29/11/2010 | Yazar: Rahmi Öğdül

Tek bir dünya, nesnel bir dünya üzerinde hareket eder gibi görünsek de aslında her canlının kendine has bir dünyası var.

Tek bir dünya, nesnel bir dünya üzerinde hareket eder gibi görünsek de aslında her canlının kendine has bir dünyası var. Kendi anlam taşıyıcılarından oluşan kendi dünyalarında yaşıyor tüm canlılar. Dünyayı tek bir algı  dünyasına indirirken bu farklı dünyaları görmeyi beceremiyoruz. Tek zaman ve tek mekân yanılsamasına kaplıyoruz sıkça. Her şeyi kendi mekân algımızın öğelerine indirgeyerek, her şeyin hareket ettiği, dünya denilen tek bir nesnel mekânın olduğu kanısına varıyoruz kolayca. İnsan-merkezci bakış açısına göre tasarladığımız bu dünyada kendimizi hayvanlardan kesin çizgilerle ayırma hatasına düşüyoruz. En tepeye kendimizi yerleştirdiğimiz hiyerarşik kuleden baktığımızda, basit yapılı canlılardan karmaşık organizmalara dek uzanan tek bir dünya görüyoruz.

Giorgio Agamben ‘Açıklık’ (çev. M. Mine Çilingiroğlu, YKY) adlı kitabında, her şeyi bir bakışta kucaklayan, kendine böceklerden, kuşlardan, çiçeklerden oluşan pastoral tablolar yaratan bu genel geçer anlayışı sarsacak, insan ile hayvan arasındaki kesin sınırları eritecek belirsizlik mıntıkasında hareket ederken, hayvanlığı ve insanlığı ayıran eşikler üzerinde gelgitler yaşatıyor bize.

Agamben kitabının iki bölümünü Alman zoolog Jacob von Üexküll’e (1864-1944) ayırmış. Heidegger’i ve Deleuze’ü derinden etkilemiş olan bu bilimci, klasik bilimin hiyerarşik sınıflandırmalar aracılığıyla tek bir dünya gördüğü yerde,  sonsuz bir çeşitlilik gösteren, her biri mükemmel ve muazzam bir müzik partisyonunda olduğu gibi birbiriyle bağlantılı farklı dünyalar görüyor. Bu çoklu dünyalar, her türlü insan merkezci bakışın terk edilmesine, doğa imgesini insan bakışına göre değerlendiren anlayıştan radikal bir kopuşa yol açıyor.

İçinde hareket ettiğimiz ve bizden başka her şeyin, tüm canlıların hareket ettiği nesnel mekâna ‘umgebung’  adını veriyor ve tek bir mekândan oluşan bu ‘umgebung’u, yani kendi insani ortamımızı ‘umwelt’ten ayırmakla işe başlıyor Uexküll. Almanca ortam anlamına gelen ‘umwelt’, her canlının kendine has dünyasıdır aslında; bu dünya her canlı için bir dizi anlam taşıyıcısından oluşuyor. Deleuze’ün Uexküll’e dayanarak verdiği meşhur örnekte olduğu gibi bir kenenin dünyası üç anlam taşıyıcısından ibarettir mesela: Bütün memelilerin terinde bulunan butirik asit kokusu; memelilerin kan ya da vücut sıcaklığına denk düşen 37 o C sıcaklık ve memelilere özgü tüylü ve kan damarlarına sahip deri tipi. Kene bu üç öğeyle yoğun ve tutkulu bir ilişki içindedir. Tüm dünyasını bu anlam taşıyıcılar oluşturur.

Her ne kadar nesnel bir mekân içinde hareket eder gibi görünsek de, bir bakışta bu çoklu dünyaları  tek bir mekâna indirgesek de, her kişi, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi kendi umwelt’ine sahip.  Örneğin bir orman, oduncu, avcı, doğasever açısından farklı anlamlar taşımaktadır, nesnel anlamda bir orman yoktur aslında. Bir sokak da orada oturanlar, gelip geçenler, dükkân sahipleri açısından farklı anlamlar taşır. Kültürel örüntülerle ördüğümüz dünyalarımızda, kendi anlam taşıyıcılarımız arasında hareket ediyoruz durmadan. Hayvan ile insan arasındaki çeperlerin eridiği yerdeyiz.

İtalyan Rönesans filozofu Giovanni Pico della Mirandola’nın 1486’da kaleme aldığı ve hümanizmin manifestosu olarak kabul edilen, ‘İnsanın Vakarı Üzerine Söylev’ adlı yapıta gönderme yapan Agamben, Pico’nun insan ile hayvan arasındaki ayrımı bulanıklaştırdığını belirtiyor; üç yüz sonra Linnaeus’un da insanı, ‘insan-benzeri’ hayvanlar sınıfına yerleştirerek bu bulanıklaştırmayı sürdürdüğünü söylüyor. Pico, insanın bütün yaradılış modelleri tükendiğinde şekillendirilmiş olması nedeniyle, bir arketipinin, kendine ait bir yerinin ya da özel bir sınıfının olamayacağını yazıyordu söylevinde: “İnsan kesin bir modele göre yaratılmadığı için kendine has bir yüzü de yoktur ve yüzünü kendi iradesiyle hayvani ya da ilahi yönde şekillendirebilir.” Tanımlandırılamaz, sınıflandırılamaz, şekilsiz bir yaratığız demeye getiriyor.

İnsan ile hayvan arasındaki arabölgede hareket eden, bu bölgeyi kâğıt üzerine çizdiği siyah beyaz tonlarla, desenlerle bulanıklaştırmaya çalışan başkaları da var elbet. Sanatçı Sevinç Altan yeni sergisi ‘Arabölge/Gölge’de insanı, insani olmayan dünyayla ilişkilendirerek, göksel ile yersel arasında salınan varlık konumuna yerleştiriyor. Bakışımızla nesnelleştirdiğimiz ve bizim dışımızdaki her şeyi alta yerleştirdiğimiz bir dünya tahayyülüne tersten bakan Altan, çok renkli dünyamızın net sınırlarını siyah ve beyazın birbirine geçişen tonlarıyla belirsizleştiriyor, doğa ile insan arasındaki yitirilen bağları gölgeleşen figürleriyle kurmaya çalışıyor. Sergi, hep arada, ortada olduğumuzu unutanların görsel hafızalarını tazelemek için iyi bir fırsat.

Not: Sevinç Altan’ın ‘Arabölge/Gölge sergisi, Teşvikiye’deki 44A Sanat Galerisi’nde 27 Kasım’a dek izlenebilir.


Etiketler: kültür sanat
nefret