27/08/2021 | Yazar: Sa Bahattin
Bilimsel araştırmaların bir şeylere kılıf bulmak için değil de gerçekten evreni anlamak gibi yüce meraklardan doğmuş olsun isterim.
(Dikkat: Biyoloji/Moleküler Biyoloji alanına ilişkin bazı okurlara sıkıcı gelebilecek terimler içermektedir. Yazı içerisindeki kinayeli kısımlar italik ile belirtilmiştir.)
Evet, televizyon tarihimizin önemli şahsiyetlerinden biri olan Huysuz Virjin’in ölüm yıl dönümünü yaşadığımız günlerdeyiz. Bugünlerde böylesi bir başlık muhtemelen size onu hatırlatmıştır. Bunun için üzgünüm. Ama bu yazı Huysuz hakkında değil.
Bu yazı, (senin, benim, bizim) tatlılığımız hakkında. Ne kadar tatlı olduğumuz; nasıl öyle tontiş ve minnoş olduğumuz hakkında. Nasıl bu kadar tontiş ve minnoş olmanın yanında bu kadar incelikli, becerikli ve havalı olabildiğimiz hakkında. Ama bu denli tontiş, minnoş, incelikli, beceirkli ve havalı iken nasıl oluyor da dünyayı hâlâ yönetmiyor oluşumuz hakkında değil maalesef. Dünyayı yönetmeyi fazlasıyla hakketiğimizi düşünsem de, yazı biraz daha yavan şeylerle -genlerle- ilgili.
LGBTİ+’lar kalabalık içerisinde kendilerini hemen fark ettirerek, ışıldayan gözleri ve tarif edilemez alımlarıyla gününüze bir güneş gibi doğarlar. Sıkıcı günlerinizi kahkahayla, zor zamanlarınızı dayanışmayla ve -eğer ten uyumunuz varsa- yatağınızı terle doldurmayı çok iyi bilirler. İyi giyinmek, iyi konuşmak, iyi görünmek ve iyi davranmak LGBTİ+’larla özdeşleşmiş klişelerdir. Cis-hetero arkadaşı olan her LGBTİ+ bu “yersiz” söylemlere maruz kalmıştır. İşin ilginci, LGBTİ+’lar olarak bizler, bunun böyle olduğunun zaten farkındayızdır. Öyle ki, birkaç yıl öncesinde, LGBTİ+ yürüyüşlerinde şu pankartla karşılaşmış olma olasılığınız yüksektir: “Allah bizi lanetlediyse neden bu kadar tatlıyız?”
Bu cümlede gerçeklik payı olup olmadığını, eğer varsa bile bunun genetik bilimiyle bir ilgisi olup olmayacağını hiç düşünmüş müydünüz? Hiç üzülmeyin, bilim insanları bizim adımıza düşünmüş.
Efendim, birkaç gün önce, yani 23 Ağustos’ta (2021) Nature gibi bilim insanları için HAYLİ ÖNEMLİ olan bir dergide ilginç bir makale yayımlanmış. Bu makalenin iddiasına göre, hiçbir cinsel davranış, evrimsel bir avantaj olmadan var olamayacağından, eşcinsellik de mutlaka -öyle ya da böyle- türün üreme potansiyeline bir katkı sunmalıymış. Nitekim, bilgisayarlarda yapılan kapsamlı simülasyonlar, eşcinselliğin “avantaj” sağlamadığı popülasyonların 60 nesil sonra yok olup gittiğini ortaya koyuyormuş. E bizim türümüz, yani Homo sapiens, binlerce nesildir var olduğuna göre ve eşcinsellik de bu nesillerin her birinde -ve hatta insanların evriminden önce dahi- var olduğuna göre, bunun mutlaka bir avantajı olmalıymış.
Bu iddialar üzerine çalışan bu bir grup bilim insanı, yaklaşık 800 bin kişiden elde ettikleri verileri dikkatle inceleyip türlü türlü istatistiksel analiz yaparak şu sonuca ulaşmış: eşcinselliğin nedeni sayılabilecek gen(ler) aynı zamanda risk alımı, cazibe ve karizma gibi özellikleri de taşıyarak, popülasyonun “eşcinsel olmayan bireylerinde” üreme gücünü arttırıyor olabilir-miş.
Benim gibi bilim sever lubunyalar için biraz detay verecek olursam; bu çalışmada daha önce ‘kendi cinsiyetinden biriyle en az bir kez cinsel ilişki yaşamış’ 447 bin 552 kişinin genomu (bütün genleri), ‘sadece heteroseksüel ilişki yaşadığını ifade eden’ 358 bin 426 kişinin genomu ile karşılaştırılmış. Ancak çalışmadaki eşcinsellik/heteroseksüellik tayininde yalnızca biyolojik cinsiyet baz alınmış. Analiz sonunda, birden fazla cinsel partneri olan heteroseksüeller ile eşcinsel ilişki yaşamış bireylerin bazı ortak genler taşıdğı fark edilmiş. Dahası, eşcinsel ilişki yaşayan bireyler ile ‘risk alımı ve yeni şeyler denemeye açık olan heterolar’ bazı “eşcinsellik” belirteçleri konusunda bir örtüşme göstermişler. En tatlı olanı ise, eşcinsel davranışlarla bağlantılı genleri olan heteroseksüel insanlar, görüşmeciler tarafından daha çekici bulunmuşlar.
Bu bulgulara bağlı olarak, çalışmanın başlıca yazarlarından, Avusturalya Queensland Üniversitesi Evrimsel Genetikçisi Brendan Zietsch, karizma ve cinsel dürtü gibi özelliklerin eşcinsel davranışlarla örtüşen genleri paylaşabileceğini öne sürüyor. Ancak, diyor Zietzsch, “Bu özellikleri verilere dahil etmediğimiz için sadece tahmin ediyoruz”. TAHMİN EDİYORUZ.
Yani biraz zorlama bir çıkarım olduğu ortada. Belki LGBTİ+ hareketi bu kadar ısrarcı olmasa ve LGBTİ+ hakları mücadelesi dünyanın birçok yerinde kazanım elde etmese, böyle bir makale ya hiç hazırlanmayacak ya da eşcinsellik geni hırsızlık, yalancılık, uyuşturucu kullanımı, intihar meyili gibi “kötücül” insan eğilimleri ile ilintili -olduğu düşünülen- genlerle ilişkilendirilecekti.
Neyse ki, bu zorlama çıkarım, alanın uzmanlarınca fark edilmiş. Örneğin erkek eşcinselliği ile ilgili genin (biyolojik erkeklerin yalnızca annelerinden aldıkları) X kromozomu ile taşınabiliyor olacağına ilişkin keşfi ile ünlü emekli bir genetikçi olan Dean Hamer, çalışmayı bir hayal kırıklığı olarak nitelendirmiş. Cinsel yönelimi, aynı cinsiyetten tek bir temas temelinde tanımlamanın insanları kategorize etmek için pek de uygun bir metot olmadığını, çünkü kendini heteroseksüel olarak tanımlayan birçok kişinin de aynı cinsiyetten bir partnerle denemeler yaptığını ifade etmiş. Ayrıca, Hamer, “Doğru insanlara doğru soruyu bile sormuyorsunuz” diye eklemiş. Bunun yerine, Hamer, ilgili araştırmanın sadece ‘yeni deneyimlere açıklık’ ile ilişkili genetik belirteçler bulduğunu düşünüyor.
Çalışma hakkında başka birçok eleştiri daha var. Çalışılan ülkelerde insanların cinsellikleri hakkında görece rahat konuşabiliyor olmaları, sadece Avrupa-Amerika topluluklarının genleriyle kısıtlı olduğu, çalışma sonuçlarının aşırı şekilde yorumlandığı vs. Hepsini burada yazmayacağım. Okumak isteyenler buraya göz atabilirler.
Ben şahsi olarak LGBTİ+’ları hastane raporları, karakol tutanakları ya da hükümetlerin kara listesinde görmektense biyoloji temelli bilimsel makalelerde görmeyi tercih ederim. Ama gönlüm ister ki bu çalışmalar bir şeylere kılıf bulmak için değil de gerçekten evreni anlamak gibi yüce meraklardan doğmuş olsun. Çalışmayı yapanların hakkını yemeyeyim. Belki onlar da böyle bir dürtü ile yürüttüler. Bilemeyiz.
Öte yandan, yukarıda bahsi geçen çalışmanın LGBTİ+’ları kapsamadığının, yalnızca eşcinsel/heteroseksüel bireyler üzerinden bir değerlendirme yaptığının da farkındayım. Ve hatta biseksüelleri tamamen görmezden geldiği, dolayısıyla bi-fobikliklikte sınır tanımadığı; ayrıca insanların cinsiyetlerini yalnızca biyolojik cinsiyet bağlamında değerlendirmeleri ile biraz dar kafalılık gösterdikleri de ortada. Yani bir insanın cinsiyet beyanı (ifadesi) partnerinin hangi cinsiyetle yatmış olduğu gerçeğini tamamen değiştirir. Bunu nasıl idrak etmemişler anlamadım. İşte verileri derlerken bu nedenli sınırlı davranıp sonuçları yorumlarken alabildiğine açılan bu makaleyi sunarken ben de özellikle geniş davrandım ki böyle ‘kafasına göre’ yaklaşımların absürtlüğü belirgin olsun.
Son söz olarak şunu söylemek isterim ki, LGBTİ+’lar kendileri hakkında yazılanları yeterince okudular. Artık bizim için zaman, diğer tüm alanlarda olduğu gibi, bilimde de LGBTİ+ temsili/görünürlüğünü arttırmak ve böylesi çalışmaların nesnesi olmaktan çıkıp öznesi olmaya başlama zamanıdır. Çünkü biz artık makale okumak değil, makale yazmak istiyoruz!*
Dayanışma ve cesaret dolu günler dilerim.
*Nazım Hikmet’in “Seni Düşünmek” şiirindeki “Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum” arzusuna ithafen.
Etiketler: yaşam