27/01/2023 | Yazar: Özlem Altıparmak
Benden sonrası tufan diyerek bir hak mücadelesi veremeyiz. Haklar tüketilerek değil, çoğaltılarak ve dayanışarak zenginleşir. Çevre hakkının üçüncü kuşak bir dayanışma hakkı olması bu nedenle önemli.
İnsan hakları arasında bir hiyerarşi olmadığını söyleriz hep. Ancak hayat bulduğunuz topraklarda, en ufak hak kırıntısı için bile çetin mücadeleler veriyorsanız ve sahip olduğunuz haklar için her daim bir mevzi savunmak zorundaysanız, ister istemez bir sıralama yapmanız gerekir.
İfade özgürlüğünüz yoksa veya her an bir şiddetin mağduru olma ihtimaliniz varsa, yaşama dair önceliğiniz bunlar olur. Bir yazı yazdınız diye yargılanıp tutuklanmanız mümkünse, sağlıklı bir çevrede yaşam hakkını savunmak nedense daha az hayati ve hatta önemsiz olarak kabul edilir. İnsan hakları örgütlerinin gündeminde ve çalışmalarında ne yazık ki hak ettiği yeri almaz. Oysa iklim krizi mevzubahis olduğunda, hepimiz potansiyel bir mağdur olarak konuşuyor oluruz. Kuraklık veya bir sel nedeniyle yerimizden, yurdumuzdan olmamız çok uzak bir ihtimal değil.
İklim değişikliği artık etkilerinden kaçamayacağımız bir bilimsel gerçeklik olarak karşımızda duruyor ve sadece bir sıcaklık artışı veya geçici mevsimsel bir değişim olarak etki yapmıyor. Seller, orman yangınları, kuraklık ve afetler olarak kendini gösteriyor. Bu etki, ne yazık ki gittikçe şiddetlenecek ve bundan en çok etkilenenler de yine savunmasız kişi ve gruplar olacak. Suya, gıdaya veya sağlık hizmetine erişimde sıkıntılar yaşadığımızda, aynı covid döneminde olduğu gibi “hayat, sadece bazılarımız için eve sığacak”. İşte o bazılarımız bir yangını veya seli korunaklı evlerinde televizyon ekranlarından izlerken, öteki olan bazılarımız o selin içinde sürüklenip gidecek. Cinsiyetler ve kimlikler arası, kuşaklar arası, sınıflar ve statüler arası ilişkileri irdelemediğimiz, farklı grupların iklim değişikliğinden ve doğa tahribatından nasıl etkileneceklerini düşünüp önlem ve uyum politikaları geliştirmediğimiz sürece, gerçek alamda bir adaletten söz etmemiz artık mümkün değil. İklim ve doğa tahribatı hepimizin kırılganlığını arttırıyor. İklim krizine karşı dirençli olmamızı sağlayacak, iklim adaletini gerçekleştirecek sosyal politikalara ihtiyacımız var.
Bir sel felaketinde yüzme bilmediği için ölen kadınların sayısının fazla olması ya da afet, ekonomik kriz ve göç durumunda erken yaşta evliliklerin, tacizin ve cinsel şiddetin artması hiç de tesadüfi şeyler değil. Diğer her şey gibi, iklim değişikliğinin de toplumsal cinsiyet yüzü var ve çok katmanlı bir mesele. Eşitsizlikleri, kırılganlıkları ve adaletsizliği arttıran bir yapısı var. Ancak çevre konusu, bu alanda çalışanlar tarafından mühendislik ve ekonomik bir mesele olarak çalışılıyor. Tekniği ve terminolojisi de zor olunca haliyle aramıza epey bir mesafe giriyor ve konuyu anlamakta zorlanıyoruz.
Uzunca bir süre insan hakları alanında çalışan biri olarak, doğa mücadelesine adım attığımda epey zorlandığımı itiraf etmeliyim. Haklarımızın varlığı için bu konunun önemini ve hak temelli bir bakışla nasıl çalışılabileceğini anlamam biraz zaman aldı benim. Aradaki bağlantıyı kurduğum andan itibaren, iklim çatısı altında ve bütüncül bir bakışla konuyu çalışmaya başladım ve de bu alana tutkuyla bağlandım. Eğer insan hakları savunucuları ve toplumsal cinsiyet, göç, engelli bireyler, çocuk hakları gibi konularda çalışan hak örgütleri ve kişiler olarak bu konuya eğilmezsek, haklarımızı savunup kendimizi var edebileceğimiz “çevre”mizi kayıp ediyor olacağız. Çıkan zeytin yönetmeliğine karşı çıkmak için zeytin ağacımızın olmasına gerek yok. O zeytin, bizim bir parçası olduğumuz doğada hayat buluyor. Bitmeyen enerji ihtiyacımıza kaynak bir maden projesi, bizim yaşam alanımızda ruhsatlandırılıyor. Kentin ortak mekânlarında söz söyleme hakkımız engelleniyor. Bir ağacın kaderiyle kendi kaderimizi ortak görmediğimiz sürece, bu topraklarda köklenmemiz ve serpilip gelişmemiz mümkün değil. Çevresel demokrasi, şeffaf bilgi, yaşam alanımızla ilgili kararlara katılım veya bir felaket anında korunup kollanmaya olan ihtiyacımız çok lüks veya uç talepler değil. Tam da tertemiz bir havayı içimize çekmek gibi elzem ve en temel haklarımız bunlar bizim.
Benden sonrası tufan diyerek bir hak mücadelesi veremeyiz. Haklar tüketilerek değil, çoğaltılarak ve dayanışarak zenginleşir. Çevre hakkının üçüncü kuşak bir dayanışma hakkı olması bu nedenle önemli. Sadece devletten talep edeceğimiz bir hak değil bu. Doğa karşısında kendi varlığımızın farkına vararak, hep birlikte dayanışarak, idarecilerden hesap sorarak, okuyup öğrenerek bu hakkı gerçek yapacağız.
İfade özgürlüğümüz kısıtlandığında konuşup yazmayarak, örgütlenme hakkımıza müdahale edildiğinde örgütlülüğümüzden vazgeçerek hayatta kalacağımızı düşünüp kendimizi koruyabileceğimize inanıyor olabiliriz, ancak söz konusu doğa olduğunda kaçacak bir yerimiz yok. Çünkü doğa biziz. İçinde hayat bulduğumuz ve kendimize haklar bahşettiğimiz biricik yerkürenin tahribatından bizim sağ çıkmamız mümkün değil. Doğaya hükmettiğimizi sandığımız anlarda, maviliğine kulaç attığımız denizin aslında bir zamanlar bir dağın zirvesi, içimize çektiğimiz nefesin de muhteşem yaşam döngüsünün bir parçası olduğunu fark etmemiz gerek. Kendi yaşamımızla sınırlı bir zaman ve hak algısı içine hapsolmadan, bir bütünün parçası olduğumuzu özümseyerek doğayı ve haklarımızı savunmalıyız biz. Gerçek özgürlük, içimize çektiğimiz o nefeste saklı…
Kaos GL Dergisine ulaşın
Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin İklim dosya konulu 184. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: yaşam, ekoloji