12/01/2009 | Yazar: Can Yaman

Bu senenin bana uğurlu tarafının yedi rakamıyla ilgili olacağı söylenmişti. Kısmen gerçekleşti. Ama acı bir tecrübeyle. Bir şans değil, bir felaket alameti olarak.

Bu senenin bana uğurlu tarafının yedi rakamıyla ilgili olacağı söylenmişti. Kısmen gerçekleşti. Ama acı bir tecrübeyle. Bir şans değil, bir felaket alameti olarak. 2009’a girdiğimiz anlarda Ankara, ölüme yatan yedi gence uyandı. Tüm kötü haberler gibi, onun da gelişi ani ve acıydı. Bu acıya ortak olan çoğu kişi, gözyaşlarını tutamadı.

Onlar gey veya lezbiyen değildi. En azından eşcinsel olmadıkları düşünülüyordu. Zaten bu da önemli değildi. Eğlenmek için bir araya gelen birçok yaşıtımız gibi birliktelerdi. Bir yıla girmenin hızını, sonsuza açmanın deneyimi içerisindeydiler. Geri sayım heyecanını bir düşe dönüştürdüler. Ve o düşten hiç uyanamadılar. Belki şimdi en ‘hakikati’, sonsuzluğu yaşıyorlar. Ama benim bu yazıyı yazmama neden, onların hazin vedası olmadı. Ölümlerinden sonra bir görevlinin, onlar hakkında verdiği beyanattı.

Özrü kabahatinden büyük çoğu ‘büyüğümüz’ gibi, o da gayrı ahlakı arkasına alarak sorumsuzluğundan sıyrılabileceğini düşündü. Fakat bu zokayı kimse yutmadı. İstifa etmek zorunda kaldı. Ölü bedenlerin çıplak oluşuna dair iddiası ‘bile’, kendisini aklayamadı. Pişkince verilen yanıt, ne biçim bir ülkede yaşadığımızı bize bir kez daha hatırlattı. Bir sorumsuzluk yüzünden ölenler, ahlaki bir zırvalıkla yargılandı. O zaman eşcinsel mücadelenin ne kadar önemli olduğunu tekrar anladım. Çünkü hareket alanımız sadece hak mücadelesi değil, bir ahlak mücadelesiydi aynı zamanda. O ahlak mücadelesi ki bizi geçen sene ahlaksızlıkla itham etmişti. Neyse ki mücadelemiz başarıya ulaşmıştı. Ahlaksız sayıldığımız bir karara vicdanlar karar kılmıştı. Ve yine bir Kaos GL ezberiyle bütünleşilmişti: ‘Eşcinsellerin kurtuluşu, heteroseksüelleri de özgürleştirecektir!’

Bu şiarla çıkılan yol, biz eşcinsellerin yalnız olmadığını, sözde ahlak misyonerliğine soyunanlara karşı birlikte mücadele etmemiz gerektiğini tekrar gündeme getirdi. Bu acı deneyimin böyle bir gerçeği ortaya çıkarması, bedeli ne olursa olsun önemliydi. Ölenlerin yarı veya çırılçıplak oluşuysa tamamen önemsiz ve gereksizdi. Biz, çıplak veya boydan sarılı olsun, tüm bedenlere sahip çıkılmasını istiyoruz. Heteroseksüel Güldünya’ya, travesti Hülya’ya, üniversiteli gençlere leke sürülmemesini istiyoruz. Biz, ölen arkadaşlarımızın bedenlerini seviyoruz.

Aklımdan buna benzer birçok şey geçerken hafızama bir arkadaş takıldı. Daha 16’sındaydı. Lambda’nın eski ofisine sadece iki kez uğramıştı. Bir kez de bir eyleme katılmıştı. Onu daha sonra görmemiştim. Diğer bazı arkadaşlarımız gibi sonra uğrar demiştim. Günler geçti. Ve bir haber geldi. Ölmüştü. Ya da öldürülmüş. Bunu haber veren arkadaş, mimiksiz vermişti mesajı. Çaresizliğin gündemi, olağan hale gelmişti. Çoğu erken vefat gibi, bu arkadaşımızınki de üzücüydü. Ne Ankara’da vefat edenler ne Tarlabaşı’nda ölü bulunanlar bir ahlak filtresinden geçmeyi hak etmiyordu. Onlar, bu süzgeçten geçirilmeyecek kadar saf ve temizdi. Tertemizdi. Onları kirletense ikiyüzlü değerlerimizdi. Her ölüm erken, her beden güzeldi. Ama onlar da diğer kurbanlar gibi daha çocuktu. Küçücük. Mini minnacıktı. Bir kafese sığmayacak büyük gönülleri vardı. Onlar artık bir melekti.

Etiketler: yaşam, siyaset
nefret