiz kaldığı durumlarda, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle teminat altına alınan temel hak ve özgürlüklerin hukuka aykırı biçimde çiğnenmesine yol açmanın zemini sağlanır.

“Kişilerin can, mal ve ırzına yönelik saldırı ve tehditleri önlemek ve genel kolluk kuvvetleri gelinceye kadar gerekli tedbirleri almak” düzenlemesi ile verilen yetki ile kastedilen “gerekli tedbirlerin” neler olduğunu açıkça düzenleyen bir yönetmelik çıkarılmadığı sürece, bekçilere verilen yetkinin ne olduğu bilinemeyeceğinden ve sınırlanamayacağından, yine uğranabilecek yaptırımın belirsiz kalacağı bir düzenleme ile karşı karşıya kalınacaktır.

“Halkın sükûn ve istirahatini bozanları ve başkalarını rahatsız edenleri engellemek” gibi en “masum” görünen görevde dahi, sükûn ve istirahat bozmak ve rahatsız etmek gibi eylemlerden ne anlaşılacağı yine belirsizliğini koruduğundan, kılık ve kıyafetimize kadar neyin rahatsız edici olacağını kim, nasıl ve hangi kritere göre tayin edecek bilinmediğinden, uygulayıcı konumdaki bekçiye verilen sınırsız bir takdir yetkisine tekabül etmesi çok mümkün olan bu tip düzenlemelerdeki tehlike bertaraf edilmeden uygulamanın neye dönüşeceği büyük bir soru işaretidir.

Düzenlenirken dahi daha açık tehlike arz eden düzenlemelere gelirsek; “Kamu düzenini bozacak mahiyetteki gösteri, yürüyüş ve karışıklıkların önlenmesi amacıyla genel kolluk kuvvetleri gelinceye kadar önleyici tedbirleri almak” düzenlemesi ile bekçilere verilen yetkinin ne olduğunun mutlaka açıkça düzenlenmesi gerekmektedir. Buradaki yetki neyi içermektedir? Örneğin zor kullanma ve alıkoyma yetkisi gibi yetkiler içermekte midir? Temel hak ve özgürlüklerden olan ve sınırlandırılması istisnai ve orantılı olması gereken toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının ihlali, en barışçıl ve şiddetsiz biçimde yapılan 8 Mart, 25 Kasım ve LGBTİ+ Onur Yürüyüşü gibi gösterilerin dahi son yıllarda istikrarlı biçimde ve hukukun vermediği yetkinin kullanılması yoluyla engellenmesi şeklinde tezahür ederken, bir de bu hakkı engellemek konusunda sınırı belirsiz yeni yetkilerle donatılmış bekçilik kurumunun uygulamaya konulması, temel hak ve özgürlüklerin kullanımına dair kaygıyı arttırıcı niteliktedir.

Kadın ve LGBTİ+lar açısından uygulamada en çok sorun teşkil edebilecek düzenlemelerden biri ise; “Görev bölgeleri içinde… fuhuş yapıldığından şüphe edilen yerleri bağlı bulundukları genel kolluk birimlerine bildirmek” düzenlemesidir. Yasada fuhuş diye bir suç olmadığı halde, fuhuşa aracılık ve yer temin etme iddiasıyla ablukaya alınmaya çalışılan ve sırf vermiş oldukları ilanlardan dolayı yasaya aykırı şekilde mahkumiyet alabilen seks işçileri için nasıl bir cendereye döneceği belirsiz bu düzenlemenin, yalnızca seks işçileri açısından değil, bekar veya partneriyle yaşayan kadınlar açısından da ne getireceği uygulamada görünecektir elbet. Yasanın verdiği yetki gerçekte insanların evlerini gözetleme yetkisidir. Örneğin erkek arkadaşını eve davet eden bekar ve hatta evli kadınların ve yanındaki erkeklerin fuhuş iddiasıyla karşılaşmayacağının garantisi nedir? Üstelik fuhuş suç değilken bu yetki neden düzenlenmiştir? Ayrıca fuhuş engellenirken korunan kimdir? Fuhuş yapan mı, müşteri mi, fuhuşa ahlaksızlık gözüyle bakan ama ahlak konusunda hiç iyi sicili olamayan toplum mu? Başka pek çok suç türüne Bekçiler Kanunu’nda yer verilmezken, neden özellikle fuhuş gibi suç olmayan bir fiile yer verilmiştir?

“Hakkında yakalama emri ya da zorla getirme kararı verilmiş olan kişileri tespit etmek, kimlik belgesinin bulunmayan, açıklamada bulunmaktan kaçınan veya gerçeğe aykırı beyanda bulunan ya da sair surette kimliği belirlenemeyen kişi tutularak durumdan derhal genel kolluk görevlilerinin haberdar edilmesi, durdurduğu kişi üzerinde veya aracında silah ya da tehlike oluşturan diğer bir eşyanın bulunduğu hususunda yeterli şüphenin varlığı hâlinde, kendisine veya başkalarına zarar verilmesini önlemek amacına yönelik el ile dıştan kontrol dâhil gerekli tedbirlerin alınması, haklarında tutuklama veya yakalama kararı çıkarılmış kimseleri gördükleri takdirde yakalamak ve bağlı bulunduğu genel kolluk kuvvetlerine teslim etmek” gibi görevlerle donatılan bekçilere kimlik sorma, kişiyi alıkoyma, üst arama ve yakalama gibi yetkilerin dahi tevdi edildiği açıktır. Demokratik bir hukuk devletinde ancak suçüstü hallerinde verilebilecek bu yetkilerin bu şekilde henüz suça dair kanıt dahi olmayan durumlarda bile uygulanabilir hale gelmesi, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerin kanunla açık ihlalidir.

Bunlarla da yetinilmemiş, bekçilere “Polis Vazife ve Salâhiyet Kanununun 16. maddesinde belirtilen zor ve silah kullanma yetkisi” verildiği gibi, “Mevzuatla genel kolluk kuvvetlerine tevdi edilen görevlerde genel kolluk kuvvetlerine yardımcı olurlar” gibi çok geniş bir tanım içerisinde, genel kolluk kuvvetlerine yardımcı olma adı altında aslında kolluğun tüm görev ve yetkilerini kullanma durumuna da getirilmişlerdir.

Başta da belirttiğim gibi, demokratik hukuk devletlerinde asıl olan kişilerin temel hak ve özgürlüklerini sınırlandırılmadan kullanmalarıdır. Yine, suç, ceza ve yaptırım yalnızca kanunla getirilebilir ancak kanunlar Anayasa ve uluslararası sözleşmelere aykırı olamaz. Yani kanun koyma yetkiniz olması dahi, istediğiniz her kanunu yapabileceğiniz anlamına gelmez. Eğer sırf kanun koyucu yetkisiyle ve kanun çıkarmak için TBMM’de yeterli sayıya ulaştınız diye Anayasa ve uluslararası sözleşmelere aykırı biçimde kanun yapıyorsanız, bu tip kanunların Anayasa Mahkemesince iptali gündeme gelmelidir ve Bekçiler Kanunu’ndaki bir kısım düzenlemeler de bu açıdan değerlendirilmesi gereken düzenlemelerdir. Zira, “Kanunsuz ceza olmaz” ilkesinin anlamı, kişilerin hangi eylemlerinden dolayı yaptırıma tabi olacaklarının kanunda açıkça düzenlenmesi, kanunda yaptırıma tabi tutulmayan eylemlerin serbest olmasıdır. Başka bir anlatımla, suç, ceza ve yaptırım açık olmalıdır ki vatandaşlar kendi hareket alanlarının nerede bittiğini ve devletin müdahale yetkisinin nerede başladığını bilsinler ve eylemlerini buna göre düzenleyebilsinler. Yoksa hangi eyleminize müdahale edileceğini önceden bilmediğiniz bir yaşam düzeni, vatandaşları baştan hareketsiz, kaygılı ve belirsiz bir ortama mahkum eder, kendilerini var ve ifade etme alanlarını ellerinden alır. Murathan Mungan’ın tabiriyle; “Yazgımızı başkalarının ıstakalarının insafına bırakmış oluruz”[1]. Oysa her canlının kendini var ve ifade etme hakkı devletler üstü uzlaşılmış az sayıda düzenlemeden biridir. Hangi eylemlerin devlet görevlilerine müdahale yetkisi verdiği belirsiz kanuni düzenlemeler, hem Anayasa ve uluslararası sözleşmelerin ihlali anlamına gelir hem de hukuk terminolojisinde “polis devleti” olarak adlandırılan otoriter devletin oluşumuna neden olur.

Hukuk genellikle adaleti tesis eden objektif bir aygıt değil, toplumu şekillendirmeye yönelik yaklaşımları yansıtan ideolojik bir aygıttır. Siyasal rejim ve hükümetler toplumu ne şekilde şekillendirmeyi tercih ediyorsa, çıkarılan kanunlar da buna göre belirlenir. Bu nedenle bazı devletlerin sosyalist, bazı devletlerin demokratik, bazı devletlerin otoriter bir rejim biçimi seçmesinden başlayarak, bu temel yapının altında düzenlenen her bir yasal düzenleme kaynağını bir ideolojik seçimden alır. Özel mülkiyeti ve serbest piyasayı tercih eden rejimler olduğu gibi, yasaklayan rejimler de vardır. LGBTİ+lara eşit haklar düzenleyen devletler olduğu gibi, idama varan yaptırımlara tabi tutan devletler olması gibi. Yasal düzenlemelerin her biri yaşamın nasıl olması gerektiğine dair bir bakıştan beslenir. Bazı devletler dini kurallara, bazı devletler laik sisteme göre yönetilir, ki laikliğin de her devlette uygulaması farklılık arz edebilmektedir. Bu nedenle, özellikle 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım ve tahribatın bir daha yaşanmaması ve ticaretin ve serbest dolaşımın gelişmesi için kurulan Birleşmiş Milletler, NATO, AGİT, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi gibi devletler üstü mekanizma ve kurumlar, başta yaşam hakkı ve kişi özgürlüğü ve güvenliği olmak üzere temel hak ve özgürlükler konusunda devletlerin asgari müşterekte birleşebilecekleri uluslararası hukuk yaratmaya çalışsalar da, insanlığın temel hak ve özgürlükler konusunda buluşabildiği ve uzlaşabildiği uluslararası sözleşmeler, taraf devletler açısından dahi, asgari dahi denemeyecek bir müşterekte kalmaktadır.

Meseleye ideolojik açıdan bakılacak olursa, vatandaşlar tarafından devlete verilen örneğin silah ve zor kullanma[2], üst arama[3], alıkoyma[4], durdurma yetkisi gibi ancak suçüstü halinde uygulanması gereken ve bekçilerle ilgili düzenlemeden önce dahi devletler ve kolluk güçleri tarafından uygulanması felsefi ve hukuki anlamda tartışmalı olan yetkiler, yalnızca can ve mal güvenliğinin temini için verilebilecek yetkilerdir. Devletin bu amaç dışında bir amaçla bu yetkileri kullanmaya başlaması, devleti vatandaşın devleti halinden çıkarıp, vatandaşı devletin vatandaşı, yani teba haline getirir. Devlet keyfi uygulamalarını ve yetkisini genişletirken, vatandaşın hareket alanı daralır. Bu daralma vatandaşa ister güvenlik ister sair bir nedenle izah edilmeye ve gerekçelendirilmeye çalışılsın, ideolojik açıdan sorulabilecek soruları ortadan kaldırmamaktadır. Bir insanın dünya gezegeninde silaha, savaşa, suça ve bunların engellenmesi veya gerçekleştirilmesi için devletlerce alınan tedbirlere ihtiyacı nereden doğmaktadır? Savaşın, şiddetin, suçun, sınırların, eşitsizliğin, sömürünün insanlıkça benimsenmeyen değerler olarak tahayyül edilebildiği ve kültürel olarak benimsenmemeleri nedeniyle yaptırıma ihtiyaç kalmadan uygulanmadığı bir dünya kurmak hiç mi mümkün değildir? İnsanın egosu, bencilliği ve rekabet duygusu sahiden hiçbir zaman aşılamayacak durumlar mıdır? Vatandaşa karşı yetkilerle donatılmış devlet tipi yapılanma gerçekten insanlık için tek ve sonsuza dek mutlak alternatif midir? Adımıza karar alma yetkisinin güvenle devredilebileceği bir sistem insanlık tarihi boyunca yaratılamamışken, yeni ve şiddetsiz, anti-otoriter, anti-hiyararşik, yerel ve otonom yaşam biçimlerine dair çözüm arayışları için hali hazırda dahi fazlasıyla geç kalmış değil miyiz? Ulusal ve uluslararası hukuk sisteminde asıl bakmamız gereken yer, içindeki detaylardan çok, bütüncül olarak yapısal durumu değil midir? Her bir detaya bu analizle baktığımızda, temel hak ve özgürlüklerin ve eşitliğin asgariden azamiye genişlemesi için küresel ve bütüncül siyasete ihtiyaç daha da açık görünmektedir. Aslında Bekçiler Kanunu ile ortaya çıkan tartışmalar ciddi bir ironiyi teşhir etmektedir. Hayatımızın beyaz, eril, işgalci, tecavüzcü, militarist, muhafazakar, kapitalist, milliyetçi, cinsiyetçi, homofobik ve transfobik bekçileri yalnızca kendilerini kağıda dökmektedirler, zaten hayatımızdaki ezeli varlıklarını teyit etmekten başka bir şey yapmadan. Değişen kendi kendilerine tanıdıkları meşruiyeti güçlendirmek ve yasalaştırmaktan başka bir şey değildir. O yüzden yasaları değiştirmek için düşünme ve davranış biçimleri beraberinde siyasetin değişmesi önemli bir gündem ve araçtır.


Etiketler: insan hakları
nefret