16/08/2016 | Yazar: Betül Yarar

Siyasi kimliğimi ve şimdiye kadar yapıp ettiklerimi düşününce, bana isnat edilmeye çalışılan FETÖ’cülük sıfatı karşısında sadece acı bir hüzünle gülüyorum. Bir gün FETÖ’cü olmadığımı ifade etmek üzere bu açıklama metnini yazacağım aklıma asla gelmezdi.

Ben Barış için Akademisyenler bildirisini imzalamış akademisyenlerden biriyim. Bir süredir barış için imzacı akademisyenler olarak bilinen bizlere yönelmiş olan baskıların ve hak ihlallerinin bugün yeni bir boyuta vardığını görüyor ve bunun daha da büyümesinden endişeleniyoruz. Örneğin darbe girişimi sonrasında pek çok imzacı akademisyen üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırıldıkları gördükçe bu endişemiz güçleniyor. Nitekim benim yaşadıklarım da benzer biçimde insanlara nereye doğru gidiyoruz sorusunu sorduracak nitelikte.

Birkaç gün önce Gazi Üniversitesi’nde açığa alınan 174 çalışanın içine dahil edilmiş olduğumu öğrendim. Barış için imza atmış bir akademisyen olarak, aynı şekilde imza atan ancak tehditler sonrasında imzasını çekmek zorunda kalan Doç. Dr. Kemal İnal’la birlikte Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesindeki görevimizden uzaklaştırıldık.

Akademik çalışmalarım için davetli olduğum Fransa’ya henüz geldiğimde, darbe girişiminden haberdar oldum. Yurt dışında olduğum için ve orada beni yakalayan sağlık sorunlarım nedeniyle aldığım raporla ilişkili olarak, OHAL ile ilgili olarak izinlerin iptali sürecini takip etmesini avukatımdan rica ettim. Bunun üzerine Gazi Üniversitesi Rektörlüğü Personel Daire Başkanı ile görüşmeye giden avukatıma sözlü olarak görevden uzaklaştırıldığım, FETÖ’cü olmakla suçlandığım ifade edilmiş ve hatta hakkımda dosyalarca bilgi bulunduğu iddiası da eklenmiş. Darbe girişimi sonrasında pek çok başka üniversitede imzacıların açığa alındıklarını biliyor, bunun benim de başına gelebileceğini tahmin ediyordum. Ancak Gazi Üniversitesi’nin beni barış imzacısı olarak hedef alma dürüstlüğünü göstermek yerine FETÖ’cü olmakla suçladığını duyunca ilk başta inanmakta zorluk çektiğimi söylemeliyim.

Çoğulculuk temelinde ve farklılıkları güvence altına alan laik, demokratik ve özgürlükçü bir siyasi rejimin istenir ve mümkün olduğu inancına sahip biriyim. Demokrasiyi sadece kendisi için istemiş birisi hiç olmadım. Zamanında başörtülü öğrencilerimin de yanında oldum, bugün Kürt öğrencilerimin de yanındayım. Kime haksızlık yapıldığını düşündüysem demokrasi temelinde savundum.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi üyesiydim. Bu partinin HDP’nin bir bileşeni olması üzerine HDP’de çalışmalarıma devam ettim. HDP’nin parti meclisinde iki dönem çalıştıktan sonra parti meclisi üyeliğinden ayrıldım. Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi için 1990’lardan beri kadın hareketi içinde yer almış bir akademisyenim. Bu bağlamda birkaç yıl Ankara Üniversitesi’ndeki Kadın Çalışmaları Yüksek Lisans Programında ders verdim ta ki Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi yönetimi benim burada ders vermem için gerekli izinleri kaldırana kadar. Bu sırada Ankara’daki pek çok kadın örgütlülüğünün bir araya gelerek kurdukları Ankara Kadın Platformu’na dahil oldum. Yine LGBTİ hareketinin Ankara’daki örgütleriyle ve özellikle de Kaos GL ile birlikte ortak pek çok çalışmaya imza attım. Ve son olarak “bu suça ortak olmayacağım” dedim ve Kürt meselesinde “çözüm süreci”ne dönülmesinden yana olduğumu dile getirmek üzere barış bildirisine imza attım.

Böyle birisi olarak, aslında işten uzaklaştırılmam ve FETÖ’cülükle suçlanmam uzun bir filmin son sahnesi olarak görülebilir, çünkü benim mağduriyet-mücadele hikayem çok daha önceden başladı. Ben Gazi Üniversitesi’nde zaten uzunca bir süredir hakları ihlal edilen ve hak mücadelesi veren bir akademisyendim. Profesörlüğümü, bugün FETÖ’cü olarak nitelendirilen kişilerin yönetimi sırasında karşılaştığım engellemeler nedeniyle, uzun süren bir mücadele sonucunda ancak dava yoluyla kazandım. Bu sırada 11 Ocak 2016 tarihinde “Bu suça ortak olmayacağız” adlı bildiriyi imzalayarak bir başka zorlu sürecin içine girdim. Bildiri sonrasında fakültedeki ofisimin kapısına Gazi Üniversitesi’ndeki ülkücü gruplar tarafından kırmızı çarpı atılıp tehdit mesajları bırakıldı. Kendilerine dava açtım ve şu anda bu dava devam ediyor. Benzer süreçleri yaşayan tek akademisyen olmadığımı, barış için imza atan 1128 akademisyenin benzer zorluklarla mücadele ediyor olduğunu söylememe gerek yok. Şimdi de işten uzaklaştırıldım ve FETÖ’cülükle suçlanmakta olduğum bilgisini aldım.

Aslında ironik bir biçimde bana yöneltilen bu suçlamayı asılsız kılmak için yukarıda belirttiğim tüm nitelikler ve anlattığım kişisel hikayem, hem FETÖ’cü olmadığımın hem de neden FETÖ’cü olarak suçlandığımın kanıtı gibiler aynı anda. 15 Temmuz sonrasında OHAL yönetimi altında barış yanlısı akademisyenlere ve sol görüşlü muhaliflere karşı bu yöntemi birkaç yerde birden uygulamaya sokmaya çalıştıklarını görmemiz mümkün. Örneğin Hacettepe Üniversitesi’nde de ülkücü grupların barış yanlısı akademisyenleri hem FETÖ ile hem de PKK ile ilişkilendirerek fırsatçı ve kaba bir kriminalleştirme girişimi içinde oldukları gözlemleniyor. Elbette bu tutumu, imzacılara bir şey yapamayacaklarını anlayanların elindeki son kozu öne sürmeleri olarak görmek de mümkün.

Siyasi kimliğimi ve şimdiye kadar yapıp ettiklerimi düşününce, bana isnat edilmeye çalışılan FETÖ’cülük sıfatı karşısında sadece acı bir hüzünle gülüyorum. Bir gün FETÖ’cü olmadığımı ifade etmek üzere bu açıklama metnini yazacağım aklıma asla gelmezdi. Rüyama dahi giremeyecek kadar absürt ve gerçeküstü bu suçlamayla şu veya bu şekilde karşılaşmış olmam, ülkenin içinde bulunduğu demokrasi zafiyetinin bir göstergesi olsa gerek. Türkiye’nin içine girdiği siyasi bunalım ve rejimin krizi herkesi birbirini suçlayabildiği, fırsatçılığın ve ihbarcılığın kol gezdiği bir zemin yaratıyor. Her ne kadar “cadı avı olmayacak” dense de, ülkemiz ne yazık ki cadı avcılarıyla doldu. Demokrasi içi boş ve sadece kendi taraftarlarını korumak için kullanılan bir kavrama indirgenmeye çalışılıyor. Kendisi gibi düşünmeyenlerin her şeyi hak ettiği inancı giderek tehlikeli bir biçimde yaygınlaşıyor.

Darbe tehdidine ve bir darbe rejimine karşı seçimlere dayalı bir demokratik rejimi savunmak elbette her demokrat gibi benim için de tartışmasız geçerli. Ancak, demokrasi aynı zamanda iktidar sahiplerinin muhaliflerin haklarını gasp etmelerine göz yumulmayan bir rejimin de adı olmalı. Yani farklı görüşlerin eşitlik ve adalet temelinde bir arada yaşadığı bir rejim.  Ancak bugün toplumun tüm siyasal kurumlarının geçirdiği sarsıntının, toplumun insani dokusunu da çözmeye başladığını gözlemlemek zor değil. Evet bugün insanlar temsili demokrasinin korunması konusunda çok netler, ancak onun ötesinde bir demokratik rejim tahayyül etmek konusunda derin bir zafiyet söz konusu. Toplumsal ayrışmaların ve kinin bu kadar kışkırtılmasının yarattığı birikimin sonuçlarıdır, tüm bu yaşadığımız çarpıklıklar.

Benim işten uzaklaştırılmam da, bu şekilde ipe sapa gelmez bir gerekçeyle yaftalanmam da bu sürecin ürünüdür. Dolayısıyla biz imzacılar bir kez daha toplumsal dışlanmanın ve nefretin nesneleri haline getirilmeye çalışıyoruz. Ülkedeki insan potansiyelinin ve toplumsal ilişkilerin, bu yönde zedelendiğine ve çözüldüğüne dair tanıklığım, her şeyden daha üzücü. Bana göre bu süreç herkesi çok geç olmadan “demokrasi” kavramı üzerine yeniden düşünmeye ve onu daha derin bir temel üzerine inşa etmeye çağırıyor.


Etiketler: insan hakları, eğitim
nefret