19/08/2009 | Yazar: Kürşad Kahramanoğlu

İmparatorluk kurmuş bütün milletlerin, bu emperyalist geçmişlerinden miras aldıkları tatsız bir ‘ırkçılık’ sorunu var.

İmparatorluk kurmuş bütün milletlerin, bu emperyalist geçmişlerinden miras aldıkları tatsız bir ‘ırkçılık’ sorunu var. İngiltere’de yaşadığım 30 sene boyunca, daha adaya ayak bastığım ilk günden Türkiye’ye döndüğüm son güne kadar, hayatım bu yüz kızartıcı suçla mücadele ederek geçti. 

Irkçılıkla tanışmam daha öncelere gidiyor. 60’lardaki lise yıllarımda, gizli gizli Nazım ve ‘Che Guavera’nın Günlükleri"ni okurken, Amasyalı bir devlet memuru olan, şiir yazan, iyi okumuş, herkes tarafından sevilen ve sayılan babamla yaptığım, bir Kürt, bir de Ermeni tartışmasını iyi hatırlıyorum. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde yüksek bir bürokrat olan babama sormuştum; ‘Görevleri öğretmen yetiştirmek olan Milli Eğitim Bakanlığı'nın öğretmen okullarında, neden yabancı dil olarak İngilizce, Fransızca, Almanca okutuluyor? Bu öğretmenlerin büyük bir kısmı, doğuda Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarına öğretmenlik yapmayacaklar mı? Kürtçe konuşabilseler daha iyi olmaz mı?’ diye. İşte meşhur ‘Kart, kürt’ açıklamasını ilk defa o zaman duydum. Sonra bir seferinde de, Che’nin Latin Amerika’nın Küba dışındaki diğer mazlum halklarını da kurtarma çabalarının verdiği ateşle, ‘Amasya’da neden hiç Ermeni yok? Senin çocukluğunda da yok muydu? Ne oldu Amasyalı Ermenilere?’ deyiverdim! ‘Ben de daha doğmamıştım ama büyüklerin anlattığına göre, onlar bizi keseceklermiş, bizimkiler daha erken davranıp tedbir almışlar’ diye açıklamıştı! Evet, büyüdüğüm ev sevgi dolu, çok okunan, sık sık sağ sol tartışması yapılan döneminin tipik bir devlet memuru ailesi yuvasıydı.
 
Sonra 70’lerde ODTÜ günlerim geldi. Bu yazının gayesi, bu dönemi anlatmak değil. Zaten yerim de yetmez. Ama ortalarda, Abdullah Öcalan diye birisinin dolandığını hatırlıyorum. Tatsız biriydi, o zamanlar solda bolca görülen misojeninin kitabını yazmış gibiydi; ama benim için önemli olan ‘halkların kurtuluşu’ gibi konulardan bahsettiği için ilgimi çekiyordu. Apo’nun 70’lerden günümüze gelen serüvenini biliyorsunuz.
 
Daha sonra, 1977’de İngiltere günlerim başladı. Ben Ankara cenderesinden Manchester’a kaçarken, İngiltere’nin bir zamanlar ‘terörist’ ilan ettiği Menahem Begin de sekiz seçim yenilgisinden sonra seçimleri kazanmış, İsrail’deki 30 senelik İşçi Partisi iktidarına son vermişti. 1940’larda başında bulunduğu ‘Irgun’ teşkilatı, başta ‘Deir Yassin Katliamı’ olmak üzere, ‘King David Oteli bombalamaları’ gibi birçok saldırıdan ve binlerce Filistinli ve birçok İngiliz’in hayatından sorumlu tutuluyor. Begin, daha sonraları, İsrail başbakanı olarak Mısır’la imzalanan tarihi barış anlaşmasının mimarlarından olduğu için Nobel Barış ödülünü bile aldı! Tarih bir zamanlar terörist ilan edilmiş, sonraları da saygın birer politkacı olmuş; hatta ‘örnek devlet adamı’ sayılmış insanlarla dolu. En son ve en iyi bildiğimiz örnek de, Güney Afrika’daki ırkçı ‘Apartheid’ rejimine son veren ve belki de yaşayan en saygı duyulan devlet adamı olan Nelson Mandela. Bu iki isim de, halklarının büyük kesimleri tarafından tapılma düzeyinde sevilmekte.
 
Ülkeye barış getireceğiz diyen AKP’liler ve onların ‘havada aşk kokusu var’ı söyleyen yandaşları, dillendiremiyorlar ama Türkiye’deki Kürt sorununun bugünkü geldiği noktada, çözülmesi en zor pratik sorun da bu. 40 senelik resmi devlet politikaları, Abdullah Öcalan’ı aynı zamanda hem terörist hem de halkın bir kısmının neredeyse ‘tapılan kahramanı’ yaptı. Apo’nun tutuklandığının resimlerini gazetelerde gören, çok sevdiğim ve saydığım, PKK ve Apo’ya hiç sempatisi olmayan; hatta yıllarca PKK’ya ciddi muhalefet yapmış bir Kürt arkadaşım ‘Onu öyle uçakta, iki polis arasında, elleri bağlı, uyuşturucu yutturulmuş gibi manasız manasız gülümserken görmek, benim bile içimi sızlattı’ demişti!
 
Biz Türkler bırakın tarihle yüzleşmeyi, en ufak özeleştiriyi bile beceremeyiz. Gururumuza dokunur. Ben bir solcu olarak ‘özeleştirinin’ ne olduğunu en iyi bilen insanlardan biri olmam gerekirken bile, hakikaten özeleştiri yapabilmeyi öğrenmek için 30 sene İngiliz solunda pişmem gerekti. Misojeni, homofobi, ırkçılık, özürlü insanlara karşı uygulanan ayrımcılık gibi kavramları duyunca önce anlamamış gibi yaparız; sonra da külliyen reddederiz. Geçenlerde, çok sevdiğim solcu bir Tatar arkadaşım, benimle yapılmış bir söyleyişi okuduktan sonra şöyle yazdı: ‘Bu söyleşiye konu olan Kürşad'ın, benim arkadaşım olmasından dolayı tarif edemeyeceğim kadar gurur duydum’. Söyleyişiyi Türkiye’deki ‘ötekileştirme’ ve ‘dışlama’ şikayetleri ile bitirdiğimi görünce, ilave etmiş: ‘Ancak...Kendi adıma ve bütün grubumuz için söyleyebilirim ki, dışlama kesinlikle söz konusu değildir ve olamaz. Hiçbir zaman da müsaade etmeyiz’! Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların tipik tepkisi. ‘Bizde yoktur! Müsaade etmeyiz!’.
 
Maalesef, Apo’nun Türk politika ve toplumuna rehabilitasyonu, en çetrefilli konulardan biri olarak önümüzde duruyor. Barış içinde, kardeşçe beraber yaşamak istediğimizi söylediğimiz bir halkın büyük bir kısmının ‘taparca sevdiği’, sembolleştirdiği bir insanı hapiste yok sayarak nasıl barış gelecek? Barış yapmak çok zor. ‘Kan akmasın, çocuklarımızı kurban vermeyelim’ söylemleri, tabii ki kulağa hoş geliyor ama bir müddet sonra boş gelmeye başlayacak. Barış anlaşamadığınla yapılır, dostunla zaten barış içindesindir. Hepimiz biraz kendimize bakalım... 


Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam