12/11/2009 | Yazar: Nevin Öztop

Kadınların ve kadınlığın, neleri unutup neleri hatırladığına denk düşen bir miras… Aksu Bora anlatıyor… 

Kadınların ve kadınlığın, neleri unutup neleri hatırladığına denk düşen bir miras… Aksu Bora anlatıyor… 

30 Ekim Cuma günü akşamı, büyük bir kalabalık halinde, feminist yazar ve akademisyen Aksu Bora’yı ağırladık Kaos Kültür Merkezi’nde. O günkü başlığı ‘Kadınlık Mirası’ydı: Kadınların ve kadınlığın, neleri unutup neleri hatırladığına denk düşen bir miras…

Öncelikle, Şubat ayından beri bu kadar söyleşiyi sürdürmek zor olsa gerek… Kadınlık halleri üzerine ne konuşulabileceği üzerine düşündüğümüz zaman, bir sürü halin olduğunu ve neresinden tutsanız bir şey bulunabileceğini görüyoruz. Ben ise, ‘hafıza-unutma-hatırlama’ üzerinden konuşmayı seçtim. Bunu, daha çok annelik meselesi ile bağlantılı düşünüyorum ve belki de girişi noktası olarak dergimizden bahsetmeliyim. Amargi’nin önümüzdeki sayısı ‘Annelik’ üzerine olacak ve bu dosyanın bir parçasını, anneler üzerine anekdotlar toplayarak yapmak istedik. Anneliğin, politik bir mesele olarak çıkışı söz konusu oldu çünkü -Kürt açılımı üzerinden- ‘Şehit anneleri ağlamasınlar.’ gibi mevzular vardı ortada. Tıbbın anneliğe bakışını da işleyeceğiz ama tüm bunların ötesinde, anneliğin, çok şahsi bir konu olduğunun da altını çizmeliyim. Herkes anne değil ama –sağ ya da sağ değil- herkesin annesi var ve bu, çoğunlukla hayatlarımıza çok travmatik etkiler yapan bir şey. ‘Annelik bizim için ne anlam ifade ediyor?’u anlatan anekdotların her birini yorumlamıyoruz; ancak, anneliğin, ‘anne-kız ilişkileri’ ve ‘kadınlığı öğrenmemiz’ konularının neresinde durduğunu ve onlardan ne öğrendiğimizi kavrıyoruz. Amargi’nin yazarlarından olan Hatice Meryem, ‘asla böyle bir şey yapamayacağı’nı söyledi. Bunun çok korkunç bir konu olduğunu -korku filmi anlamında korkunç bir konu olduğunu- belirttikten sonra, ‘Ezilme mirasının devri sırasında ortaya çıkan enerji ile ilgili bir problem var. O yüzden annelerimizle bu kadar zorlanıyoruz. Bir enerji açığa çıkıyor.’ dedi. Bu, durumu iyi anlattı gibi geldi. Annelerimizden aldığımız şeyler, sadece kadınlık bilgisi veya hayat bilgisi değil; aynı zamanda, ‘ezilmenin nasıl bir şey olduğu’ ve söze dökülmemiş bir şekilde ‘bununla ne yapacağımız’ın da bilgileri… Kendimizden hoşlanmamak, kendimizi beğenmemek annemizin bizi değerlemesi ve anneliğimizi beğenmemesi gibi meselelerin iç içe olduğu bir bütün… 
Feministler, ortaya çıktıklarından bu yana anneliği politik bir konu olarak tanımladılar ve anneliğin, hem kişisel hem de toplumsal anlamı üzerine daha fazla düşündüler. Başından beri bu meseleyi dert ettiler ama bu tartışmayı derinleştirmek, biraz daha kendi hayatımızla ve kendi yakın/uzak tarihimizle bağlantılandırıldığında mümkün gibi görünüyor sanki… Öncelikle, cinsiyetin, toplumsal olduğu fikrinin altını çizmek lazım. Annemizle olan ilişkimiz de dâhil olmak üzere, başka kadınlarla ve erkeklere ilişkilerimize bakmayı içeren bir fikir: toplumsal cinsiyet. ‘Cinsiyetin bu toplumsallığının, yapılarda tezahür etmesi’ gibi, söz-konusu fikrin ele alınışının farklı biçimleri de var. Peki, yapılara tezahür edince ne oluyor? Kadınların ezilmişliğinin tarihsel kökenine dönüp bakmak gerekiyor: Yapılarda nasıl evrilerek bugüne kadar gelişti? Kapitalizm öncesinde nasıldı? Kapitalizmde nasıl? Bu problemler çerçevesinde düşünürken de, aslında oldukça geride kalmış olan bir tür toplumsallaşma fikrini, tekrar bu politik kurgumuzun içine taşıyoruz. ‘Yeni doğan kızlara pembe, oğlanlara ise mavi’ diye başlayan süreç, bir toplumsallaşma meselesiymiş; cinsiyet edinme, sanki böyle bir şeymiş gibi… Dolayısıyla, cinsiyeti başka bir şekilde edinmek de bir tür ‘bozukluk’ olur. Sadece eşcinselliği kast etmiyorum; ‘standart kadın’ ya da ‘standart erkek’ dışında olan bütün varoluşların bir tür bozukluk olduğuna ilişkin ve ‘Peki, bunun sebebi ne?’ gibi özel bir soruyu gerektiren bir meseleye dönüşüyor.
 Daha çok yapılara bakan bir yaklaşım çerçevesinde, -dikkat ederseniz- her zaman tarih vardır ve kadının ezilmişliğinin kökenleri -farklı söylemlerle ve biçimlerde ifade edilen köken- meselesi çok fazla tartışılır. Cinsiyetin toplumsal olduğunu anlatan bir başka yaklaşım da daha çok öznellik kavramı ile bağlantılı düşündüğümüz bir şey. Yani yapıp-ettiklerimiz, performanslarımız, dünya ile ilişki kurma biçimlerimiz ve bütün bunların içindeki davranış ve tutumlarımızı kapsayan bir öznellik alanı… Çok ayrıntılarına girmeyecek olsak bile, en azından şunu söyleyebiliriz ki, bu yaklaşımda tarih, bu performansların içinde bir yerde duruyor ama çok fazla bununla uğraşmıyoruz. Diğer bir deyişle, geçmiş meselesi, çok da fazla öne çıkan bir mesele değil gibi duruyor. Hâlbuki yaptığımız ve öğrendiğimiz her şeyin içinde içkin olduğunu düşündüğümüz tarihin ve geçmişin nasıl aktarıldığı meselesi çok önemli. Kim tarafından aktarılıyor? Nasıl aktarılıyor? Hangi araçlarla aktarılıyor? Biz bunu nasıl öğreniyoruz? Bu soruları sorduğumuz zaman, ‘hatırlama’ ve ‘unutma’ meselesine geliyoruz. Neyi hatırlıyoruz? Çünkü ancak hatırladıklarımızla kurabiliriz kendimizi… Neyi unutuyoruz? Çünkü aynı zamanda unuttuklarımızla da kurarız kendimizi. Fransız bir antropolog, ‘Anılar, tıpkı kıyı çizgisinin deniz tarafından şekillendirilmesi gibi, unutma yolu ile şekillendirilmiştir.’ gibi, benim çok beğendiğim bir söz söylemiş. Yani, ancak unutursak anılarımız olabilir… Bazı şeyleri dışarıda bırakırsanız bazı şeyleri içeri alabilirsiniz.
 
Peki, neyi unutup, neyi hatırlayacağımıza nasıl karar veriyoruz? Bu sorunun, hem kişisel hem de toplumsal boyutları var; aynı zamanda, farklı düzeylerde cevaplanması gereken bir soru… Toplumsal boyutuna geldiğimiz zaman, daha çok tarih ve siyasetten bahsediyor oluyoruz. Geçmişle hesaplaşmayı nasıl yaparız? Kadınlar nasıl yapar? Erkekler nasıl yapar? Geçmişle hesaplaşmanın cinsiyet ile bağlantısı çok az tartışılan bir konu. Bireysel unutmalar ve hatırlamalar ise, daha çok psikanaliz alanına giriyor. Yani bilişsel tartışmalar var; bir de psikanaliz… Bana sorarsanız, bu ikisi ayrı ayrı durduğu sürece yeterli olmuyor ve bize bir kavrayış vermiyor. Feminizmin becermeye çalıştığı ve de bence en radikal duruşunu sağladığı mesele, bu ikisi arasındaki bağlantıyı kurmak. Yani, kişisel olanın, toplumsal –dolayısıyla politik- olduğu meselesi tam da burada duruyor ve dolayısıyla, ‘hatırlama-unutma’ meselesinde de benzer bir yol denememiz gerekiyor.
 
Bir başka sorun ise, meselenin toplumsal kısmına baktığımızda,  ‘zaman ile hesaplaşma’ kavramı içerisindeki hesaplaşma lafının olması. Özellikle ‘annelik’e dair düşündüğümüzde, bunun üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum çünkü ‘hesaplaşma’, ‘hesabı kapatma, hesabını dürme’ gibi tanımları da düşündürüyor. Bir tür ‘dışarıda bırakma’ aslında… Hesaplaşmak ve onu atıp yoluna devam edebileceğine inanmak gibi bir şey… Oysa kadınlık ve/veya annelik, kolay kolay hesabı dürülüp, kenara koyulabilecek meseleler değil. Onunla olan ilişkinizde, hatırladığınız ve unuttuğunuz şeyler o kadar size ait ki, ancak onunla barışarak yola devam edebilirsiniz. Bu demektir ki, ‘hesaplaşma’nın içinde muhakkak bir ‘barışma’ öğesinin olması lazım. ‘Sevgi kelebeği olalım.’ demiyorum ama geçmişimizi anlayalım ve kabul edelim. Bilinç yükseltme deneyimi, feministler için çok önemli ve bunu becermeye çalıştığımız yerler oldu tabii ki… 

Geçmiş ile hesaplaşmanın cinsiyet ile ilgili kısmından bahsettim… Burada aynı zamanda kategorik bir dışarıda bırakmanın da olduğunu belirtmeliyim. Kadınların, tarihin içinde yer almaması ile ilgili bir dışarıda bırakma durumu… Tarih, kadınların ve kadınların yaptığı etkinliklerin dışında bir şey olması durumu… Çok kabaca şunu söyleyebiliriz ki, tarih, daha çok büyük olaylarla, kamusal meselelerle, savaşlarla, barışmalarla ve anlaşmalarla alakalıdır ve kadınlarla ilgili değildir. Kadınlarınki, daha gündelik bir hayat… Tarihin alanına girmiyor çünkü o tür hayat sürekli tekrarlanan şeylerden oluşuyor. Bir tür kozmik zaman gibi… Tarih zamanı değil de, döngüsel ve kendini tekrarlayan bir zamanmış gibi… Ortada kategorik bir problem var ve kadının öz yaşam öyküsünü yazmak fikri de feministlerden söz-konusu problemden dolayı çıkmıştı. Tarihi, kendi yapıp ettiklerimizi de içerecek şekilde nasıl yeniden okuyabiliriz? Bu, ‘Tarihteki büyük kadınları keşfedelim.’ demek değil. Bunu da içeren ancak bundan ibaret olmayan bir tarihten bahsediyorum. Kadınların yaptıklarını içeren ve evi, bir mekân olarak algılayan bir tarih… Bir yeni tarih anlatısı -ki feminist tarihçilerin yapmaya çalıştıkları, önerdikleri ve kavramsallaştırmaya çalıştıkları tam da bu- kategorik unutmayı yıkmak ve hatırlama kapılarını açmaya çalışmak üzerine kurulu.
 
Bununla ilgili benim ilk deneyimim, 1987 yılındaydı. Aynur Demirbilek isminde bir arkadaşım vardı. Kendisi bir Türkçe öğretmeni ve avantajı, eski yazı (Osmanlıca) okuyabiliyor. Günün birinde bir toplantımıza geldi ve heyecan içince ‘Milli Kütüphane’ye gittim. Bir takım dergiler gördüm ve bundan 100 yıl önce feminizm yapanlar varmış.’ dedi. Biz, feminizmi kendimizin başlattığını sanıyorduk ama öyle değilmiş. Bu da bir ‘unutma’ aslında ve bu unutuş ne kadar kritik bir unutuş… ‘Sol hareketten gelen kadınlar olarak başlattık bunu.’ diyorduk ve dönüp baktık ki ve 100 yıl önce anneannemiz aynı şeyleri söylüyormuş. Aynur’un (Demirbilek) kitabı Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Bir Hikâyesi’nde bizi heyecanlandıran bir alıntıyı okumak istiyorum. Kadınlar Dünyası dergisinden: ‘İtiraf edelim ki bugün kadın hakka, hayata ve hürriyete malik değildir çünkü o hiçbir vakit bunu tanzim ve idame için mefkûresini, irade-i cüziyesini, meyl-i arzusunu istimar edemiyor. Onun hayatına ve adap, görenek, emsal ve akran vesilelerinden istifade ile ya bir peder, amca, dayı, ya bir zevç veya bir birader tahakküm ediyor. Hayatta kendisine bir gaye bir mefkure taliminden memnud çünkü o daima bir erkeğin arzu ve menfaati için ihmal ve feda edilebilecek olan, edilmesi lazım gelen, saçı uzun aklı kısa, Anadolu tabiri ile ‘eksikli’ olmaktan başka bir şey telakki edilmemiştir. Kadının bizde mevcudiyet-i şahsiyeti yoktur, olmamıştır.’ Bir kadın, 1914’te yazmış bunu… Biz ise 1987 yılında fark ettik bu yazıyı ve tam da o sıralarda, diğer kadınlara anlatıyorduk, ‘Sen kendin bir şeysin. Kendi hayatın var. Hayatının iplerini eline al.’
 
Unuttuğumuz şey tam da bu. Söz konusu unutuşun trajedisi de şu: Siz bunu unuttuğunuz zaman, başkaları o hikâyeyi öylesine başka bir şekilde yazıyor ve öylesine bambaşka bir şeye dönüştürüyor ki, sonunda o unutmayı pekiştirmek bir yana, siz bulduğunuz yolu tanıyamaz hale geliyorsunuz. Siz sadece hikâyeyi unutmuyorsunuz; başkalarına, unuttuğunuzu yeniden yazma imkânı veriyorsunuz ve o yeniden yazdıkları şey berbat bir şey olabiliyor.
Hemen arkasından 1940’a geliyoruz. Bu süreçte kadın hareketi dağılmış, Türk Kadınlar Birliği başka bir şeye dönüşmüş ve şunu söyleyen bir dil var: ‘Türk kızları için ilk gaye cemiyete faydalı olmaktır. Böyle olunca, kendini her türlü alakadan, her türlü çalışmadan uzak tutarak, yalnız süsü ile eğlencesi ile meşgul olan, bir erkeğin sırtından geçinen kadın tipine  -tam kelimesini söyleyeyim, böyle bir parazite, olgun Türk kadını yalnız hayret ve nefretle bakar.’ Şimdi hikâyenin nasıl değiştiğini fark ediyorsunuz değil mi? İlkinde bir isyan var ve diyor ki, ‘Benim hayatımı, bir birader, bir dayı kontrol ediyor ve bana hiç bir hayat hakkı tanımıyor.’ Aslında bir hayat hakkı arayışıdır bu ama bu hayat hakkı arayışı bir noktada bitiyor ve hikâye başka bir şeye dönüşmüş oluyor. Bunu, bir kadının söylüyor olmasının hiç bir önemi yok çünkü bu bakış, tamamıyla erkek tarafından yönlendirilmiş bir bakış. Bu da, bizim feminist hareket içinde yıllar boyunca boğuştuğumuz ve hâlâ boğuşmak zorunda olduğumuz bir meseleyi ortaya koyuyor: ‘Doğru olan kadın nasıl bir kadındır?’ ‘Kadın sorunları’ diye bir şey var; ya da aslında ‘sorunlu kadınlar’ var. Bir de o sorunlardan arındırıldığı zaman olmasını istediğimiz -o parazite, nefret ve hayretle bakan- Türk kızı var. O Türk kızı gibi olmayanlar ne olacak? Farklılık meselesini nereye koyacağız? Ben öyle olmak istemiyorsam ne olacak? Bunların bir önemi kalmıyor ve konu, bir hak-isyan-çıkar meselesi olmaktan çıkıp, artık aydınlık-karanlık ve doğru-yanlış meselesine; politika olmaktan çıkıp, bir kültür meselesine dönüşüyor. ‘Kadın nasıl olmalıdır?’ sorusu ve soruluyor olması tabii ki politiktir ancak buna verilecek cevap, hayat tarzları ile ilgiliymiş veya aydınlığa doğru gitmekmiş şeklinde algılanıyor.
Hikâyelerin bu şekilde unutulup yeniden yazılıyor olması, kadınlar tarafından çok içselleştirilen bir hâl olmuş durumda. Hamide Topçu demiş ki, ‘Atatürk, bizi görevlendirerek kurtardı.’ Türkiye’de, orta sınıftan olan, eğitim görme imkânı bulabilmiş, kentli bir kadın tipi için, ‘görevlendirilerek kurtarılmak’ diye bir mesele var. Hikâyenin, doğru kadınlık, Feridelik, aydınlatıcılık ve annelik gibi meselelere dönüşmesi ile beraber, kadınların -Hamide Topçu gibi son derece akıllı, kendinin farkında bir kadının dahi- gayet rahatlıkla kabul edebildiği bir ‘görevlendirilme ve misyon’a dönüştüğünü görüyoruz. Bu, hem kişisel düzeyde hem de toplumsal ve politik düzeyde oldukça trajik tabii… Kişisel düzeyde bunun nasıl gittiğini anlamamız çok zor çünkü bu kadınlar konuşmuyorlar. Kendi yaşam öykülerini anlatan kadınların hikâyelerine baktığımız zaman ise, hep ‘dışarı’ndan bahsedildiğini görüyoruz: Yaptıkları öğretmenlikler, meclise gitmeler, köylerde Atatürk ile karşılaşmaları gibi… O sırada kocası ile ne yapıyordu? Çocuklara o sırada kim bakıyordu? Ev işleri ile başı belada mıydı? Bunlara ilişkin çok az şey öğrenebiliyoruz. Sanki kamusal benlik, özel olan aleyhine o bedeli ödeyerek öne çıkartılıyor ve sanki kadınlar, birer persona gibi ortalıkta dolaşan varlıklara dönüşüyorlar. O zaman, biraz Feride olarak -Feride’yi küçümsediğimi asla düşünmeyin çünkü çok gerçek ve çok fedakârca bir hikâyesi vardır ama haklarını istemek meselesinde eli kolu bağlı biridir- yaşamımızı sürdürürüz çünkü rol modelimiz o. Dolayısıyla, personalar biçiminde dolaşan kadınların, aslında neler yaşamakta olduğuna ve benliklerinde neler olup bittiğine ilişkin birkaç şey bilebiliyoruz. Hikâyenin yeniden yazılması döneminde -yani, geçiş döneminde- aslında yeni bir cinsiyet rejimi kuruluyor. Bu, ataerkiydi ama şimdiki ataerki başka türlü bir ataerki. Peki, kadınların hayatında bunun izdüşümleri nerelerdi? Özellikle son 10 yıldır, feminist genç kadınlar, sözlü tarih üzerinden bu meselelere çok güzel girdiler ve çok şükür ki, nelerin unutulup hatırlandığını biraz olsun onların yaptığı çalışmalarla öğrenebiliyoruz. Örneğin, bu yeni cinsiyet rejiminin çok önemli bir parçası olarak, evin yeniden şekillendirilmesi, -ev işleri de dâhil olmak üzere- bir evin ve aile düzeninin nasıl olması gerektiği ve karı koca ilişkilerinin nasıl ilerlemesinin zorunlu olduğu konuşuluyor.
 
‘Türk kızı nasıl olmalıdır? Çekmecesinde kaç tane çamaşırı olmalıdır? Masa örtüsü nasıl olmalıdır? Hatta mutfağındaki tezgâhın yüksekliği ne olmalıdır ki en verimli çalışmayı yapabilsin?’e kadar yazılmış-çizilmiş şeyler var, kız enstitüleri ile yaygınlaştırılan… Böyle bir şeyin içine girdiği zaman, bir kadın nasıl hissediyor olabilir? Annesinden tamamıyla farklı bir hayat yaşaması lazım çünkü doğru hayat önde; arkadaki, aslında yanlış bir hayat. Annesi, babasının yol göstericiliği ile ‘doğru bir hayat kurma, doğru bir ev kurma, doğru bir evlilik kurma’ yolunda vazifelendirilmiş ve böylece kurtarılmış durumda ve bu çok travmatik. Sadece orta sınıf, kentli, beyaz Türk kadınlar için değil, başka kadınlar için de ‘unutma’lar var. Elif Akit’in, kız enstitüleri ile ilgili bir doktora çalışması var; orada, özellikle Balkanlar’dan Türkiye’ye göçen kadınların, kendi dillerini unutmak üzere nasıl koşullandırılmış oldukları işleniyor. Hikâyelerin birinde bir kadın, annesinin kendisine tokat attığını söylüyor, ‘Bu dil ne? Öteki dil ne? Benim ana dilim ne?’ gibi meselelerle uğraştığı bir zamanda. Tüm bunları unutması lazım ve gerçekten de unutuyor o tokatla… Unutularak, homojen bir kamusal alan kuruluyor; farklılıklarımızı, evin içinde, özel alanda bırakıyoruz ve ortak alana, ortaklığımızla ve benzerliğimizle çıkıyoruz: Türk vatandaşları olarak. Türk vatandaşları olarak ya da olmamız gereken Ferideler olarak çıktığımız kamusal alanda yaşadığımız her şey, aslında o arkada bıraktığımız farklılıklarla bağlantılı. 1970’lerin sonu ile birlikte kimlik politikalarının ve farklılık meselesinin siyasallaştığı döneme geldiğimiz zaman, tam da özel alanda bırakılan farklılıkların, kadınlar üzerinden nasıl ifade edildiğini görüyoruz. Kürt meselesinde de öyle… Müslümanlık meselesinde de öyle… Kadınların, giyim-kuşamları, zılgıtları ve bedenleri üzerinden nasıl yeniden kurulduğunu görüyoruz ve bu nedenlerle, bu ortak, tek-tip, gayet anti demokratik olan kamusal alanın açılması ve kırılmasının, annelik konusunun ve özel alan meselesinin belirli bir biçimde siyasallaşması ile mümkün görünüyor. Bugünlerde tartıştığımız Kürt açılımının, ‘annelerin gözyaşları’ üzerinden yapılıyor olması da bize bütün bunları düşündürmeli.
 
Hem kişisel hem de toplumsal düzeyde unuttuğumuz şeylerin, -annemiz başta olmak üzere- bir-iki kuşak önceki, çok şaşırarak keşfettiğimiz kadınların yeniden keşfedilmesi ve onların anlamaya çalışılması ile ancak yol alabileceğini düşünüyorum. Hatırlamaya başlamak için iyi bir zamandayız. ‘Geçmiş ile hesaplaşma’ tartışmaları kendi geçmişimizde de vardı; ‘Kürt isyanlarının içindeki kadınlar ne yapıyordu? Kendini yakan kadınlar niye hep kadınlardı?’ gibi soruları sorarak belki ilerlememiz gerekiyor. Kadınlık meselesini, ‘geçmiş ve unutma’ meselesinde öne çıkararak ve cinsiyeti önemli bir değişken olarak hesaba katarak tartışmamız gerekiyor. Aksi takdirde, kadınlık halleri, hep yarım-yamalak, bizim kontrol edemediğimiz, başka değişkenler üzerinden bize aktarılan ve nasıl aktarıldığını tam olarak bilemediğimiz haller olarak kalacak. Bu hallerin içinde, tabii ki şiddet var. Bir kadınlık bilgisi olarak, tabii ki sınıfsal konumumuz var. Ancak, annelerimizden başlayarak hatırlama meselesi, hem kişisel hem politik düzeyde çok önemli olan ve önümüzde duran bir iş gibi duruyor. 
 
* ‘Türkiye’de Kadın Olma Halleri’ başlığı altında 2009 yılı boyunca gerçekleştiriyor olduğumuz söyleşiler, Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından desteklenmektedir.
 

Etiketler: kadın
İstihdam