10/12/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

Konuşacağımız başlık, çok rahatsız edici ve çok hassas bir konu. Neden rahatsız edici?

Konuşacağımız başlık, çok rahatsız edici ve çok hassas bir konu. Neden rahatsız edici? Bu konuyu anlamaya en açık insanlar, hatta bu konunun göbeğinin içinde yaşayan ve bu konunun özneleri olanlar için dahi rahatsız edici bir konu. Rahatsız edici olmasının nedeni ise, bu konunun gündeme gelmesinin dahi bozgunculukla eşdeğer tutulabilir olması. Yaşadığımız bu topraklarda, bütün hayatımızı inşa ettiğimiz, selamlaştığımız, itiştiğimiz, kakıştığımız, düşman ve dost olduğumuz bütün ilişkiler bütününün çimentosundan ve ideolojik örüntüden bahsetmemiz gerekiyor öncelikle. Ve bu çimento da ideolojik bir şey…
 
Hepimiz -birer birer ve toplu olarak- cinsellikten tiksiniyoruz. Öncelikle bu kararı kabul ederek sohbete başlamamız gerektiği kanısındayım. Cinsellikle ilgili çok ciddi bir problemimiz var ve cinselliğin herhangi bir şekilde bir kimlik olarak bize dayatılmasından hoşnut değiliz. Cinselliğin geçiştirilmesi, mümkünse bastırılması ve hatta mümkünse hiç yaşanmaması, aslında bizim tercihimiz olurdu diye bir inancım var. 
 
Selma Aliye Kavaf diye bir devlet bakanımız var -biliyorsunuzdur herhalde. Kendisi, Denizli’nin çıkardığı ilk kadın milletvekili olduğu için, fevkalade çıkışlarla AKP tarafından Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı yapıldı. Tabi şöyle de bir gelenek vardır: Türkiye Cumhuriyeti’nde böyle bir bakanlık açılalı beri, buranın bakanı olabilmek için, kadın olmak gerekir. Çünkü bu bir vitrin.
Bir kadının, kadın ve aileden ille de sorumlu olan bakan seçilmesinin arkasında gene ideolojik bir şey sırıtıyor. Çok kirli bir ideolojik sırıtma var: “Yuvayı yapan dişi kuştur.” ve “Ailenin sıvası kadındır.” üstüne kurulu bir anlayış.
 
Selma Aliye Kavaf hanımefendi, Türkiye’deki kimi dizilerin “ahlaka ve Türk aile yapısına aykırı” olduğunu iddia ederek, onlara karşı bir sansürcülük savaşı başlattı geçenlerde. Şifreli yayına geçilmesi için çalışmalar yapacağını söyledi. İtiraz ettiği görüntüler ise, sevişme ve öpüşme sahneleri… Bunlar, Selma Aliye Hanım’ı -kendi tabiri ile- irrite ediyormuş. Şunu gözden kaçırmak mümkün değil: Cinsellik deyince kirliliği; kirli deyince de kadını anlıyoruz. Bence hepimizin sorunu -kadınları da buna tabii ki dâhil ediyorum- kadınlardan hoşlanmıyor oluşumuz. En uygar olmuş ve kendini en demokratik olarak tanımlayan insanlar, -en hafif tabiriyle- kadınlardan hoşlanmıyor. Kadından tiksinmeye ve kadını yok edip parçalamaya yönelik bir hayat dili kurmaya kadar gidiyor bu yelpaze… Kadından hoşlanmıyoruz; cinsellik deyince görmek istemediğimiz şey, Selma Aliye Hanım’ın görmek istemediği şey ile aynı. Bir kadınla bir adamın öpüşmesi ya da bir kadının “açık saçık” görünmesi onu çok rahatsız ediyor.
Öte yandan, “erkek cinselliği” diyebileceğimiz şey veya erkek cinselliğinin taşınma biçimleri; erkek olmanın Türkiye’de insanlara sunulan ve dayatılan varoluş ve duruş biçimleri ve imkânları, son derece meşru… Mesela Recep İvedik filmini, televizyonlar defalarca gösterebiliyor; orada bütün çeşitli salgılarıyla, saldırganlığıyla ve zorbalığıyla sergilenen ve çok abartılı bir biçimde gözümüze sokulan erkek cinselliği, bütün o kaba saba şakalarıyla Selma Aliye Hanım’ı rahatsız etmiyor. Hiç kimseyi rahatsız etmez; en fazla “Bana göre değil.” der ve geçeriz. Ancak kadın düşmanlığımız, bu toplumun intihal toplumu olmasını getiren şeydir; ben hayati derdimizin, kadın düşmanlığı olduğuna inanıyorum. 
 
Burada, aynı çatlaktan sızıntı yapan insanlar olduğumuzu düşünüyorum. Böyle bir konuda düşünmek, konuşmak ve dinlemek için bir araya toplanmış; dolayısıyla çatlakları belirli ve aynı yerden sızıntı yapan insanlar olduğumuza inanıyorum. Öncelikle de becerdiğimiz şeyin -en azından bir hücre gibi, becermemiz gereken şeyin- içten ve dürüst olmak olduğunu düşünüyorum. Çeşitli alanlarda hak, kimlik ve çeşitli inançların mücadelesini veren; kimi çok demokrat olan, kimi sosyalizm için savaşan erkeklerin de, evlerine gittiklerinde karılarını dövdüklerini biliyoruz. En iyi ihtimalle karılarına hakaret ettiklerini, ayaklarını yıkattıklarını, hizmete koştuklarını ve onları en azından küçümsediklerini…
 
Dolayısıyla ben siyasetle, siyasi olmakla, doğru düşünmekle veya örgütlü olmakla üstesinden gelinemeyecek bir dertten bahsediyorum, “kadın düşmanlığı” derken. Kadını, sürekli sinsi bir öteki ve her zaman bir sorun yaratabilecek; korunması, ıslah edilmesi ve denetim altında tutulması gereken canlılar olarak görüyoruz. Bu yüzden de dilimiz böyle oluyor. Yeni bir dünya üstüne düşündüğümüz hayaller, son derece kısıtlı ve güdük kalıyor. Sonuç olarak da, bu dünyada bizim kaderimizi belirlemek AKP hükümetiyle CHP muhalefetine kalıyor. Çok ve iyi şeyler düşündüğümüzü söylüyoruz ama bunların kendi hayatımızda karşılıklarını kuramıyoruz. Uzun bir girizgâh oldu ancak bu toplumda çok çabuk kabul gören ve meşru olan kadın düşmanlığından bahsetmeden, homofobiye geçmeyi çok mantıklı bulmadım. Çünkü homofobi, kadın düşmanlığının küçük kardeşi ve ikisi birbirinden beslenen ve güç alan iki nefret suçu: Misojeni ve homofobi.
 
Peki, nedir bu homofobi? Homofobi, öncelikle bütün dünyayı, heteroseksüel yapılanma dışında herhangi bir biçimde görmeye tahammülün olmaması demek… Selma Aliye Hanım’ın -bugün kendisini çok andık; kulakları çınlıyordur- “Türk aile yapısı” dediği şeyin inançlı bir savunucusu olmak demek çünkü bakanın dediğinden şu anlaşılıyor: Türk aile yapısı diye çok özel bir durum var. Yıllar boyunca bütün anti-komünist söylemin üstüne kurulu olan şey…  Eşcinsellik de, “toplumumuz hazır değil grubu”na atılmış bir şeydir.
 
Geçen sene Avrupa Konseyi’ndeki bir toplantıda, gene aynı bakan hanım, AB’nin koşullarının değişik aile yapılanmaları ve farklı aile örgütlenmeleri ile ilgili maddesine itiraz etti. “Türkiye’de biz eşcinsellerin çocuk sahibi olmalarına da, evlenmelerine de izin vermeyiz.” dedi. Bunun üzerine, Avrupa Konseyi’nin  “farklı ülkelerde koşullar değişebilir” falan gibi muğlâk bir yorum koymasına neden oldu. Zafer kazandı bu konuda; bir kez daha eşcinsellik konusu, sınır dışı edilmiş oldu çünkü biliyorsunuz eşcinsellik, üstünde en çok, en yoğun, en kalabalık ve en zengin mitolojiler üretilmiş alandır. Basbayağı Yunan Mitolojisi’nden çok daha katmanlı ve zengindir eşcinsellik üzerine üretilmiş mitolojiler… Bu mitolojilerin olumlu gibi olanları vardır, fevkalade dışlayıcısı vardır ama hepsi mitolojidir… Eşcinsellerin sanata yatkın olması da bir mitolojidir. Eşcinsellerin 24 saat cinsellik ve seks düşündükleri de… Yalancı oldukları da… Çalışkan oldukları da… Üretilmiş mitolojiler var, bizi kıskacı altında tutan. Tabii bu mitolojileri, kadın-erkek konusunda da görmek mümkün.
 
Erkeklik ve delikanlılık mitolojisi çok derin alanlardır. Eşcinsellik mitolojisi de, bu topraklarda tam da bu delikanlılık mitolojisinin karşısına oturtulmuştur. Eski Türk Sineması’na düşkün ya da yaşı 70’in üzerinde olanlar çok iyi hatırlar: Türk filmlerinde şarkıcı kadının çantasını taşıyan -efendime söyleyeyim- gülünç, son derece kahkaha toplamaya yönelik, yalancı ve sahtekâr bir takım eşcinsel karikatürler vardır. İngilizler’le verdiği mücadelesini anlatmak için kullandığı bir lafı vardır Gandhi’nin: “Önce bizi görmezden gelirler, daha sonra bizle alay ederler ve sonra da kavga etmeye başlarlar.” Gandhi’nin emperyalistlerle mücadelesi sırasında özetlediği şeyi, eşcinsellerin durumuna uyarlamak mümkündür.
 
Bu toplumun şu an gelmiş olduğu nokta kavga aşamasıdır çünkü zaten uzun süre görmezden gelindi. Zeki Müren’in bile bilmem kaç kadınla nişanlılık yaşadığı, ince ruhlu bir heteroseksüel olarak resmi tarihlere geçti. Herkesin “Paşa”sı olarak 12 Eylül’de ettiği bir laf vardır: “Halk size niçin “paşa” diyor?” sorusuna, “Çünkü paşalara ibne diyemiyorlar.” yanıtını verir. Zeki Müren’i bile kabul etmeyen bir toplumdan bahsediyoruz… Çok uzun süre eşcinseller görmezden gelindi; tamamıyla yer altı hayatlarına yönlendirildiler ve daha sonra basının çok salyalı bir merakına şahit olduk çünkü -nefretle dışlanan ve tabu edilen her konu gibi- insanların magazin merakını çok kışkırtan bir konu oldu eşcinsellik. Bir takım siyasetçilerin ve en son bakanın da söylediği gibi, biz bu toplumda eşcinselliğin olmadığına inandık çünkü eşcinsellik, Batı’dan gelen kötü bir alışkanlık, burjuvazinin yozlaşmışlığı ve sol çevrelerce sonradan üstünde düşünülecek, onları şu an hiç ilgilendirmeyen bir konuydu. Bu arada on binlerce insan, yalnızlığa ve ıstıraba mahkûm edilmiş ve yok sayılmıştı.
 
Dediğim gibi 12 Eylül’den sonra siyasetin tamamıyla yasaklanmasının ardından, feminizmin yükselme imkânı bulmasıyla birlikte eşcinsellerin de yavaş yavaş görünürlük edindiklerini görüyoruz. Hâlbuki o zamana kadar da çok görünürdüler ancak adları konmamıştı. Daha sonra adları kondu fakat -daha çok bir güldürü objesi olarak görüldükleri için- ciddiye alınmadan gittiler. Fakat Kaos GL’nin 15 sene önce başlattığı şey, inanılmaz devrimci bir adımdı. Bu adım, ne görünmez kalmayı, ne de alay nesnesi olmayı kabul eden bir yaklaşımdı. Son derece politik bir dili vardı; cinsel kimlik odaklı siyasetin bir takım tuzaklarına arada bir düşse de, bu tuzakları sorgulayan bir siyasete de sahipti. Şimdilere kadar geldi ve çok yol kat etti. Davalarda çok önemli kazanımlar edindi ve şimdi artık Diyarbakır’da bu konuyu konuşabilir hale geldik. “Bu programın başlığı ne olsun?” denilince, “Herkesin Ötekisi” demek geldi içimden çünkü şunu çok iyi biliyorum ki, hiçbirimiz -buradaki eşcinseller de dâhil olmak- eşcinsellerden hoşlanmıyoruz. Kadınlardan hoşlanmayı, kadınları içimize sindirmeyi, hayatımızda yaşatmayı ve örgütlenmelerini nasıl ki reddediyorsak, eşcinsellerin de varlığından çok büyük bir huzursuzluk duyuyoruz. Çünkü bütün bildiğimiz ezberleri sorgulamak zorunda kalacağımız bir noktadır eşcinsellik.
 
Bugün eşcinsellik, bir komik unsur olarak ötekileştirilmekten öteye geçmiş ve suçlulaştırılmıştır. Şimdiki aşama, eşcinselliğin tehlikeli bir akım olarak bir takım kurumları ve ideolojik yapılanmaları tehdit etme noktasına geldiği iddiasıdır çünkü adını koyduğun anda, toplum düzenine ve kurulu aile yapısına tehdit oluyor. “Hoşlanmıyoruz” derken şunu demek istiyorum: Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra geliyor. Demokrat olmanın bir nişanesi olarak, artık kimi sol örgütler, eşcinselliği ve transgender bireylerin varlığını kabul ediyor ve böylelikle demokrat olmayı garanti altına alıyor. Ben çok demokrat adamım, bir tane eşcinsel arkadaşım var gibi… Şık da bir şey…
 
Ne kadar zengin, ne kadar demokrat, ne kadar azınlık bir adamsın ki bir eşcinselle de arkadaş olabiliyorsun. Ne kadar eşitlikçisin. Fakat gerçekten görmeye ve anlamaya çalışıyor muyuz? Eşcinseller, kendilerini hazmetme ve kendileri olma konusunda ne kadar yol kat etmiş ki, eşitlikçi ve ayrımcılığın her çeşidine karşı olan demokratlar, solcular, anarşistler ya da Marksistler nereye kadar hazmetmeye hazırlar? Meşhur devlet deyişiyle, kırmızıçizgiyi nereden çekiyorlar? Bunu sorguluyor muyuz,  bilemiyorum.
 
Ancak şunu biliyorum ki sol düşünceden gelen insanlar olarak, bir takım hiyerarşilere ve öncelikler sıralamasına çok yatkınız. “Millet açlıktan ölürken, hayvan haklarını düşünmek de ne?” dediğimiz anda çok tehlikeli bir laf etmiş oluyoruz ancak bu tür bir laf etmeden de kendimizi ifade edemeyiz. Bu hiyerarşik düşünme ve öncelikler sıralaması da, aslında çok erkek egemen ve iktidarcı bir söylem. Burada hepimiz Kürt olmanın ve bir Kürt olarak büyük şehirlerin bir tanesinde var olmanın bize yaşatacağı ve yaşattığı gerilimleri tanıyoruz. Kürt olmanın nasıl gerilimli bir varoluş olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki, herkesin ötekisi olmak -hem Kürt, hem eşcinsel- nasıl bir şey olurdu acaba? Ya da Kürt ellerinde yaşayan bir eşcinsel olmak nasıl olurdu? Acaba Türk eşcinsellerin sorunlarına bakıp “Ya bunlarınki de şımarıklık…” dediğimiz olmuş mudur? Mutlaka olmuştur. Sonuç olarak, öncelikler hiyerarşisi de ötekileştirme de birbirinin kuyruğunu oluşturan şeyler. Çark içinde nefret ve ölüm üreten; kapitalizmin sarı-kara suratı gibi bir şey bu… Elimizden, insani bütün iletişim noktalarımızın ve insanlara dokunacağımız her şeyimizin bizden alınmasından bahsediyorum. Türk Kürt’ü eziyor, Kürt Süryani’yi, Süryani karısını, karısı çocuğunu, çocuk köpeğini, köpek de kediyi… Korkunç bir zulüm çarkı oluşuyor burada.
 
Acaba zulüm menzilindeki insanlar olarak, diğer zulüm çekenler karşısında kendimizi nasıl konumlandırıyoruz? Dikkat gösteriyor muyuz? “Bu insanlara dokunmayalım; insandır ne de olsa…” gibi bir aşağılayıcı ve hoşgörü tabirlerine sığınan bir budalalıktan bahsetmiyorum. İnsanın sonsuz çeşitli ve sonsuz tercihli olma hakkına inanıyor muyuz? Bunu hazmetmiş miyiz? Hem eşcinselliğin, hem de homofobinin çok çeşidi var. Hülya Avşar, kendisini eşcinsel haklarının savunucusu olmak ile itham ediyor, ama konuşmaları korkunç bir homofobi örneği. Sirk hayvanı çıkarır gibi bir takım insanları programına çıkarıp, “Ay ben sizi çok seviyorum.” demenin insanlıkla -veya benim bahsettiklerimle- bir alakası yok.
 
Diyarbakır Hevjin LGBTT Oluşumu ile Kaos GL Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği, Diyarbakır Sanat Merkezi’nin ev sahipliğini yaptığı Yıldırım Türker söyleşisini Seçin Varol deşifre etti.



Etiketler: insan hakları
nefret