20/09/2021 | Yazar: Beren Azizi

İdarenin işleyeceğini herkesin önceden bildiği bir meslek namusu cinayetiyle Dr. Kayataş “sosyal ölüme” itilmişken, göz göre göre bu cinayet meşru hale getiriliyor. Bugün sosyal medya ve oradaki mesnetsiz ithamları referans gösteren nefret basını, Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi’sinin kasabasının ta kendisi.

İdare, özel hayat polisliği yaparak kadına karşı şiddeti meşrulaştırıyor Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

İdare; makul hayat tarzını yani genel ahlakı baz alarak hükmettiği “ödülleriyle” ve “cezalarıyla” ideal vatandaşı üretmek için hukukun üstünde bir işlev üstlenmiş durumda, yani devlet içinde adeta bir devlet. Bu yapı, kendini hukukun üstünde görerek kimlerin birinci sınıf, kimlerin ikinci sınıf vatandaşlar olduğunu üretip öğreten bir polislik kurumu. Bu polislik, yazılı olmayan makul vatandaşlık sözleşmesini tüm hukukun üstünde tutarak ve vatandaşlar arası ayrımcılık uygulayarak işletiliyor. Yani vatandaşlık hukukunun temeli olan eşitlik ilkesini çeşitli yöntemlerle devreden çıkarıyor.

İdarenin hukuku devreden çıkarma yöntemleri çok çeşitli ve hemen tespit edilmesi zor olan karmaşık yöntemler. Gene de bu çeşitli yöntemleri üç temel başlık altında özetleyebiliriz. Bu yöntemlerinden birincisi, idarenin hukuktaki belirlilik ilkesinden (legal certainty) görece özerk kalmasının verdiği kolaylıkla önce disiplin yönetmeliklerini hukuken boş gösteren (floating signifier) ifadelerle doldurup sonra da bu boş gösteren ifadeleri legal olan belirli hayat tarzlarını gayri meşrulaştırmak için kullanma yöntemidir. “İffetsiz bir kimse ile evlenmek” (önceden “iffetsiz kadın” idi), “gayri tabii mukarenette bulunmak” (eşcinsel memurları atmak için kullanılabiliyor), “kamu yönetimine duyulan itibar ve güvenin sarsılmasına yol açmak”, “memuriyetle bağdaşmayacak hal ve hareketler” gibi ifadeler idarenin disiplin yönetmeliklerinde bulunan boş gösteren ifadelerden bazıları. Türk hukuk mevzuatında hiçbir açık ve seçik tanımı bulunmayan bu boş gösteren ifadeler idarecilerin belirli hayat tarzlarını gayri meşrulaştırmalarını sağlamak için biçilmiş kaftanlar.

Vatandaşları hayat tarzlarına göre derecelendirmenin ikinci yöntemi ise, kamuoyunun cinsel ahlak veyahut güvenlik gibi konularda cahil bırakılmışlığının neden olduğu kamuoyu denetimi yetersizliğinin verdiği rahatlıkla idarenin kendi kendini denetleme mekanizmalarını işletmiyor oluşu. Özellikle disiplin soruşturmalarını yürüten idare; soruşturma süreçleri boyunca istedikleri ayrımcı psikolojik şiddet yöntemlerini kullanabiliyor, bu istismarlar konusunda hesap vermek zorunda kalmıyorlar. Bu hesap vermeme rahatlığının bilincinde olan idarenin en sık kullandığı yöntemlerin başında hukuken rabıtasız kanıtlar hususunda memurları disiplin soruşturması süreçlerinde sorgulamak geliyor. Rabıtasız kanıt (irrelevant evidence) demek, bir davada ya da soruşturmada tartışmalı herhangi bir gerçeği kanıtlama veya çürütme eğilimi olmayan “kanıtlar” demektir. Örneğin Türk Medeni Hukukunda bir hak olarak tanımlanmış kayıtlı cinsiyetin değiştirilmesi hakkını kullanmış bir kadın memura, sosyal medyadaki “ahlaksızlığı” nedeniyle açılmış bir disiplin soruşturması esnasında “Gerçekten trans kadın mısınız?” şeklinde sorulan soruya verilecek “Evet…” veyahut “Hayır…” yanıtının disiplin soruşturması yapılan hususu kanıtlama veya çürütme eğiliminin olmadığı hukuken ortadadır. Trans kadın olmak yürütülen disiplin soruşturmasında neyi kanıtlayacak veya neyi çürütecek? Hiçbir şeyi. Buna rağmen, disiplin soruşturmasını yürüten idare bu soruyu bir kadın memura sorabiliyor; çünkü bu soruyu sorduğu için kadına karşı psikolojik şiddet veyahut ayrımcılık yasağını çiğneme gibi suçlamalarla karşılaşmayacağını çok iyi biliyor. Normalde böyle soruların sorulduğu bir disiplin soruşturması adil değildir ve şiddet içerir; ama bu hukuksuzluğun ve ayrımcılığın denetlenmeyeceğinden idare son derece emin. Dolayısıyla bunu ayrımcılık fırsatına çevirmekte bir beis görmüyor. İdeal vatandaşlık polisliği için bir fırsat daha! Ayrımcılıkla ve psikolojik şiddet uygulamış olmakla sorumlu tutulmayacak olma fırsatı idareye trans kadınların hayatını gayri meşrulaştırma fırsatı veriyor, bu esnada Medeni Kanun’un trans kadın ve erkeklere verdiği hakkı da hak değilmiş de suçmuş veyahut bir disiplinsizliğin kanıtı olma potansiyeli taşıyormuş gibi marjinalleştirerek by-pass etmiş oluyorlar. İşte devlet içinde bir devlet olarak idare ve onun kendini hukuktan üstün gören vatandaşlık sözleşmesi…

Vatandaşlar arası hukuki eşitliği engellemek için idarenin kullandığı üçüncü yöntem ise meslektaşlar arası muhbirlik kültürünü teknolojik yöntemlerle de teşvik ederek ve meslek içi dayanışmanın önünü anonim istihbarat tehdidiyle sindirerek memurları pasif vatandaşlar haline çevirme yöntemidir. Bu pasiflik memuru bürokratik hiyerarşi içinde bulunan vatandaştan sultana bağlı tepkisiz kullara çeviriyor, aynı zamanda kurumları hukuka bağlı bir şekilde kendi kendini yönetebilen idari yapılar olmaktan çıkarıp sultanın fermanlarına tabi tüzel kişiliksiz yapılara çeviriyor. Bu sebeple “bir hastane personelinin Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi'ne (CİMER) şikayet ettiği” şeklindeki ifadeler önemli. Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde sağlıkçı B.K.’nın Dr. Kayataş’ı işten attırmak için kullandığı yöntemin en göze çarpan yanı personelin başhekime veyahut çalıştığı kurumdaki diğer idari personele değil doğrudan CİMER’e dilekçe yazması. Personelin çalıştığı kurumu by-pass ederek CİMER’e yazma nedeninin özünde disiplin soruşturmasını yürütecek idarecilerin ensesinde Demokles’in kılıcını sallandırmak istemesi var, yani disiplin soruşturması sürecinde hukukiliği by-pass ettirmek istiyor; çünkü CİMER demek belirli hayat tarzları hususunda incelikli hukukiliğin ayrımcılık yasağı çiğnenerek ortadan kaldırılıp yerine “yerli ve milli” olanın kayrılması demek, yani hukuksuzluk demek. Kindar memurdan beklenen sadakatin (liyakat değil) bir parçası da muhbirlik. Böylece yerelin gerçekleriyle uyumsuz merkezden dayatılan tek bir hayat tarzı tek bir kindar personel aracılığıyla dahi “genel ahlak” olarak bir kurumu tehdit edebiliyor. Özellikle doktorluk gibi siyasi iktidarın kolay kolay biat ettiremediği meslek grupları, okur yazar düşmanlığı doktrine edilmiş muhbirliğe gönül indirenler aracılığıyla zapturapt altına alınmaya çalışılıyor. Doktorların mesleki özerkliğine yönelik siyasi baskı zaten son on yıldır oldukça gündemdeydi. KHK’lar, “torba yasalar” ve hekimlere –eczacılara karşı siyasi saiklerle oluşturmuş Sağlık Meslekleri Kurulu gibi baskı araçlarıyla sağlıkçıların mesleki özerkliğine siyasi iktidar uzun süredir saldırıyor. İstanbul Eczacı Odası, 2012 yılında yaptığı açıklamada şu soruyu sormuştu:

“Hükümet kuvvetler ayrılığı prensibini yok sayarak yargının yetkisini yürütmeye devretmek suretiyle sağlık meslek mensupları üzerinde yeni bir yürütme baskısı kurmayı ve böylece tepkisiz bir toplum oluşturmayı mı hedeflemektedir?”[1]

Yukarıda saydığımız yöntemleri kullanarak bu dışlayıcı yapıda diretmenin bedeli tüm toplum için oldukça ağır. Yolsuzluğun, keyfiliğin yarattığı güvensizliğin ve dışlayıcı devlet kurumlarının ekonomik açıdan tüm ülkenin refahını nasıl tehdit ettiğini zaten biliyoruz. Yalnız bunun ötesinde makul olmayan “genel ahlaksız” vatandaşın ve ona benzeyen herkesin can ve mal güvenliğini de tehdit ediyor. Genel ahlak, hangi hayat tarzlarının ahlaken yanlış hangi hayat tarzlarının ahlaken doğru olduğunu belirten değer yargılarının ötesinde şiddetten ikinci sınıf korunmayı hangi hayat tarzlarının “hak ettiği” anlamına da geliyor. Yani genel ahlak ikinci sınıf olduğu çeşitli dışlama yöntemleriyle tespit edilmiş hayat tarzlarının ikinci sınıf korumaya tabi olduğu hukuksuzluğun normalliği de demek. Dolayısıyla genel ahlak dışlanmış yani ideal olmayan vatandaşların yaşam tarzlarının toplamı olduğu kadar onlara ikincil önem verme veya hiç önem vermeme sonucunda onlara zarar veren failleri “ceza indirimi” veya “tahrik indirimi” yoluyla ödüllendirme anlamına da geliyor.

Şu unutulmasın ki bu ciddi sorun sadece birtakım “ucubelerin” meselesi değil aksine kadın özgürlüğünün toptan “ucubeleştirilmesi” meselesidir. Yani kadın özgürlüğünü hedef alan şiddeti, balığı baştan kokutarak azmettirmektir. Memurunu “cinsel ve pornografik konuşmalar ve hareketler mevcut” şeklinde yazılmış bir ihbar dilekçesinin sonucunda işten atan idare kadına karşı şiddet faillerine kendilerini nasıl savunacakları hususunda yol gösteriyor; çünkü hangi kadınların “disiplini” hak ettiğini ortaya koyuyor. O halde failin şiddet uyguladığı kadın hakkında “öyleydi böyleydi, ahlaksızdı, namussuzdu” dememesi için hiçbir sebep yok. Yani idare, faillere mağdur suçlayıcı dili incelikleriyle öğretiyor. Özel hayatında cinsel anlamda ahlaksız olan bir kadın memurun mesleki açıdan hiçbir anlam ifade etmeyen “genel ahlaksız” sosyal medya paylaşımları sebebiyle işten atılması irrasyonel bir sebebi işaret ediyor: “Meslek onuru” B.K.’nın tüm atılma sürecini başlatan CİMER’e yazdığı şikâyet dilekçesinde de bu belirtilmiş. “Özellikle…” diyor B.K., “…Devlet memurluğu doktorluk gibi bir unvana asla yakışmayacak söylemleri vardır.”

Unvan namusu bekçisi bu muhbirlikten sonra idare, meslekten atma yoluyla kirlenen meslek onurunu yani idarenin namusunu temizliyor. Meslekten atılan kadın memurlar buna karşı yargı yoluna başvurduğunda ise idarenin içeriği kadına karşı şiddet dolu olan kendini savunma retoriğini görüyoruz. Toplumun bir kısmı tarafından tekrar tekrar hatırlatılan “ama memuriyet böyle bir şey zaten, memurlar bazı kurallara uymalıdır...” şeklindeki öğrenilmiş çaresizlikler ise cabası. İdarenin toplumsal ahlakı baz alarak korumaya çalıştığı “meslek onuru” üzerinden idari mahkemelerde ürettiği savunma retoriği ile kadın cinayetlerindeki savunma retorikleri arasında yapılacak bir karşılaştırma çalışmaya değer bir konu olarak karşımızda duruyor. “Meslek onuru” ve “erkeklik onuru” arasındaki bir ölçüde karşılıklı ama büyük ölçüde idareden faile uzanan mağdur suçlayıcılık öğretisi tüm kadınların can güvenliği ve özgürlüğü için bir tehdit. Zira idare, bu yolla namus cinayetlerini meşrulaştıran en önemli onay otoritelerinden birini oluşturuyor. Durum böyleyken “memuriyetle bağdaşmayacak hal ve hareketler” sebebiyle bir memurun, bir kadın memurun, memuriyetine son verilmesini incelemek hangi yaşam tarzına sahip kadınların şiddeti “hak ettiğini” anlatması açısından, yani tahrik indirimi siyasetinin kendini hukuktan üstün gören rabıtalarını ifşa etmesi açısından son derece önem taşır.

Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesinde tabip olarak görev yapan Dr. Larin Kayataş’ın memuriyetine (adaylığına), 657 sayılı Kanunun 56. maddesindeki hükme[2] istinaden “hal ve hareketlerinde memuriyetle bağdaşmayacak durumları” tespit edildiği için son verilmiş. Bu süreç şöyle başlıyor:

Dr. Kayataş, 22-23 Eylül 2020 tarihinde Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesinin Acil Biriminde görevine başlıyor. Göreve başlama tarihinin hemen bir gün sonrasında, yani 24 Eylül 2020 tarihinde aynı hastanede çalışan B.K. isimli personel CİMER’e Kayataş’ın sosyal medya hesabını şikayet eden bir dilekçe yazıyor. İşte görevden uzaklaştırma, kınama ve memuriyete son verme şeklinde süreç böyle başlıyor. Dr. Kayataş’ın paylaştığı belgelerde de görüleceği üzere[3] tüm süreç boyunca sosyal medya paylaşımlarındaki “genel ahlaksızlık” soruşturulup kınanıyor ve bu “genel ahlaksızlık” memuriyete son vermenin gerekçesi oluyor.

Oysa sosyal medyada, Twitter’da @lavendermond kullanıcı isimli bir hesabın 14.09.2021 tarihinde saat 11:29’da attığı ve hiçbir somut kanıta dayanmayan “…hastanede çalışan doktorlardan (Kim bu doktorlar?) aldığımız (Siz kimsiniz?) bilgiye göre şekeri düşen bir hastayı bekleme odasına gönderip orada unuttuğun için hasta komaya girmiş ve bu sebeple işine son verilmiş.” şeklindeki tek bir tweet’ine dayanarak aklın ve mantığın devreden çıktığı bir vurun kahpeye histerisi başladı. Sosyal medya okuryazarlığının zayıf olduğu, kaynak kontrol etme ediminin gelişmediği bir toplumda dayanaksız ve mantıksız bilgiyi gerçekmiş gibi kamuoyunda yaygınlaştırmak çok kolay. Oysaki Dr. Kayataş, Çapa Tıp Fakültesi mezunu ve yıl kaybı olmadan 6 yılda mezun olmuş bir tabip. Çapa Tıp Fakültesi bir tabibin meslek içi yeterliliğini denetleme, ölçme ve lisanslama konusunda Türkiye’nin en iyi profesörlerine sahip birkaç tıp fakültesinden biri. Ayrıca tıp eğitimi teorik olduğu kadar uygulamalı bir eğitimdir. Yani Dr. Kayataş, hayatında ilk hastasını 23 Eylül’de atandığı Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesinde görmedi. Daha önce Çapa’da Türkiye’nin en iyi tıp profesörlerinin ve kendinden kıdemli diğer hekimlerin gözetimi altında defalarca hasta gördü, zaten bu uygulamalı eğitimlerini geçerek bir tabip oldu. Hocaları arasında Kayataş’ın ne kadar başarılı bir hekim olduğuna ilk elden tanıklık eden Türk Tabipler Birliği gibi bir kurumun başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı da var.[4] Kaldı ki 23 Eylül’de göreve atanıp 24 Eylül’de şikâyet edilen bir tabibin neden şikayet edildiği de B.K.’nın yazdığı şikayet dilekçesinde açıkça belirtmiş: Dilekçede tek kanıt olarak sunulan Dr. Kayataş’ın sosyal medya hesabındaki paylaşımları. Bu dilekçede hiçbir şekilde “şekeri düşen hastayı bekleme odasında unutup komaya sokma” iddiasını göremeyiz. Bu dilekçede göremediğimiz gibi sadece bu dilekçeye dayalı olarak başlatılan görevden 3 ay uzaklaştırma, kınama cezası verme, memuriyetten atma şeklindeki idari disiplin soruşturması aşamalarının hiçbir vesikasında da göremiyoruz. Bu ithamı sadece hiçbir somut referansa dayanmayan bir tweet’te gördük, bu kadar. Buna rağmen, son derece somut dayanaktan yoksun ve süreçteki belgelerin hiçbirinde kanıtlanamayan, ayrıca Dr. Kayataş’ın atandıktan yalnızca bir gün sonra şikâyet edilmesi düşünüldüğünde pek de mantıklı da olmayan bu itham önyargı denen hadisenin gerçeklerin yerine nasıl geçebileceğini kanıtlıyor. Dr. Kayataş’ın özel hayatına karşı önyargılar hiçbir dayanağı olmayan bir tweet neticesinde vurun kahpeye histerisine sebep oldu. Bu vurun kahpeye kültürü, kadın mağdurları “aslında hak etti” şeklinde ikinci kere mağdur etmek için hakikatlere karşı arzu edilen hikayeleri üreten bir kültürdür. Dolayısıyla hakikatlere karşı arzu edilen hikayelerin yayılması neticesinde Dr. Kayataş’ın ikinci kere mağdur edilmesi yeni bir durum değil, vurun kahpeye kültürünün devamı eski bir kadın düşmanlığıdır. Gene de mevcut hakikatin ne olduğunu tekrar tekrar söylemek gerekiyor. Mevcut hakikat Dr. Kayataş’ın “memuriyetle bağdaşmayacak hal ve hareketleri” sebebiyle tek kanıt olarak sosyal medya paylaşımları gösterilerek memuriyetten atılmış olmasıdır.

Peki nedir bu “memuriyetle bağdaşmayacak durumlar”? Belirlilik ilkesine dair önemli bir soru… Bu sorunun yanıtının önemli olmasının nedeni idarenin kadına karşı şiddet konusunda nasıl failleştiğini ortaya çıkaracak olmasıdır. İdare, bir yandan kadına karşı şiddetin faili olduğunu tabii ki inkar ederken diğer yandan “iffetli kadınlık” ve “iffetsiz kadınlık” arasında ayrımcılık yapıyor. “İffetsiz kadınlığı” onaylamadığını ve hatta memuriyetten men etme yoluyla onu cezalandıracağını disiplin mevzuatı yoluyla kamuyla paylaşıyor. Bu disiplin mevzuatının içini kasten belirsiz ifadelerle dolduruyor. Oysa hukukta belirlilik ilkesi gereği vatandaşlar hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini verdiğini bilmelidir. Peki “genel ahlak” kisvesi altında nereye çekerseniz oraya gidebilecek “yüz kızartıcı suçlar” veyahut “memuriyetle bağdaşmayacak hal ve hareketler” hususunda bir belirlilik var mı? Bu soruyu Anayasa Mahkemesi, 16.1.2014 tarihli ve E:2013/110, K:2014/8 sayılı kararında şöyle cevaplıyor:

“…belirsiz olduğu ileri sürülen ‘memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerin’ tümünün önceden öngörülmesinin ve tespitinin imkansız olduğu ve söz konusu hareketlerin tek tek ortaya konulmasının mümkün olmadığı, normun daha kesin ve açık bir düzenlemeye olanak tanımaması nedeniyle kullanıldığı anlaşıldığından anılan kavramların kullanılmasında belirlilik ilkesine aykırılık bulunmadığı, fıkrada genel bir belirleme yapılmadığı, disiplin cezası gerektiren hareketlerin, memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak derecede yüz kızartıcı ve utanç verici olması gerektiği düzenlenerek çerçevesinin çizildiği, kaldı ki, itiraz konusu kural dayanak alınarak tesis edilen idari işlemlere karşı yargı yolu açık olup belirsiz olduğu ileri sürülen kavramlar ve bu kavramların belirttiği hareketler yargı kararları yoluyla da somutlaştırıldığından, itiraz konusu kuralın Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olmadığı....”[5]

Anayasa Mahkemesinin nasıl kılıfına uydursak şeklinde kıvranan bir retorikten öte hiçbir içeriği olmayan yukarıdaki cevabına karşın Yargıtay Ceza Genel Kurulu bu soruyu çok daha dürüst bir şekilde cevaplıyor. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 2.7.1996 tarihli ve E:1996/3-144, K:1996/171 sayılı kararında ise şöyle demiş: 

"Yüz kızartıcı suçun, yasalarda tanımlanmadığı ve tek tek sayılmadığı, toplumun yapısına göre zaman zaman değişikliğe uğrayan bu suçların tek tek sayılmasının olanaksız olduğu..."[6]

Toplumun yapısına göre denmiş ama idarenin toplumun yapısını nereden bildiğini, o bilgiden nasıl bu kadar emin olduğunu hiçbir şekilde açıklanmamış. Devlet içinde devlet olan idare, bu sefer de toplumun yapısını en iyi bilen alim olarak karşımızda. Halbuki toplumun yapısına dair hiçbir bilimsel araştırma yapılmadan tamamen sağduyuya dayalı akıl yürütmeyle verilen kararlar tüm toplumun yapısını gerçekten temsil ediyor mu? Aksine toplumun bir kesiminin yapısı diğer kesimine karşı kutuplaştırılmış olmuyor mu? Dr. Kayataş kararını inceleyecek olan idareciler ya da hukukçular, toplumu ikiye bölen bu kararda hangi tarafın toplumsal yapısını esas alacak? O halde tekrar sormak gerekiyor: Genel ahlak kimin ahlakı? İktidarda olanın ve toplumun kalan yarısının hayat tarzını marjinal görenin ahlakı mı? Buna genel denmez, toplumun yapısı hiç denmez. Buna gücü yetene denir, mühür kimdeyse Süleyman da odur denir, davul kimdeyse tokmak da ondadır denir; ama toplumun yapısı denmez.

Zaman zaman değişikliğe uğrayan ifadesi ise kamuoyunu bilinçlendirmenin önemini ortaya koyduğu gibi güya tarihsel olarak ezeli kökü olduğu söylenen “yerli ve milli” genel ahlakın aslında tarihsel olarak gayet spesifik bir zamana ait olduğunun ve sabit olmadığının bir itirafı da. Verili genel ahlakın ne kadar köksüz ve ne kadar değişken ve ne kadar da değişecek olduğunu söylüyor bu karar. Kervanın yolda sürekli düzüldüğü bir “genel ahlaklılık” bu. Dolayısıyla bugün Dr. Kayataş’ın maruz bırakıldığı muamele ve onun arkasındaki “memuriyetle bağdaşmayacak hal ve hareketler” gerekçesi toplumun en azından bir kesiminin ahlak anlayışıyla ilgili olabilir ve toplumun o kesimi dahi değişmektedir. Yani ortada toplumdan bağımsız rasyonel zemine dayanan kararlar olmadığı gibi tüm toplumun ahlaki yapısını yansıtan bir karar da yok. Toplumun genel ahlakını yansıtıp koruduğu iddia edilen bu kararlar aslında iktidarın arzu ettiği kendilerince “genel” bir özel ahlaktan fazlası değildir. Özel bir ahlakçı anlayışın sonucu olan bu tür idari kararlar ise birer paket halinde kadın cinayetleri ve kadına karşı şiddetle birlikte gelen biyopolitikadır. Bu biyopolikanın bir parçasını değiştirmeye gönüllü olanlar, diğerini değiştirmeye de gönüllü olmadan boşa kürek çekmiş olacaklardır. “İffetli” ve “iffetsiz” kadın üzerinden yapılan her türlü ayrım genel ahlak kisvesi altında hukuk eliyle onaylandıkça “hak etmiş” bağnazlığı da hep olacak.

Yukarıdaki sebepler göz önüne alındığında belirlilik ilkesinin çiğnenmemesi idare hukuku söz konusu olduğunda hayati bir önem taşıyor; çünkü idare hukukunun disiplin mevzuatı tarihine baktığımızda şimdi cinsiyetsiz olan bazı boş gösteren ifadeler aslında hep cinsiyetliydi. Örneğin bugün hala yürürlükte bulunan mevzuatta “iffetsiz bir kimse ile evlilik” aslında “iffetsiz bir kadınla evlilik” şeklindeydi. Kadın erkek eşitliğinin esaslığı neticesinde en azından tahriren “iffetsiz bir kimse”ye dönüşen bu ifade özünde hala kadınlara yönelik bir ayrımcılık aracı olarak işliyor. İffetsiz kadınla evlenen memur erkekleri cezalandırarak hangi kadınların evliliği hak ettiğini derecelendiren bu mevzuat hiçbir zaman iffetin ne olduğunu belirlilik ilkesine uygun olarak açıklamadı, açıklamıyor. Oysa bu belirsizliğe ve istismara karşı mücadelenin tarihi çok eskilere gidiyor. İdarenin belirsiz ifadelerle özel hayat polisliğine karşı memurların haklarını aradığı “yerli ve milli” bir özel hayat hakkı tarihi mevcut. Örneğin iffetsiz bir kadınla evlendiği için polislikten atılan Kırşehri Sancağı Polis memurlarından Ahmed Mahir, 1909 yılında yazdığı itiraz dilekçesinde şöyle diyor:

...bununla beraber farz-ı mahal sahih olsa bile kanunen bir cürüm teşkil edemeyeceğinden başka hiç olmazsa taraf-ı bendeganeme tebligat veya da bir istifsar-ı madde olunması ve bir mahkemeye tevdi edilerek netice-i muhakemede hasıl olacak hale göre muamele icrası lazım gelirken...”[7]

Yani Meşrutiyet dönemi Polis memuru Mahir, karım iffetsiz olsa bile bu kanunen bir suç değildir diyerek adil yargılama talep ediyor. Aynı dilekçede Polis memuru Mahir, “...terkin-i kaydım şu hale zamime olmak cihetleri bütün bütün mağduriyetimin iltizam olunması zaman-ı adalet ve meşrutiyetle kabil-i tatbik olamayacağından...”[8] diyerek hukuk devletine doğru evrilen bir ülkede yaşadığının farkında olduğunu gösteriyor. Meşrutiyetin bağlamlarından olan kanunilik, adalet vb. kavramların kulluktan vatandaşlığa geçişte olan bir memurun dilekçesinde kendine yer bulması idarenin özel hayat polisliğine karşı mücadelenin tabandan gelen tarihi yanını biraz olsun gösteriyor.

Tabii ki çeşitli hukuki kararlar yoluyla “iffetli” ve “iffetsiz” kadın ayrımı sadece idare hukukuna has bir durum değil. “Kadının hayatı esastır” şeklindeki özel hayat polisliğinin idare hukukunu aşan geniş bir tarihi var. Yakın tarihe geri dönersek, örneğin eski Türk Ceza Kanunu’nun 438. maddesine göre seks işçisi kadınlara tecavüz edildiği durumda faile üçte iki oranında indirim yapılıyordu. Bu maddenin “iffetli” ve “iffetsiz” kadın ayrımı yaparak Anayasa’nın eşitlik maddesine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine açılan itiraz davasında 4 AYM üyesi maddenin Anayasa’nın eşitlik maddesine aykırı olduğuna karar vermişti; ama içinde Ahmet Necdet Sezer’in de olduğu 7 AYM üyesi ise maddenin Anayasa’nın eşitlik maddesine aykırı olmadığını hükmetmişti. Ahmet Necdet Sezer’in de içinde olduğu bu üyeler, maddenin eşitliğe aykırı olmadığını iddia ettikleri kararlarında şöyle diyorlardı:

“…Irza geçmek ve kaçırmak suçlarının fuhşu kendine meslek edinen bir kadına karşı işlenmesinde, bu kişinin uğradığı zarar ile aynı eylemlerin iffetli bir kadına karşı yapılması durumunda onun gördüğü zarar eşit sayılamaz. İffetli bir kadının zorla kaçırılması veya ırzına geçilmesi onun onurunu, toplumdaki ve yaşadığı ortamdaki saygınlığını, giderilmesi olanaksız ölçüde kıracaktır. Oysa, aynı eylemlerle karşılaşan fuhşu meslek edinmiş bir kadının bu ölçüde zarar gördüğünü ileri sürmek ve kabul etmek güçtür. Fahişe, fuhşu kendisine meslek edinmiş, onu ticari bir iş kabul etmiş olduğundan bu tür kadınların kişi ve cinsel özgürlükleri iffetli kadınlarınki kadar bozulmuş sayılamaz. Kaçırmak ve ırza geçmek eylemleri iffete karşı işlenen birer suç olması ve bu eylemlerle karşılaşan fuhşu meslek edinen bir kadının uğrayacağı zararın, iffetli bir kadının uğrayacağı zarara göre çok daha az olacağı gerçeğinden hareket eden Yasa koyucu bu nedenle Türk Ceza Yasası'nın 438. maddesi ile böyle bir ayırıma yer vermiştir. Şu halde, fuhşu kendisine meslek edinen kadınlara karşı işlenen zorla kaçırmak veya ırza geçmek suçlarında böyle bir kadının uğradığı zararın aynı eylemlerle karşılaşan iffetli bir kadının uğradığı zarara göre daha az olması bu ayırımın haklı nedenini oluşturmaktadır. Bir bakımdan eşitlik ilkesine aykırı olduğu iddia edilen itiraz konusu Türk Ceza Kanunu'nun 438. maddesi, bu eylemlerle karşılaşan kadınların değişik durumlarından kaynaklanan zorunluluklara ve dolayısıyla haklı nedenlere dayandığından Anayasa'ın 10. maddesinde açıklanan eşitlik ilkesine aykırı değildir…”[9]

Hukukta kadınlara karşı işlenen nefret suçları tarihinin bir vesikası olan bu karar açıkça fahişe olan kadınlar ve fahişe olmayan kadınlar arasında bir ayrım yaratarak kadın özgürlüğünün sınırlarını çiziyordu. Sınırı aşanları ikincil derecede koruyarak cezalandırıyordu. Sınıra yaklaşanları da faillere tahrik indirimi vererek gene cezalandırıyordu. Dolayısıyla fahişe gibi “radikal” bir kadın “ahlaksızlığı” üzerinden ortaya çıkan bu “iffetli” ve iffetsiz” kadın ayrımı aslında hem ideal kadının ne olduğuyla ilgiliydi hem de ideal kadınlık sınırları dışına en ufak bir “hadsizlik” ile çıkan kadınların ikinci sınıf vatandaşlıkla cezalandırılacaklarıyla ilgiliydi. Hem de faillerin “iffetsiz” kadınlara karşı ceza indirimiyle ödüllendirilip azmettirilmesi demekti.

Anayasa Mahkemesinin aynı kararında karşı oy vererek maddenin Anayasa’nın eşitlik maddesine aykırı olduğunu söyleyen 1979 tarihinde Cumhuriyet Senatosunca Anayasa Mahkemesi asil üyeliğine seçilen AYM üyesi Yekta Güngör Özden ise karşı oy yazısında şunları yazmıştı:

“…Bu varsayıma dayanılarak cezada indirim yapılması kadının insanlık yönünden derecelendirilmesi, varlığının yadsınması, değerinin ve saygınlığının özel durumu nedeniyle küçümsenerek yasa önünde olumsuz bir ayrıcalığa bağlı tutulmasıdır. Ahlâk yönünden iyi tanınmayan bir kadına karşı suç işleyene verilen cezanın indirilmemesinin, iyi ahlâklı kadınlara zarar vereceğini, bunları üzeceğini ya da iyi ve kötü ahlâklı kadınları eşdeğer kılacağım düşünmek uygun bir tutum değildir… Önemli olan suçları azaltmaktır. Bu tür uygulama ise suçu artırıcıdır. Fuhşu meslek edinmeyen bir kadına saldırı yerine, fuhşu meslek edinen üç kadına saldırıyı yeğleten eski kural, Ceza Yasası'nın günümüze yakışmayan maddelerinden biridir. Fuhşu meslek edinsin edinmesin, hepsi bir kadındır, bir insandır, devlet için hepsi birer yurttaştır…”

AYM üyesi Yekta Güngör Özden, kibarca ilgili maddenin AZMETTİRİCİ bir madde olduğunu belirtmiş. Bugün idarenin disiplin cezalarıyla da yaptığı aslında buna benziyor. Dr. Kayataş hakkında verilen karar kadına karşı şiddet için insan hakları avukatı Eren Keskin’in de ifade ettiği gibi azmettiricilik barındırıyor.[10] Yani kadınlar arası Anayasal eşitliği devreden çıkararak ikinci sınıf vatandaşlar yaratma ve bu vatandaşları işten atma veyahut şiddetten daha az koruma, yani daha az değerli görme yoluyla kanun üstü bir vatandaşlık hukuku işletiyor, işin özü bu. Yolsuzluk, yasadışılığa göz yumma, kara para aklama, zimmet, irtikap ve rüşvet karnesi oldukça zayıf olan idarenin gerçekte “memuriyet ahlakıyla, onuruyla” vs. ilgilenmediğini söylemeye herhalde gerek yok. Bunun kadına yönelik şiddete karşı duran tüm kamuoyunca anlaşılması ve entelektüel eleştirinin hedefi olması gerekiyor.

Diğer karşı oy veren iki AYM üyesi ise yasanın “yerli ve milli” olandan ziyade kolonyal kökenlerine şaşırtıcı bir şekilde işaret ediyor. Askeri öğrenci olarak hukuk fakültelerini bitirmiş Necdet Darıcıoğlu ve Servet Tüzün karşı oy yazılarında şöyle diyorlar:

“Batı mevzuatında oldukça eski bir geçmişi bulunan bu hüküm, ırza geçmek suçunun ancak namuslu kadınlar aleyhinde işlenebileceği; fuhşu kendilerine meslek edinen kadınların bu eylemi ticarî bir iş saymış olmalarından dolayı, bunların cinsel özgürlüklerinin namuslu kadınların cinsel özgürlükleri ölçüsünde ihlal edilmiş sayılamayacağı, failin ücret karşılığında elde edilebileceği bir şeye zorla sahip çıkmasında sadece sınırlı bir vahamet görülebileceği doğrultusundaki görüşlerden kaynaklanmaktadır. Cinsel özgürlükten yararlanma ve bu özgürlüğün korunması bakımından bireyler arasında fark yaratılamayacağı, bunu özellikle yasaların yapamayacağı, tersine düzenleme ve uygulamaların bu nedenle hukuki esas ve dayanaktan yoksun kalacağı da aynı dönemlerde söylenmiş, savunulmuştur.”

Gerçekten de Dr. Kayataş kararı da olmak üzere “iffetli” ve “iffetsiz” kadın ayrımı yapan hukukun Batı mevzuatında oldukça köklü bir geçmişi bulunuyor. Fayda ilkesinin hukuka tesiriyle cinsel “ahlaksızlıklar” daha doğrusu özgürlükler kimseye zarar vermediği için suç olmaktan çıkıyor ve birer bireysel özgürlük oluyor, böylece “iffetli” ve “iffetsiz” kadın ayrımı yapanların fayda ilkesiyle alakası olmayan gerçek niyetleri ve kadın düşmanı siyasi rabıtaları ifşa edilmeye başlıyor. Neticede bu ayrımı yapanların kararları hukuksuzlaşmaya başlıyor. Zira Dr. Kayataş’ın hizmet dışı cinsel ahlaksızlığı kimseye zarar vermediği için idari disiplinin de konusu normalde asla olmamalıydı. Diğer türlüsü hukuki esas ve dayanaktan her zaman yoksun kalacaktır. Tabii ki hukuki esas ve dayanaktan yoksun kalacağı gibi kadınları “kadının hayatı esastır” şeklindeki bir hukuk anlayışıyla derecelendirmiş de olacaktır. Bu derecelendirmenin “en üst basamağında” hiçbir kadın hiçbir zaman olamayacağı gibi kadınlar her zaman “hak etmiş” olmakla suçlanma riski altında makul olmayan mağdurlar olacaktırlar. Yani her çeşit kadına karşı şiddet suçları için hangi kadınların bu suçları daha çok “hak ettiğine” dair bir kültürel veri sunulmuş olacaktır ve oluyor. Bunun en önemli kanıtı faillerin mahkemelerde tek bir fabrikadan çıkmış gibi yaptıkları savunmaların hep aynı yere çıkıyor oluşu: “Ahlaksızdı... Tayt, mini etek, erkeklik onuru, şeref, namus, haysiyet…” Dolayısıyla Dr. Kayataş kararı kadınlara yine yeniden had bildirme, ideal kadınlığın ne olduğunu hatırlatma anlamı taşıyor. Ayrıca bu karar potansiyel failleri suça azmettirmenin ve suç işledikten sonra kendilerini mahkemelerde nasıl savunmaları gerektiğini bir kere daha öğretmenin ta kendisi.

7 AYM üyesinin kadına karşı nefret suçu işleyen ve kadınları derecelendirmeyi meşrulaştıran bu kararına rağmen madde 438’e karşı 5 harfli cinler şişeden çoktan çıkmıştı. Türkiye’de N.T. olayının etkisiyle ciddi bir kamuoyu oluştu ve hukuk yoluyla kaldırılamayan madde siyaset yoluyla kaldırıldı. SHP ile ANAP, 438. maddenin kaldırılması için bir önerge hazırladılar ve 21 Kasım 1990’da ilgili madde kaldırıldı. Burada kamuoyunun bilinçlendirilmesinin kadınları “iffetli” ve “iffetsiz” olarak ayıran maddeler hususunda önemini görüyoruz. Dr. Kayataş kararının da böyle bir bilinçlenmeye evrilmesine katkı sunmak, kadın özgürlüğünü savunanların aslında tarihsel sorumluluğudur.

Bir diğer cinsel ahlakta çifte standarda dayanan meşhur kanun maddesi de zinanın suç olduğunu söyleyen 440. ve 441. maddelerdi; çünkü bu maddelere göre kadının zinasıyla erkeğin zinası eşit şekilde değerlendirilmiyordu. Evli erkek, ancak dost hayatı yaşar gibi eşinden başka bir kadınla cinsel ilişki yaşadığında zina etmiş sayılırken evli kadının tek bir kere eşinden başka bir erkekle cinsel birlikteliği zina olmasına yetiyordu. “Erkeğin elinin kiri, kadının alnının lekesi…” zihniyetinin ürünü olan bu madde söylemeye gerek yok ki namus cinayetlerini onaylıyor, kadına karşı şiddeti meşrulaştırıyor ve erkeği cinsel olarak özgür bırakırken kadını çeşitli baskı araçlarıyla cezalandıran “iffetli kadın” ve “iffetsiz kadın” ayrımı üzerinden yükseliyordu. Bu maddeye karşı da eşitlik mücadelesi yürütüldü ve öyle ya da böyle zina suç olmaktan çıktı.

Gerekli bir açıklama:

Dr. Larin Kayataş hakkında bazı manipülatif ve nefret saikiyle hareket eden haber siteleri tarafından hiçbir kanıt göstermeden internette paylaşılmış sadece iki mesnetsiz itham kullanılarak bazı haberler yapıldı. İnternetteki bu iki mesnetsiz ithamdan birincisi Ekşi Sözlük’te maviluna isimli yazarın aşkolandın larin başlığı altında 13.09.2021 tarihinde saat 19:42 ~ 20:51’de yazdığı bir entry’den oluşuyor.[11] İkinci hiçbir kanıt göstermeyen itham ise Twitter’da @lavendermond kullanıcı isimli hesabın 14.09.2021 tarihinde saat 11:29’da attığı viral olan bir tweet’ten oluşuyor.[12] İşte sosyal medyadaki bu iki paylaşım daha sonra basında, özellikle nefret basınında çıkan tüm manipülatif haberlerin referansı oluyor. Bu haberlerde başka hiçbir referans kullanılmıyor.

maviluna isimli yazarın kaynak gösterilen Ekşi Sözlük entry’si şöyle:

“arkadaşlar, sakin olun. nefretinizi kusmadan önce neden şikayet edildiğini, kınama aldığını vs. araştırın. hemşiresiniz ve doktor gelip “üff, canım şimdi tahlil girmek istemiyor, sonra yaparız.” diyor.

hastasınız, canınız yanıyor, acile gidiyorsunuz. doktorunuz sabaha kadar partiden partiye koşmuş, uyuşturucunun dibine vurmuş ve gözünün önünü göremiyor, alkol kokuyor. sonra birileri sana hesap sorduğunda ama lgbt hakları diye ağlıyorsun, ajitasyon yapıp destek bekliyorsun.

diğer paylaşımlarıma bakıp bu tarz bir faşizmi asla desteklemeyeceğimi görürsünüz.

bu muhabbet size aktarılan gibi değil. işi götünde bile olmayan, alkol ve uyuşturucudan aklı gitmiş birine acil serviste felç geçiren annenizi emanet eder misiniz ?

edit: gelen mesajlardan sonra şunu da eklemem gerekiyor; eğer konu cinsel yönelim ya da kimlik olsaydı, acilde çalışan gay ya da biseksüel hekimler hakkında da işlem başlatılırdı.

kendisi sizden destek görmek istiyor fakat acile gelen trans bireylere nasıl davranıyordu? bilmiyorsunuz di mi…”

Tek kaynağı bu entry olan İslami Analiz isimli bir haber sitesi “Alkol ve uyuşturucu müptelasından ‘beni doktorluktan attılar’ ajitasyonu” başlıklı bir nefret haberi paylaşıyor.[13] “Sınırsız özgürlük vadeden seküler yaşam, toplumun kimyasını bozmaya devam ediyor” ifadeleriyle niyetinin toplumun bir kesiminin hayat tarzına düşmanlık olduğunu açık ederek başlayan bu haber, maviluna isimli hesabın Ekşi Sözlük’teki entry’sinden başka hiçbir bilgi veya belge kullanmıyor. Bu Ekşi Sözlük entry’sini ise “Kayataş'ın mesai arkadaşı olduğunu söyleyen şahsın verdiği bilgiler şöyle:” ifadesiyle paylaşıyor. Halbuki yukarıdaki entry’de de görebileceğimiz gibi maviluna isimli hesabın en azından yazdığı entry’de Dr. Kayataş’ın mesai arkadaşı olduğuna dair hiçbir beyanı yok. İslami Analiz isimli haber sitesinin bu iddiasını neye dayandırdığı da haberde yazılmamış. Ayrıca bu “mesai arkadaşı” ifadesine birkaç haber sitesinde daha rastlıyoruz ve gene hiçbirinde entry’i yazan maviluna isimli hesabın nerede “mesai arkadaşı olduğunu” söylediği bilgisine rastlayamıyoruz ve haberi yazanların da bu iddialarını neye dayandırdıkları göremiyoruz.[14] Habere gerçeklik katmak adına sonradan yapılmış bir uydurma olabileceği gibi maviluna isimli hesapla özelden iletişim kurarak da doğruluğu meçhul bu bilgiye ulaşmış olabilirler. Her koşulda mesnetsiz bir itham ve habere gerçeklik katmak adına kullanılmış bu “görgü tanıklığı” retoriği gazetecilik etiği gereği kesinlikle somut gerçeklere dayandırılmalıydı. Bu yapılmıyor. Şimdi ise maviluna isimli Ekşi Sözlük yazarının yazdıklarını daha detaylı olarak tekrar değerlendirelim:

“arkadaşlar, sakin olun. nefretinizi kusmadan önce neden şikayet edildiğini, kınama aldığını vs. araştırın.”

Neden şikayet edildi?

Maviluna isimli yazar araştırın demiş olmasına rağmen kendisi nerede araştırma yapmış belirtmiyor. Gözüyle mi gördü kulaktan duyma bilgi mi paylaşıyor veyahut tahminlerinden ibaret spekülasyonlarda mı bulunuyor belirsiz. Gene de neden şikayet edildi sorusunun yanıtını belgelere dayanarak vermeye çalışıp dayanaksız söylentilerin hızlıca yayılmasına karşı incelikli akıl yürütmeyi ve hakikati savunalım. Dr. Larin Kayataş, hekimliğe başladığı ilk gün neden şikayet edildiğini ve neden uzaklaştırma, sonrasında da kınama aldığını basına verdiği demeçlerde zaten detaylı bir şekilde anlatıyor.[15] Ayrıca paylaştığı belgelerde de şikayet dilekçesinin içeriği açıkça görülüyor. Açıkça görülüyor ki 2020 yılının Eylül ayında Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne atananan Dr. Kayadaş, hastaneye atandığının ertesi günü B.K. isimli bir hastane personeli tarafından CİMER’e şikayet edilmiş. Dr. Larin Kayataş’ın hastaneye atandığı günün ertesi gününde yazılan bu dilekçede Kayataş için “Hastanemize gelen bu kişinin hal ve hareketleri hastanemizi küçük düşürücü, doktorluğa yakışmayan birtakım hareketleri var. Sosyal medyasına bakın, gerekeni yapın.” minvalinde laflar ediliyor. Dolayısıyla neden şikayet edildiğine dair durum gayet açık ve seçik: Sosyal medyadaki “ahlaksız” paylaşımları sebebiyle. Aksini iddia eden iddiasını kanıtlamakla mesuldür, diğer türlüsü anonim hesaplar aracılığıyla mesnetsiz ithamlarda bulunup iftira olup olmadığı belirsiz söylentilerle sosyal cinayet işlemeye giriyor.

Neden kınama aldı?

Dr. Kayataş’ın atandığının ertesi günün yazılan dilekçeye istinaden İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü hemen soruşturmaya başlıyor. Bu şikayet dilekçesinden bir ay sonra, ilk olarak Dr. Kayataş 3 ay görevden uzaklaştırılıyor. 3 aylık uzaklaştırma bittikten sonra hastaneye dönen Dr. Kayataş aynı soruşturmanın devam ettiğini söylüyor. Bu devam eden soruşturma sürecinde Dr. Kayataş 3 defa savunmaya çağırılıyor. Dr. Kayataş’ın ifadesine ve paylaştığı belgelere göre bu soruşturmalar esnasında sosyal medya paylaşımları hakkında bu paylaşımların neden cinsel içerikli olduğuna dair kendisine sorular soruyorlar. Buna ek olarak, 8 Mart’a neden katıldığı veyahut CHP hakkındaki tweet’lerinde ne demek istediği de soruyorlar. Ayrıca sorulan sorular arasında “Bu arada siz trans kadın mısınız?” sorusu da var. Özetle sosyal medya paylaşımlarındaki cinsel ve siyasi içerikler ve de rabıtasız bir şekilde cinsiyet kimliği olmak üzere temelde üç konu hakkında kendisi soruşturuluyor. Sonuç olarak “hizmet dışında devlet memurunun itibar ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunmak” gerekçesiyle kendisine uzaklaştırmadan sonra bir de kınama cezası veriliyor. Önce uzaklaştırma ve uzaklaştırma bittikten sonra 3 defa savunması alınıp verilen kınama cezasının hemen ardından da “hal ve hareketlerinde memuriyetle bağdaşmayacak durumları” tespit edildiği için memuriyetten atılıyor.

“…neden şikayet edildiğini, kınama aldığını vs. araştırın” diyen yazar aksini mi iddia ediyor? Belgeleriyle ve tanıklıklarıyla bunu ortaya koyması gerekiyor o halde. Dr. Kayataş’ın beyanları çok açık ve seçik. Bunların aksini hiçbir somut dayanak sunmadan itham eden sorumsuz bir anonim sosyal medya hesabı ne kadar ciddiye alınabilir? Şu durumda bu Ekşi Sözlük yazarının kanıtsız ithamları karalamadan fazlası olmayacaktır.

Ekşi Sözlük’teki entry’i okumaya devam edebiliriz.

“hemşiresiniz ve doktor gelip “üff, canım şimdi tahlil girmek istemiyor, sonra yaparız.” diyor.

hastasınız, canınız yanıyor, acile gidiyorsunuz. doktorunuz sabaha kadar partiden partiye koşmuş, uyuşturucunun dibine vurmuş ve gözünün önünü göremiyor, alkol kokuyor.”

Bu ithamlar hizmet dışıyla değil hizmet içiyle ilgili ithamlar ve gene hiçbir kanıta dayanmayan Ekşi Sözlük entry’si olmaktan ibaretler. Oysa Dr. Kayataş’ın memuriyetten atılma sürecinde anlaşılan o ki hizmet içindeki değil hizmet dışındaki “ahlaksızlığı” atılmanın gerekçesi. Yukarıdaki ithamların hiçbiri hiçbir belgede yok. Bu ithamlar bir anda anonim bir hesaptan bir Ekşi Sözlük girdisi olarak karşımıza çıktı. Hizmet içindeki mesleki durumuyla ilgili yukarıdaki ithamlar, itham sahibi bunları ispat edemediği sürece Dr. Kayataş’ın kişiliğine saldırı niteliğinde karalamalar olarak kalacaktır. Mesleğini alkol veya uyuşturucu etkisi altında icra etmiş olduğuna dair hiçbir somut kanıt sunulmadan, bir hekime, “uyuşturucunun dibine vurmuş” diyerek hakaret etmek ve onu görevini ihmal etmiş olmakla suçlamak, üstelik bunu anonim bir şekilde internet ortamında yapmak ne kadar ciddiye alınabilir? Memuriyetten men edilme sebebi hizmet dışında, sosyal medya hesabındaki “genel ahlaksız” paylaşımlarken ve gene hizmet dışında “memuriyetle bağdaşmayacak hal ve hareketleri” olduğu gerekçesi sunulmuşken hizmet içi bir kusur varmış gibi manipülatif ve kanıtsız beyanlarda bulunmak ne kadar ciddiye alınabilir?

“sonra birileri sana hesap sorduğunda (kınamayı ve meslekten atılmayı kastediyor olmalı) ama lgbt hakları diye ağlıyorsun, ajitasyon yapıp destek bekliyorsun.”

Bu ifadeler görünen o ki çarpıtma dolu ifadeler. Dr. Kayataş, hiçbir açıklamasında “lgbti hakları”ndan söz etmiyor. Yalnızca, en başından sonuna kadar süreci anlatıyor. Sürecin bir aşamasında disiplin soruşmasını yürüten memurlar Dr. Kayataş’a “Bu arada siz trans kadın mısınız?” diye konuyla alakasız, hukuken sorulmaması gereken, sorulması durumunda hukuken ayrımcılık yasağını çiğneme bağlamı taşıyan bir soru sormuşlar. Bu ayrımcı sorunun kamuoyuyla paylaşması ajitasyon değildir; çünkü soruşturmayı yürüten memurların bu sorusu rabıtasız kanıt sorusudur ve soruşturmanın sonucu ile ilgisizdir. Zaten mesele bu sorunun “evet” veya “hayır” şeklindeki her iki yanıtının da disiplin soruşturmasıyla tamamen ilgisizliğine rağmen sorulmuş olmasıdır. Bu sorunun sorulduğunu Dr. Kayataş’ın paylaşması kadar olağan bir durum olamaz. Bu soru tüm alakasızlığına rağmen sorulduysa o halde “trans kadın olmak disiplin suçu mu” diye itiraz etmek kadar mantıklı bir itiraz da olamaz. Dr. Kayataş bundan fazlasını yapmadı, şimdi buna ajitasyon demek insan hakları literatürü açısından transfobidir.

“diğer paylaşımlarıma bakıp bu tarz bir faşizmi asla desteklemeyeceğimi görürsünüz.

bu muhabbet size aktarılan gibi değil. işi götünde bile olmayan, alkol ve uyuşturucudan aklı gitmiş birine acil serviste felç geçiren annenizi emanet eder misiniz ?”

Burada Dr. Kayataş’a hiçbir kanıt olmadan hakaret edilmeye devam ediliyor. Ayrıca bir insanın özel hayatında alkol kullanması alkol tesiri altında mesleğini icra etmediği sürece zaten özgürlüktür, özel hayatında uyuşturucu kullanması ise suçsa merci ceza mahkemeleri ve bu mahkemelerin vereceği kararlardır. Ortada böyle bir hususta ne bir ceza mahkemesi ne de bir hüküm var. Gene de konu özel hayatında alkol veya uyuşturucu kullanması olamazdı ancak uyuşturucu ve alkol etkisi altında mesleğin icra edip etmediği olabilirdi. Veyahut mental sağlığının mesleğini icra etmesini engelleyecek ölçüde bozulup bozulmadığı olabilirdi konu. Bir doktoru; uyuşturucu ve alkol etkisi altında mesleğini icra edip etmediği veya mental sağlığının mesleğini icra ettirmeye müsait olup olmadığı hususunda denetleyebilecek tek yetkililer diğer doktorlardır, mesai arkadaşlarıdır, sağlık çalışanlarıdır. Dr. Kayataş, 6 yıllık tıp eğitiminin son iki yılını Çapa Tıp Fakültesinde uzman ve kıdemli doktorlarının gözetimi altında zaten hasta bakarak geçirmiş bir hekim. Uyuşturucu ve alkol etkisi altında olanları gözlerinden tanıyacak uzman ve kıdemli hekimlerin gözetimi altında eğitimini tamamladı. Kendisi hakkında bu konuda bu zamana kadar tutulmuş hiçbir tutanak hiçbir disiplin soruşturması vs. yok. Ayrıca Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesindeki doktorlardan da bu yönde hiçbir tutanak, bildirim, tanıklık vs. duymadık, görmedik. Ayrıca Dr. Kayataş için yazılmış şikayet dilekçesinin içeriği tamamen cinsel ahlaksızlık iddialarından oluşuyor ve bu dilekçe Dr. Kayataş atandıktan BİR GÜN sonra yazılmış bir dilekçe. Uzaklaştırma, kınama ve memuriyetten atma süreci boyunca uyuşturucu ve alkol etkisi altında mesleğin icra edildiğine veyahut mental sağlığının bozulduğuna dair ne bir şikayet ne bir soruşturma ne bir kanıt, tutanak vs. var. Tüm süreç sosyal medya paylaşımlarındaki ahlaksızlık üzerinden yürütülüyor!

Buna rağmen, önyargılar neticesinde mesnetsiz, dayanaksız her türlü alelade laf hakikatin yerine geçebiliyor. Mesleğini alkol ve uyuşturucu etkisi altında icra ettiğine veya akli dengesinin bu sebeple bozulduğuna dair hiçbir kanıt olmadan “alkol ve uyuşturucudan aklı gitmiş biri” deniliyor kendisine. Memuriyetten atma sürecine ait belgelerde hizmet içi hiçbir kusur referans verilmemişken yeni bir gerçeklik medya yoluyla bu şekilde yaratılıyor. Asıl hakikat, hizmet dışında sosyal medya paylaşımları yani hizmet dışındaki “ahlaksızlığı” vs. iken alternatif gerçeklikte Dr. Kayataş’ın memuriyetten atılmasını meşrulaştırmak için hiçbir kanıta dayanmadan yaygınlaştırılmak üzere alternatif bir hikaye kurgulanıyor. Sosyal medya okuryazarlığının yetersiz olmasından ve mevcut kadın düşmanlığının verdiği kolaylıktan faydalanılıyor. Bu tarz “aslında şöyle olmuştur” ve “o yüzden de hak etmiştir” kurgusu eski ve tanıdık bir kadın düşmanlığından fazlası değil.

“edit: gelen mesajlardan sonra şunu da eklemem gerekiyor; eğer konu cinsel yönelim ya da kimlik olsaydı, acilde çalışan gay ya da biseksüel hekimler hakkında da işlem başlatılırdı.

kendisi sizden destek görmek istiyor fakat acile gelen trans bireylere nasıl davranıyordu? bilmiyorsunuz di mi…”

Dr. Kayataş hiçbir zaman, hiçbir açıklamasında trans kadın olduğu için yani cinsiyet kimliği sebebiyle memuriyetten atıldığını söylemedi. Bu çarpıtma, kökenini Dr. Kayataş’ın disiplin soruşturması esnasında kendisine alakasız olarak sorulan “Bu arada siz trans kadın mısınız?” sorusuna karşı “Konuyla alakası nedir? Trans kadın olmak disiplin suçu mu? Suç mu?” minvalindeki itirazından alıyor. Bu itiraz kasten çarpıtılarak “Trans kadın olduğu için atıldığını söylemişti gerçek ortaya çıktı” kurgusuna yediriliyor. Dr. Kayataş gerçekleri saklayarak “trans kadın olduğum için atıldım” yalanı söylemiş gibi muamele görüyor. Halbuki hiçbir açıklamasında böyle bir beyanı yok. Dr. Kayataş başından beri toplumun bir kesimi tarafından ahlaksız – iffetsiz görüldüğü gerekçesiyle, sosyal medya paylaşımlarının genel ahlaka aykırı bulunduğu vb. gerekçelerle memuriyetten atıldığını söylüyor. Buna ek olarak da halihazırda gerçekleşmiş bir hakikati de bizlerle paylaşıyor: Soruşturmayı yürüten memurlar konuyla hiçbir alakası olmadığı halde Kayataş’a cinsiyet kimliğinin trans olup olmadığını sormuşlar. Bu atılma sebebinin kısmen de olsa cinsiyet kimliği olduğunu tabii ki gösterir. Zira Hakem Dinçdağ gayet “ahlaklı” bir insan olmasına sadece eşcinsel olduğunu söylediği için hakemlikten atılmıştı ve homofobi/transfobi diye bir hakikat en azılı şekliyle mevcut; ama Dr. Kayataş en başından beri açıkça atılma sebebinin “genel ahlaksızlık” vb. gerekçeler olduğunu vurguluyor. Acile gelen trans kadınlara, erkeklere veyahut translara nasıl davrandığına dair de spekülatif, hiçbir somut kanıt içermeyen imalar hizmet dışı genel ahlak sebebiyle işten atılmış kadın memurun memuriyetten atılmasını hizmet içi kusurlar varmış gibi göstererek meşrulaştırmaktan ve kadın düşmanlığını yeniden yeniden üretmekten fazlasına yaramıyor.

@lavendermond isimli Twitter hesabının kaynak gösterilen somut dayanaktan yoksun tweet’i ise şöyle:

“…hastanede çalışan doktorlardan (Kim bu doktorlar?) aldığımız (Siz kimsiniz?) bilgiye göre şekeri düşen bir hastayı bekleme odasına gönderip orada unuttuğun için hasta komaya girmiş ve bu sebeple işine son verilmiş. (Miş? Kim söyledi bu sebeple işine son verildiğini? Bu teknik olarak işine son verme değil, disiplin soruşturması neticesinde memuriyetten atma. Yani memura savunması alındığı esnada hangi disiplinsizlike suçlandığı açık açık söyleniyor. Bu aşamaların hiçbirinde bu tweet’teki idda yok.)”

@lavendermond isimli Twitter hesabı, Dr. Kayataş disiplin soruşturmasına ait tüm belgeleri yayınladıktan sonra hesabını gizledi. Hesap kendini “…bu bir iddia bile olsa ispat benim üzerime değildir mecbur da değilim kanıt göstermeye…” şeklinde savunmaya çalışıyor. Öncelikle bu bir iddia olmaktan çok ötesidir, mesnetsiz yani dayanaktan yoksun bir ithamdır. Değilse, yani iftira değilse, ispatlamakla tabii ki mesuldür; çünkü sosyal ölümü meşrulaştıran temel iki ithamdan birini oluşturmuş durumda. Bu mesnetsiz itham “Hastanede çalışan doktorlardan aldığımız bilgiye göre…” diyerek başlıyor. Zaten ona tüm sahte gerçekliğini katan ve viral olarak “bakın hak etmiş” diyerek yayılma gücünü veren sahte dayanak da bu: “Hastanede çalışan doktorlardan aldığımız bilgiye göre…”! Dört gözle aranan “aslında hak etmiştir” hikyesi için uydurumuş bir yalan olmadığı ne malum bu tweet’in? Kim bu bilgisi alınan doktorlar? Böyle bir vaka gerçekleşmişse bunun başhekimliğe, TTB’ye vs. bildirilmiş olması mecburiyettir o doktorlar açısından. Nerede bu bildirim belgeleri? Nerede tutanaklar? İşte bu gibi soruların sorulmayacağını bilen müfteri anonim hesaplar insanların hayatlarını kritik konularda yalan bilgi yayarak tehdit edebiliyorlar. Tek bir tweet “kötü bir doktormuş aslında, hastalarına zarar veriyormuş” şeklindeki algının oluşması için yetebiliyor. İdarenin işleyeceğini herkesin önceden bildiği bir meslek namusu cinayetiyle Dr. Kayataş “sosyal ölüme” itilmişken göz göre göre bu cinayet meşru hale getiriliyor. Bugün sosyal medya ve oradaki mesnetsiz ithamları referans gösteren nefret basını, Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi’sinin kasabasının ta kendisi.   

“Bana bir önyargı verin dünyayı yerinden oynatayım.” cümlesindeki önyargı Dr. Kayataş’ın bir kadın olarak “genel ahlaksız” hayatı. Böyle bir hayatı varsa “güvenilmez ve hatalı bir doktordur” çıkarımı kolayca yapılıp hak etmiştir denilebiliyor. Böylece idarenin işlediği meslek namusu cinayeti görünmez kılınıyor. Dr. Kayataş’ın sosyal medya hesabına bakan kasaba, onun bu atılmayı hak ettiğini iddia ediyor ve alternatif hikayeler yazıyor. Yetmiyor, aradıkları kılıfı tek bir CHP tweet’inde bulmaya çalışan idarenin kendisi dahi bunu başaramamışken, siyaset yapma yasağını ihlal ettiği için attık diyememişlerken, bu meslek namusu cinayetini meşrulaştırmak için bu tweet’e dahi sığınma acziyeti gösteriliyor: “Ama memursan siyasi görüş bildiremezsin!” Oysa Dr. Kayataş, bir siyasi partiye üye değil. Dolayısıyla siyasi tercihi hakkında tek bir tweet’le görüş bildirmiş olsa dahi bunun karşılığı memuriyetten atma olamaz. Nitekim öyle de olmamıştır, memuriyetten atılma nedeni 657 sayılı Kanunun 56. maddesindeki hükme istinaden “hal ve hareketlerinde memuriyetle bağdaşmayacak durumları” tespit edilmiş olmasıdır. Bununda tüm belgelerde görüleceği üzere dayanağı sosyal medya paylaşımlarındaki cinsel içerikli konuşmalar ve hareketlerdir, yani “genel ahlaksızlık” iddiasıdır. Kaldı ki memurların siyaset yapma yasağının uluslarası hukuki nedeni memurun tarafsızlığını korumaktır, ayrımcılık yapmasını engellemektir. Türkiye’de idarenin ayrımcılık yönünden karnesinin ne kadar zayıf olduğunu gene söylemeye hiç gerek yoktur.

Bir ekşisözlük yazarı ve bir Twitter kullanıcısının hiçbir kaynak veya kanıt sunmadan paylaştıkları asılsız iddialara dayanarak hazırlanan “işin aslı ortaya çıktı” tarzındaki kötücül haberler sosyal medyanın ve gazeteciliğin bazen akıl ve mantıktan ne kadar uzaklaşabileceğini gösteriyor. “Bağımlı doktor hastasını bekleme odasında unuttu” şeklinde önyargılara dayalı alternatif bir gerçeklik yaratılarak “hak etti” deniliyor. Bu aslında ahlaksızlığın tek başına atılma sebebi olarak toplumda kabul görmediğinin de bir kanıtı, zira atılmasını haklı göstermek isteyen düşmancıl nefret basını dahi “aslında şeker hastasını bekleme odasında unuttu” kurgusuna sığınmak zorunda kalıyor. Topluma eskisi gibi açık açık “ahlaksızdı attık” diyemiyorlar ve toplumun rızasını alamıyorlar. Ancak bu kanıtsız tıbbi hata ithamları, işgüzarların idare hukuku ve memuriyetten ihraç konusunda ne derece cahil olduklarını gösteriyor.

Oysa gazetecinin asgari görevi kanıtsız sosyal medya beyanlarını hakikat kabul ederek haber yapmak yerine en azından Türk Tabipler Birliği’nin avukatına ve Dr. Larin Kayataş’ın avukatına ulaşarak disiplin soruşturmasına dair belgeleri ve bilgileri talep etmek olmalıydı. Bu belgelerde açıkça ihraç sebebinin “hal ve hareketlerinde memuriyetle bağdaşmayacak durumları” olduğu ve sürecin hizmet dışı ahlakla ilgili olduğu görülüyor. Kaldı ki Dr. Kayataş da en başından beri bunu söylüyor.

Bitirirken…

İffetsiz kadınlar vardır. Onları hayattan atmaya çalışanlara ve ikiyüzlü ahlakçılıkla düzmece “onur”lar korumaya çalışanlara Ömer Hayyam’ın Sabahattin Eyüboğlu tarafından Türkçeye çevrilen bir rubaisi ile cevap vererek bitirelim!

Şeyh fahişeye demiş ki: Utanmaz kadın;

Her gün sarhoşsun, onun bunun kucağındasın.

Doğru, demiş fahişe, ben öyleyim; ya sen?

Sen bakalım şu göründüğün adam mısın?

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.



[2] "Adaylık süresi içinde temel ve hazırlayıcı eğitim ve staj devrelerinin her birinde başarısız olanlarla adaylık süresi içinde hal ve hareketlerinde memuriyetle bağdaşmayacak durumları, göreve devamsızlıkları tespit edilenlerin sicil amirlerinin teklifi ve atamaya yetkili amirin onayı ile ilişikleri kesilir."

[6] A.g.e. [Son erişim: 19.09.2021]

[7] BOA, DH.EUM.MH.., 263/29.

[8] A.g.e.


Etiketler: insan hakları, kadın, medya, yaşam, çalışma hayatı, cinsellik
İstihdam