28/09/2015 | Yazar: Erdem Seyfioğlu

‘Ölsünler mi hocam?’ diye sormuştum. ‘Yani böyleler diye ölsünler mi?’

İnanmak en kolayıydı. Asıl zor olan, inançsızlık çatısı altında inandığın şeyleri, inançlı bir toplumun önünde anlatabilmekti.  

İmam Hatip Lisesi’ne yazıldığım ilk günü ve neden yazılmaya gittiğimi birebir hatırlıyorum. Ne korkum vardı ne de çekincem çünkü toplumun bana olmam için gösterdiği o “erkek” profilini orada yakalayabilecektim. Özenle çizilmiş, usta ellerde dokunmuş bu kostümü giymeye hazırdım. Çünkü baskılardan, sözlü tacizlerden o kadar sıkılmıştım ki bu tek çıkar yol gibi görünmüştü.

Okul karma olmasına rağmen erkekler ve kadınların aynı ortamda bulunması pek hoş karşılanmıyordu ve ben de kurallara ilk uyanlardan biri olacaktım.  

Yalnızca ilk hafta bu kurala uyabildim. Hatta belki de üç dört gün. Sonraki günlerde insanlardan ne kadar farklı düşündüğümü fark etmiştim. Okul değiştirmekten tutun, okulu bırakıp açıktan devam etmeye kadar her fikir aklıma geliyordu. Pişmandım.

Mesleki dersler sanki özellikle eşcinselliği lanetlemek üzere kurgulanmıştı. Ya da insanları hep bir kalıba koyma mücadelesi içerisindeydiler. Bir derste helal kesimden bahsedildiğinde savunan ve benimseyen o insanların ders arasında Amerikan markalı fastfood yemekleri nasıl iştahla yediklerini gördükçe gülümsüyordum. Savunmaları hazırdı her zaman: “Ama burada kesiliyorlar.”

“İnsanları bir başlık altında toplayacaksak bu başlık barış olsun,” dediğim zaman, bunun mümkün olmayacağını söyleyen hocalarım vardı, “Ne saygısıymış? İmansız birine saygı duyamam ben. Onlar da bize duymaz zaten,” diye çıkışan hocalarım da...

Konu her defasında Lut Kavmi’ne geldiği zaman başımı dik tutmayı öğrenmiştim dört sene içerisinde. Sanki onlar gibi düşünüyor gibi kafamı sallıyordum. Ya da dinlemiyordum.  

“Lanetli toplum! Yemekleri yiyorlardı, sonra parmak atıyorlar, kusuyorlardı! Sonra tekrar yemek... Üstüne kadınları terk ediyorlar, erkeklerle birlikte oluyorlardı! Livata! Livatadır bunun adı! Arşı titreten bir olay da budur işte! Livatadır! Bugün bir de bunların savunucuları çıktı. Yürüyüşler yapıyorlar! Yazık... Hoş bir şeymiş gibi gösteriyorlar!”  

“Ölsünler mi hocam?” diye sormuştum. “Yani böyleler diye ölsünler mi?”  

“Ölseler daha az günah işlerler,” demişti. “Bunun elle tutulur yanı var mı? Yok.”  

“Sizin yaptığınızın da elle tutulur yanı yok. Kimseyi öldürme, hoşgörülü davran diye emreden sizin dininiz değil mi?”

“Arşı titreten olaylar diyorum oğlum, anlamıyor musun?” diye çıkışmıştı.

“Arşın titrediğini gördünüz mü hocam? Ya da arş titreyince ne oluyor? Üstelik sizin dediğinize bakılırsa dünyanın başımıza yıkılması gerekirdi. Çünkü şu dakika bile hala o lanetli toplum yaşıyor. Üstelik uzakta değil, her yerdeler.”

Susturuldum. Konular mı değiştirilmedi; besmeleler, tevbeler mi çekilmedi... Bereket ki sene sonu notlarımda bir kırılma yapılmadı da rahatça mezun oldum.

Okul yıllarımda genelde devamsızlıklarımı sınıra kadar kullanan bir öğrenci oldum. Vaktimi kütüphanede geçirdim. Okuldan kaçıp, oraya gidiyordum, okuyordum. Okudukça da kostümümü çıkarıyordum. İçinden yepyeni bir ben çıkıyordu. İnançları ve renkleriyle yeni bir ben. Ve bundan memnundum.

Elimden geldiğince insanlara bunları anlatmaya çalışıyordum. Hem olumlu hem olumsuz dönüşler alıyordum. Ama anlatmaktan keyif alıyordum. Bir kişi bile bir şeyler öğrendiyse ne güzel diyordum. Tabii yalnızca güvendiğim insanlara anlatıyordum. Çünkü tektim ve kendimi tehlikeye atmak istemiyordum.

İmam Hatip’te okumak bana kimliğimi kazandırdı. Tuhaf bir cümle gibi gelebilir ama baskının olduğu topluluklarda içindekini ifade etmek isteyen insanlar daha da çoğalır kanımca. Herhalde onun gibi bir şeydi. İçimdekini ifade etmek istiyordum, baskı altındaydım ve onların seçtiği karakterleri ucuz bir makyaj malzemesi gibi yüzümde taşıyordum. Her an akacaktı makyaj; gerek ağlarken, gerek yağmurlarla...


Etiketler: yaşam, din/inanç
İstihdam