01/12/2023 | Yazar: Kerem Selçuk

Film, binlerce ölümün gerçekleştiği süreci anlatırken ne bu acı dönemi yadsıyor ne de verilen mücadeleyi romantize ediyor. Filmin yaptığı, iktidarların adaletsizliği görünmez ve meşru kıldığı dönemlerde olası politik mücadele biçimlerini ortaya koymak.

How to Survive a Plague* filmi üzerine bir inceleme Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

“Kim insan sayılır? Kimin yaşamı yaşam sayılır?

Bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?”[1]

1980’lerin başında Amerika’da patlak veren AIDS krizi, yetkililerin yaşanan kayıpları kindarlıkla ve tasasızlıkla karşılamaları üzerine sessizlikle malul olmuş, hızlı bir biçimde yayılmış ve kontrolsüzce can kaybına sebebiyet vermiştir. Gücü elinde bulunduranlar, ötekilerin ölümünde geri plandaki hikayeleri yok ederek “kepaze” eşcinselleri deyim yerindeyse bir “gerçek dışılık” alanına hapsetmiş ve kriz uzunca bir süre ötekine müstahak olan “makbul” olanı ilgilendirmeyen bir kayıtsızlık bağlamında yok sayılmıştır. Silence = Death (Sessizlik = Ölüm) sloganıyla yola çıkan aktivist topluluk ACT UP, ölüme terk edilmiş hayatlarına sahip çıkarak yaşamları için uzunca bir süre savaş vermiş, yaratılan kayıtsızlık atmosferinde seslerini duyurmuş ve yıllar süren mücadelelerinin sonunda hayatta kalan üyeleri virüsü baskılayan ilacı elde etmiştir. 

How to Survive a Plague (Vebada Nasıl Hayatta Kalınır) filmi, başlarda yetkililerce krizin nasıl yok sayıldığını, insandışılaştırılmış kuir bir topluluğun seslerini nasıl duyurduğunu ve en temel haklardan biri olan sağlık hakkı için verdikleri çetrefilli mücadeleyi anlatıyor. Öyle ki, gündelik hayatlarında bambaşka işler yapan bu aktivistler verdikleri mücadelede birer bilim insanına dönüşüyor ve filmde de gördüğümüz üzere dönemin yetkililerinden bir tanesi “Bizden çok daha fazla şey biliyorlar” diyerek krizin varlığını ve verilen mücadelenin meşruiyetini kabullenmek zorunda kalıyor. Film toplamda 700 saatlik arşiv materyallerinden süzülerek bizlere sunuluyor. Filmdeki arşiv kayıtlarından, dönemin aktivistlerinin aralarında yaptıkları toplantılarını, birbirinden yaratıcı eylemlerini, televizyon kanallarına verdikleri cesur röportajlarını ve dönemin yetkililerinin parlamentoda ve haber kanallarında yaptıkları kayıtsızlık, kindarlık ve en sonunda zoraki kabullenme içeren açıklamalarını görüyoruz. Film, yası bile tutulamayanların kendi yaşamlarına ve dahası ölümlerine sahip çıkma mücadelesini seyirciyle paylaşıyor. 

Kamu Antropolojisi bizleri temel sosyal meseleler üzerine kafa yormaya ve bir nevi aktivist bir konum almaya çağırır. Eşitlikçi toplum tahayyüllünde öznelere eklemlenme sahası açar. Bu bağlamda, görsel metinlerin yapabileceği katkı ise, öznelerin anlatısını harekete geçirmektir. “Toplumsal hareketler üzerine çalışan bilim insanları, görsel temsillerin politik kaynaklar olma hallerinden, görsel sembollerin politik mücadeleler içerisinde şekillenme biçimlerinden ve politik süreçlerin neticelerini, politik kimlikleri, belleği ve duyguları nasıl biçimlendirdiğinden faydalanarak bilgi üretirler” (Doerr et.al, 2013: xxi). Görsel metinlerin toplumsal hareketlerin iç yüzünü kavramadaki önemli işlevinden yola çıkarak, bu yazının ACT UP grubunun verdiği politik mücadeleyi duygu politikaları ve iktidar karşıtı taktikler bağlamında bahsi geçen film üzerinden sorgulamak olacak. 

“Zenci bir hayvandır, zenci kötüdür, zenci kötücüldür, zenci çirkindir; bak bir zenci, hava soğuk, zenci titriyor çünkü hava soğuk, küçük oğlan titriyor çünkü zenciden korkuyor, zenci soğuktan, kemiklerinizi buran bir soğuktan titriyor, güzel küçük oğlan titriyor çünkü zencinin öfkeden titrediğini sanıyor, küçük beyaz oğlan annesinin kollarına atıyor kendini: Anne, zenci beni yiyecek”

(Fanon, 2020: 91-92)

Nefretin Örgütleyici Gücü, Korkunun Tesiri

Film, AIDS epidemisinin altıncı yılında New York şehrinde başlıyor. İlk sahnede hastane odalarına mahkûm, virüs karşısında çaresizce acı çeken hastaları görüyoruz. Yetkililerin hakikati yok sayan tavrı karşısında toplumun paniği öyle bir boyutta ki, epidemin suçlusu olarak gösterilen eşcinsellere karşı suçlayıcı tavır giderek artıyor. Bu durum, kuir topluluğa karşı yöneltilen şiddeti arttırmakla kalmıyor, hastaneler çoğu zaman ölmek üzere olan hastaları dahi kabul etmeyerek onları geri çeviriyor. Filmde, döneme tanıklık etmiş bir sağlık çalışanı yaşananları anlatırken ölü bedenlerin siyah çöp poşetlerine konulup atıldığını ve birçok cenaze evinin bu bedenleri kabul dahi etmediklerini söylüyor. Filmin daha ilk sahneden izleyiciye sunduğu bu bağlam, nefret ve korkunun nasıl işleyebileceği hakkında izleyiciyi düşünmeye çağırıyor. Epidemiyle mücadele etme sorumluluğundan sıyrılma gayesindeki iktidar, ürettiği söylemlerle toplumu halihazırda nefret ve korku politikalarıyla, kendi inkâr sahasında örgütlemiş durumda.  Filmin izleyiciye sorgulattığı duygu politikalarını anlamak adına dümeni bu noktada Sara Ahmed’e kırıp, öncelikle iktidarın nasıl nefret örgütlenmesini sağladığını ve korku politikalarını nasıl yürüttüğünü tartışmak gerekiyor.    

Ahmed (2004) Duyguların Kültürel Politikası adlı metninde, nefretin işleyişini sevilen bir nesneye yapışmak olarak sunar. Bir başka deyişle, nefretin sevgi üzerinden meşru kılındığını söyler. Film bağlamında düşündüğümde, yapışılan sevgi nesneleri zorunlu heteroseksüellik idealleri ve kutsal aile olarak okunuyor. Film boyunca kilise ve parlamento yetkilileri “homoseksüel yaşam tarzını” aşağılayarak, meşru ve gayri meşru ilişki arasında bir hiyerarşi kuruyor. Kuir topluluk olağanın dışına itiliyor. Yetkililere göre ahlakız yaşam tarzlarını topluma kabul ettirmeye çalışan eşcinseller, topluma karşı suç ve tehdit unsuru oluşturuyor. Toplumdaki “makbul vatandaşlar” ise mağdur ve yaralanabilir konumda sevgi nesnelerine yapışmış ve hissettikleri nefret duygusu meşru bir zeminde kurgulanıyor. Filmde CNN’de bir televizyon programının arşiv kayıtlarında ACT UP temsilcilerinden birine yapımcı eşcinselliğe meyilli gençlere ne tavsiye verebileceğine dair bir soru yöneltiyor. Temsilcinin kondom ve kayganlaştırıcı kullanmaya dair verdiği tavsiyesini yapımcı Rus Ruleti oynamak metaforuyla karşılıyor ve asıl önemli olanın makbul yaşam tarzını benimsemek olduğunu söylüyor. 

Ahmed’e (2004) göre, “olağan dışılık” hali bir şeyi kir olarak sunar. Yetkililere ve kiliseye göre bir erkeğin olması gereken yer bir başka erkek değil. Olması gerektiği yerden ayrılmış kuir topluluk, filmin daha en başında topluma korku uyandıran kirli nesneler olarak sunulmuş. Filmde Sağlık Bakanlığı’na bağlı birçok temsilci kuruluşun önünde yapılan eylemleri görüyoruz. Eylem sırasındaki görüntülerde, yoldan geçen sıradan vatandaşların, kurum çalışanlarının ve kurum yetkililerinin eylemcilere verdiği tepkilerde ötekinin kirli bedenine katılıp yok olma korkusunun verdiği bir iğrenme hali görüyoruz. Fanon’un da bahsettiği gibi ötekinin bedeni korkulan, iğrenilen ve böylece insan olma alanının dışında görülen oluyor. 

Eşcinsel melankoli, politik dışavuruma evirilebilecek nitelikte bir öfke içerir.

(Butler, 2015: 148) 

Sessizliğin Reddi ve Öfke: 

Filmin daha en başında sunulan böylesi yalnızlaştırıcı, toplumun dışına itici mekanizmalar karşısında HIV/ AIDS’le yaşayan insanlar ne yapabilir sorusu seyircinin zihnini meşgul ediyor. Sessizlik ve görünmezlik hali içerisinde umut etmek Goddot’yu beklemekten farksız onlar için. ACT UP’ın ilk toplantılarından birinde aktivistlerden bir tanesi, bu hastalığa asla çözüm bulunamayacağını ve umutlu bir bekleyişin imkânsız olduğunu söylüyor. Topluluğu harekete geçiren duygu haliyle umut değil, öfke oluyor filmde. İktidarın nefret ve korku politikalarına karşın madun olanın öfkesi, ona bir nevi dil kazandırıyor. ACT UP, Nazi Almanya’sında sürgün edilen eşcinselleri damgalamak için kullanılan ters pembe üçgeni düz bir biçimde siyah bir fonun içine yerleştirilmiş ve altında da silence= death (sessizlik = ölüm) yazılmış sloganıyla öfkeli bir grup olarak eylemlerine başlıyor. Arşiv kayıtlarından izlediğimiz ileriki toplantılarında da grubun öfke duygusunu defalarca dillendirdiklerini duyuyoruz. 

Filmin devamında, ara sıra hastanedeki çaresiz yatan hasta görüntülerine geri dönsek de ACT UP artık sokaklarda sağlık hakkını talep ediyor. AIDS’le yaşayanlar ve yakınları mağdurlar değil hayatın içinden sıradan insanlar artık. “İnsanlar AIDS’i düşündüklerinde, hastane yatakları, ilaçlar, iğneler ve bu tür imajlar geliyor akıllarına. AIDS’i anlamak için hastane yatağında ölen birisinin fotoğrafını görmek gerekmiyor.” (Spector, 1995: 166, akt. Yıldız, 2011: 401) Eylemler, yası belirli sınırlar içerisinden çıkarmak suretiyle kamusallığa yaptığı çağrılarıyla bir siyasal dönüştürücülük potansiyeli barındırıyor. “AIDS Knows No Boundaries (AIDS Sınır Tanımaz)” sloganıyla eylemler Kanada’ya kadar ilerliyor. 

“Bir düzeyde seni kaybettiğimi düşünürken beklenmedik bir şekilde benim de kaybolduğumu keşfederim… yas girift türden bir siyasi cemaat anlayışı temin eder ve bunu her şeyden önce temel bağımlılığı ve etik sorumluluğu kuramsallaştırmak açısından içerimleri olan ilişkisel bağları öne çıkararak yapar. Eğer kaderim başlangıçta ya da nihai olarak seninkinden ayrılamaz durumdaysa, bizi boydan boya kat eden bir ilişkisellik söz konusudur.” (2018: 38)  

Eylemler, Butler’ın bahsettiği birbirimizin yaşamına bulaşmışlık haline bir örnek olmasının yanı sıra, bir yandan da iştirakçilere bir yüzleşme çağrısı niteliğinde. 

Eylemler Kanada’ya ulaştığında, ACT UP üyeleri Amerika’daki en büyük merdiven altı virüs araştırma merkezi haline gelmiş durumda. Kanada’da düzenlenen bir sağlık kongresine konuşmacı olarak çağırılmışlar ve virüse dair birçok bilimsel veriye sahipler. Araştırma önceliklerine kimin karar vereceği sorusunu tartışmaya açmaktan çekinmiyorlar. Filmde bilgi üretiminde öznelerin yer almasının önemini görüyoruz. Gramscici bir hegemonya algısıyla düşünüldüğünde kendi kendini eğiten, okuma grupları kuran, ilaç deneyleri yürüten öznelerle, onlara geri çekilmelerini ve tıp alanına karışmamalarını söyleyen yetkililer arasında bir çekişme alanı olarak seyirciye sunuluyor bilgi üretimi. Günün sonunda, yetkililer fikir paylaşımıyla bilgi üretimi olacağı konusunda ikna oluyor ve ACT UP yetkilileri araştırma merkezlerine dahil ediliyor. Virüse karşı ilk ilaç geliştirildiğinde, ilacın hem maliyetinin pahalı olması hem de ulaşılabilir olmaması, grubun eylemlerini daha da perçinliyor. 

Stratejinin aksine taktik, mahal yokluğunda üzerine düşünülmüş eylemdir.

(Certeau, 2009: 38)

Mekansızlık ve Yaratıcılık: 

Filmde gördüğümüz ACT UP eylemlerinin bir tanesi, Kuzey Carolina Senatörü Jesse Helms’e karşı gerçekleştiriliyor. Arşiv kayıtlarından izlediğimiz eylemde, ACT UP üyeleri kondom şeklinde hazırladıkları devasa bir kumaşı merdivenler kullanarak Helms’in evinin üzerine geçiriyor. “A Condom to Stop Unsafe Politics: Helms is Deadlier Than a Virus (Güvenli Olmayan Politikaları Durdurmak için Kondom: Helms Virüsten Daha Ölümcül” yazılı kumaş ile eşcinselleri zayıf ve ahlaksız olarak nitelendiren, HIV/ AIDS vakalarının tamamını “sodomi” ile ilişkilendiren ve HIV/ AIDS’e dair yürütülen herhangi bir araştırmanın eşcinsel yaşam tarzını desteklemek anlamına geleceğini söyleyen Helms, basında yankı uyandıran bu eylemle protesto ediliyor. Certeau (2009), gündelik hayatta gücü elinde bulunduranların stratejileri olduğunu söyler ve bu stratejiler, kontrol ilişkisini sağlayabilecek mekanlara ihtiyaç duyar. Certeau’ye göre bağımlı pozisyonda olanların ise hakimiyet karşısında taktikleri vardır. Bu taktikler, mekândan bağımsız, yenilikçi ve filmde gördüğümüz kondom eylemi gibi yaratıcıdır. 

Certea’nün işaret ettiği kontrol mekanlarından birini filmde kilise olarak görüyoruz. Eşcinselliğin kınandığı ve her fırsatta HIV/ AIDS’le yaşayanların hedef gösterildiği kiliseye karşı düzenlenen eylemlerden birinde, İsa kılığına girmiş bir aktivist dünyaya tekrar gelerek ACT UP’a katıldığını ve gey ve lezbiyenler adına eşitlik talep ettiğini dile getiriyor. Eylemin devamında ise kondom kullanımını kınayan kliseye karşı, ayin sırasında eylemciler içeri giriyor. Yere uzanarak “Stop Killing Us (Bizi Öldürmekten Vazgeçin) sloganları atılıyor. Polis müdahalesiyle sonlandırılan eylem her ne kadar eylemciler darp edilse de yaratıcılığıyla kamuoyunun dikkatini çekmeyi bir kez daha başarıyor. 

“Geçmiş, duygular vasıtasıyla beden yüzeylerinde devamlılık gösterir. Duygular, tarihin nasıl ayakta kaldığını anlatırlar; sömürgecilik, kölelik, ırkçılık ve şiddet tarihlerinin yaşamları ve dünyaları şu anda nasıl şekillendirdiğini anlatırlar.”

(Ahmed, 2004: 253)

Sonuç: 

Filmin sonunda, 1990’ların sonuna geliyoruz ve artık çalışmalar sonuç vermiş durumda. HIV’le yaşayanlar günümüzdeki gibi günlük kullandıkları ilaçlarla, belirlenemeyen= bulaşmayan statüsünde yaşamlarını diğer herkes gibi idame ettiriyorlar. Arşivlerde izlediğimiz aktivistlerin çoğu ilaç buluna kadar yaşamlarını yitirmiş. Hayatta kalan sadece beş aktivist var ve filmin sonunda, onlarla günümüzde yapılan görüşmeleri izliyoruz. Yaşadıkları dönemi oldukça zorlanarak anlattıkları mülakatlarda, süreci savaştan sonra eve dönmek olarak tanımlayanlar var. Gözyaşlarını tutmakta ve konuşmakta zorlanan bir aktivist dönemin yetkililerini özellikle Reagen ve Clinton’ı zamanında hareke geçmedikleri ve sessiz kaldıkları için arkadaşlarının ölümünden mesul tutuyor. 

Sonuç olarak, film, binlerce ölümün gerçekleştiği süreci anlatırken ne bu acı dönemi yadsıyor ne de verilen mücadeleyi romantize ediyor. Filmin yaptığı, iktidarların adaletsizliği görünmez ve meşru kıldığı dönemlerde olası politik mücadele biçimlerini ortaya koymak. Film, izleyici, melankolinin devrimci ve mobilize edici potansiyellerini sorgulamaya itiyor. “Görsel analiz, aktivistlere bulundukları bağlamlarda yankılar sunar. Günümüzdeki olaylarla geçmişteki görseller arasında bağlantı kuran görsel analiz, bir dizi kolektif anıyı kazarak, aktivistlere kurumsal yolların kapalı olduğu alanlarda politik fırsatlar sunar” (Mattoni, 2008: akt. Doerr et.al, 2013: xxi). Film, iktidarların yürüttüğü duygu politikalarını anlamak, deşifre etmek, karşıt taktikler geliştirmek bağlamında düşünüldüğünde günümüz politik mücadelelerine ışık tutuyor. 

Kaynakça: 

Butler, J. (2015). İktidarın psişik yaşamı: tabiiyet üzerine teoriler. (F. Tütüncü̈, Çev..) İstanbul:

Ayrıntı Yayınları.

Butler, J. (2018). Kırılgan Hayat. (B. Ertürk, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.

Doerr, N., Mattoni, A., & Teune, S. (2013). Advances in the visual analysis of Social Movements. Emerald. 

Fanon, F. (2020). Siyah Deri Beyaz Maskeler. (O. Türkay, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.

Michel De Certau, Gündelik Hayatın Keşfi 1: Eylem Uygulama ve Üretim Sanatları, Ankara: Dost, 2009. 

Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, Çev. Sultan Komut. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2015

Yıldız, E. (2011) “Queer ve Sessizliğin Reddi”. Cogito, 65-66. 395-408


[1]            (Butler, 2005:35)

*(Vebada Nasıl Hayatta Kalınır)

Kaos GL Dergisine ulaşın

Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin HIV dosya konulu 189. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: kültür sanat, hiv
İstihdam