03/12/2008 | Yazar: Barış Sulu

Sorgulamalar; aile, cinsiyet, ahlak, devlet, askere gitme, evlilik

Sorgulamalar; aile, cinsiyet, ahlak, devlet, askere gitme, evlilik, sistem, seks işçiliği, etnik köken, din… Ara sıra ya da sıra sıra sorguluyor muyuz bunları, yoksa sorgulamaya gerek olduğunun bile farkında değil miyiz? Fikir üretmenin dayanılmaz ağırlığı. Ben sorgulayanlardanım açıkçası. Eşcinselliğim ile paralel gelişen bir sorgulama değil derken buluyorum kendimi bazen, bu da öğretilmiş işte; kendimi sorgularken bile bir kılıf uydurmam gerekliliği…


Camiye namaz kılmaya iki kere gittim. Biri bayram namazı, diğeri cenaze namazıdır. Müslüman çoğunluğun olduğu bu ülkede birkaç kere de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi’nde sıranın üzerinde namaz kılmışlığım vardır. Sadece iyi not alabilmek, dersten geçebilmek için. Bilmediğim bir dilde sureleri ‘ezber’lerken zorlanırdım hatırlarım çocukken. Dedem harçlık versin diye de iki yaz tatilimde mahallenin camisinde Kuran kursuna gitmemi de sayarsak İslamiyet’le ilişkimin tablosu tamam demektir.


İlgimi çok çekmemiştir din çocukluğumdan beri. Dini sorgulamalarım da evdeki bir kitapla hız kazanır. Prof. Dr. İlhan Arsel’in ‘Şeriat ve Kadın’ isimli kitabıdır bu. Kadın ve erkeğin eşit olduğunu daha önce öğrenmiştim, önemli olan kadın ve erkek olmak değildi, insan olmaktı benim için ve bunu doğru kabul etmiştim, hiçbir kimse cinsiyetinden dolayı üstün olamazdı bir diğeri karşısında. Hatırlıyorum da kaynak gösterilen ayetleri Kuran-ı Kerim’i açıp gözlerimle gördüğümde ve tek tek not aldığımdaki halimi… Anneme okutmuştum ilk. ‘Anne İslam neredeyse tamamen erkeklere hitap ederek yazılmış, erkeklere inmiş, neden böyle, bak bir de neler neler yazıyor’ demiştim. Yazılanlar beni çok şaşırtmıştı: ‘Allah erkeleri kadınlara üstün tutmuştur.’ (Nisa Suresi ayet 34, Bakara Suresi ayet 228) ‘Mirasta erkek, kadına oranla iki misli pay alır.’ (Nisa Suresi ayet 11, 176) ‘Karısının itaatsizliğinden ya da inatçılığından kuşku eden erkek, ona vurabilir, yatakta yalnız bırakabilir.’ (Nisa Suresi ayet 34) ‘Namaz kılan bir adamın önünden eşek, kara köpek ve kadın geçerse namazı bozulur.’ (Buhari 8/102).


Elbette bunları okudukça ve bu söylemler yakın gelmedikçe zaten fazla bağımın olmadığı din kavramını rahatça sorguladım. ‘Sus, çarpılırsın’ söylemi de vardı elbet. Din sorgulanamazdı çünkü. Bu söyleme de kulak asmadım. Kitaplı üç dini de inceleyince bir fark görememiştim ardından. Nasıl bir gereklilik olduğunu düşünmeye başladım sonra dinin. Benim iyi insan olmam için bir dine bağlı olmam mı gerekiyordu? Bir iyiliği bir korku baskısı ile mi yapmalıydım? Çok çaresiz kaldığımda kullanmam gereken bir yaratan kavramı mı olması gerekiyordu? Varoluşumla ilgili yanıtlayamadığım her sorunun yanıtını Adem ve Havva’ya mı havale etmeliydim? Orada da sorular yok muydu? Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmış bir ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı neden vardı? Tamam vardı da neden sadece Sünniler ile ilgili politika ‘geliştiriyor’du? Sorular bitmiyordu.
Sorular hiç olma noktasına kadar gidiyordu her seferinde. Hiç. Hiç olsaydı ne olurdu? Hiçlik neydi? Gözlerinizi kapatıp hiç kavramını düşündünüz mü hiç, ben çok düşündüm. Hiçbir şey bulamadım. Aklım yetmedi. Cennet de cehennem de buralarda bir yerdeydi işte. Dünyanın yüzde sekseni üç kitaplı dini örnek alıyor ve tüm dinler iyi insan olmayı anlatıyorsa bu kargaşanın ve karmaşanın sebebi neydi? Savaşlar, birbirini sadece başka bir dine inanıyor diye göz kırpmadan öldürenler, parfümünün gramına 4000 dolar veren birinin açlıktan ölenleri görmemesi, sadece kendi cinsini seviyor diye darağacına gönderilenler… Bana inandırıcı gelmiyordu hiçbir din. Sorgulamayı bıraktım. Ama daha sorgulanacak öyle çok kavram vardı ki…


Elime kimlik tutuşturulmuştu doğum anımda. Mavi: erkek, T.C.: Türk, dini: İslam, ismi: Barış… İsmim dışında hepsini reddettim yıllar içinde. İsmimin evren için anlamı bambaşkaydı çünkü. Ateist olduğumu öğrendim, öyle dediler. Sonrasında eşcinsel olduğumu. Bunları ben kendime demiyordum, onlar diyorlardı. Ben isim vermek istemedikçe isimler koyuyorlardı bir sürü. Üstüme üstüme geliyorlardı tüm öğretileriyle. Kaçtıkça ben, onlar sınıflandırmaya devam ediyorlardı beni. Feminen miydim, maskülen mi; aktif miydim, pasif mi; Ankaralı mıydım, Adanalı mı; Türk müydüm, Kürt mü; Alevi miydim, Sünni mi? Müdahale edemiyordunuz bu kadar çok öğretiye. Sadece insanım, insanları insan oldukları için sevmeye çabalayan bir insanım diyemiyordunuz.


Gülüyorlardı. İnanmadıkları nokta buydu çünkü onların: İnsan olmak.


17 yaşıma kadar ‘aile’mle birlikteydim, ‘sosyalist’ denilen bir baba, dünyası ev, mahalle ve çarşı olan bir anne, kan bağı dışında bir bağımın olmadığı bir ağabey ve hala bana büyümemiş gibi gelen bir kardeş…


Üniversitede okumak vesilesiyle 17 yaşımdan sonra ayrıldım ‘aile’mden. O büyük kavram ‘aile’ de bir kenarda kalmıştı artık. Dinsiz, ailesiz, etnik kimliksiz, cinsiyetsiz yaşanabilir miydi? İlla ki bir yere ait olman gerekmiyor muydu?


Gerekmiyordu. Hepsi yalandı. Tüm bunlarsız nefes alınabiliyordu. Gayet de huzurlu yaşanabiliyordu. Huzur, işte anahtar kelime buydu.


Etiketler: yaşam, din/inanç
İstihdam