19/10/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

Şimdi televizyon kanallarında fikir kadınlarına söz hakkı tanınıyor, türban konusunda.

Şimdi televizyon kanallarında fikir kadınlarına söz hakkı tanınıyor, türban konusunda. Ama besbelli kimsenin kadının ekonomiye katılım ve fırsat eşitliği konusundaki sefil durumu üstüne söyleyecek bir şeyi yok.
 
Dünya Ekonomik Forumu’nun kadın-erkek eşitliği konusunda yayımladığı yıllık rapor sizde nasıl bir his uyandırıyor? Büyüme hızıyla gözleri yaşartan başarılara imza atan Türkiye, 134 üke arasında 126. sırayı gururla tutuyor. Çalışmada, kadınların sağlık, eğitim, ekonomik güç ve siyasi temsil gibi alanlarda erkekler karşısındaki durumu ölçüt olarak alınıyor. 

Türkiye rapora göre, sağlık alanında 61’inci, siyasette 99’uncu, ekonomik katılım ve fırsat eşitliği konusunda 131’inci, eğitim konusunda de 109’uncu sırada. Fas’ı, Benin’i, Suudi Arabistan’ı, Yemen’i filan geride bırakmış. Bu sıralamalarda elbette en dikkat çekici olan ve zurnanın zırt dediği yer, ekonomik katılım ve fırsat eşitliği konusunda 134 ülke arasında 131’inciliği yakalayabilmiş olmak. 

Laikler, mütedeyyinler, dinciler, liberaller, muhafazakarlar yani herkes türban özgürleştirir mi esir mi eder kavgası yapadursun, Türkiye nin kadınları dünya sıralamasında son 10 ülke içinde yer alıyor.

Toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda Türkiye her yıl en kötü durumdaki ülkeler arasında sayılıyor. Baş döndürücü kalkınmamızın bu konuya hiçbir katkısı yok, anlayacağınız. Biz de toplum olarak bir kez daha oturmuş türban meselesini tartışıyoruz. 

Türk siyaseti kızıştıkça karşılıklı atışlar elbette gözden ilk çıkarılacaklar üstüne, yani kadınlar üstüne yapılıyor. Bir kez daha. Bu konuda da elbet değişen hiçbir şey yok bu şark cephesinde. 

AKP miladından yakın tarihimizi okumaya başlarsak, ilk karşılaşacağımız, Türk kadınının Cumhuriyet kaygısı müsameresi olur. 

“Türk kadını” tamlaması, hiç sorgulanmadan hayatımızın orta yerinde durmadan kullanılageldi. Türk erkeği diye bir gerçeklik olmadığından değil. Sorunsallaştırılması gereken bir durum yok semtin bu yakasında. Erkek, nasılsa her halükârda özne. 

Kalın çizgilerle hunharca basitleştirilmiş karikatürler olarak milli istikrar ülküsüne kurban edilmiş kadın, Türkiye Cumhuriyeti’nin önde gelen günahlarındandır. Adorno’nun sözleriyle, “her türlü özden arınmış, saf bir görüntü haline gelmiş, bütün bireyselleşmenin bir yanılsama olduğunu hissettiren” kadın kalıpları. Aceleye gelmiş Feride eskizleri. 

Cumhuriyetin güvencesi tablosunda aydınlık gülüşleriyle mazbut ve gururlu poz vermeye zorlanan şehirli elit Türk kadını. Eşinin gölgesinde uslu uslu dinlenmesi gereken. 

Bu imgenin tehdit altında olduğu iddiasıyla sonsuz gerilimler yaşadık. Sekülerliğin bir başörtüsü ardına saklanabilecek kadar küçültülüp kavruk bırakılmış yorumu üstünden tartışmaya çağrıldık. Kadınların sesi ile aramıza parazitli marş sesleri girdi. Kadın sesi hayatımızdan bir kez daha kapı dışarı edildi. Onun yerine stüdyo kaydına dönmüş, klişelerle soluklanan, asimile edilmiş Cumhuriyetçi kadınların gürültüsüyle yetinmemiz beklendi. Bu minvalde kışkırtılan kadınlar kendilerini belki ilk kez özne hissetmenin verdiği coşkuyla, gerçekten de laikliğin başörtüsüzlük demek olduğunu zannederek başı kapalı hemcinslerini hırpalamaya çalıştı. 

Erkek siyasetçilerin “yanlarında taşıyacakları” kadınların neye benzemesi gerektiği üstüne tartışıp durmamız istendi. Kadının bir taşınır, bir menkul-gayrimenkul olarak tanımı kimsenin yadırgamasına izin verilmeden resmileştirildi. Sözgelimi Baykal’ın eşi Olcay hanım üzerinden kadının makbulünü tarttı, çağdaş akil beylerimiz. 

O sırada Baykal’ın eşi hakkında, “Benim mesleki hayatımın aksesuarı olmayı reddediyor” deyişi, kanımca hayatımızın itirafıydı. 

Kadının yegane resmi varoluş alanı aksesuarlık olageldi. Liberallik sandığımız dil de muhafazakârlık sandığımız dil de aynı kıraathanenin tavanında yankılanıyor. Bir birey olarak, bir özne olarak düşünülemeyen kadının hayatımıza yerleştirilme çalışması tükenmez bir coşkuyla sürüyor. Hayatları, jürisi silme erkek olan bin bir çeşit yarışmada helak olarak yaşayan kadınların ‘gösterilme’ biçimlerinden oluşan hayat stratejilerine sığınıyoruz. 

Altını bir kez daha çizmekte yarar var: Bütün hayatını bir memlekete yönelik aidiyet ilişkisiyle açıklayan, o ilişkisini de batı karşısında görücüye çıkmak olarak algılayan; bu konuda en ufak bir mahcubiyet duymadan yükümlü kılındığı insan haklarına riayet dayatmasına küfürler ederek katlanan bir millet çıkıyor maalesef bu resimden. 

Geçtiğimiz günlerde Hanefi Avcı’nın ‘kadınları’nın siyasi bir söz olarak önümüze sürülmesi, bu konuda hiç adım atılamadığının bir kanıtı. 

Kadını en ufak bir mahcubiyetin gölgesinde dinlenmeden bir aksesuar olarak, erkeğin yanında duruşu ve fedakârlığının sınırıyla tartan bu dil hayatımızın üstüne çökmüş tesbih şaklatıyor. 

Şimdi televizyon kanallarında fikir kadınlarına söz hakkı tanınıyor, türban konusunda. Onlar da özgürlük coşkusuna sığınıp sabahlara kadar tartışıyor. Kimsenin kadının ekonomiye katılım ve fırsat eşitliği konusundaki sefil durumu üstüne söyleyecek bir şeyi yok besbelli. Siyaset alanında kafa sayısıyla varlığı tartılan kadın, hayatımızın kıyısında, başını bağlasın mı bağlamasın mı diye tartışıyor. Küçücük bir fark var. 

Elbette bir özgürlük sorunu olan türbanı tartışırken eski gürültü kopmuyor bu sefer. İkna odası mucidi hanfendi bile öyle kibar ve anlayışlı ki. Apoletlerini çıkarmış. Ama özgürlükleri peşinde mücadele eden kadınlardan da hayatımızı dönüştürecek bir nefes beklemeyin. Onların da söyledikleri artık kimsenin canını sıkmıyor.  

Oysa biliyoruz, değil mi? Kadının hakları konusunda iktidarın ve bekçilerinin canını iyice bir sıkmadan tek bir adım atılamaz. 

Kadınlar türbanlı ya da türbansız kamusal alanları doldursa da özgürlük ve eşitlik konusunda ulaşabilecekleri seviye şimdiki gurur tablomuzdan farklı olmayacaktır. Hatırlatmakta fayda var. Aksesuar, suç ortağı anlamına da gelir.


Etiketler: yaşam, din/inanç
nefret