09/03/2023 | Yazar: ChinaBird
Ben de güneşin “Dust in the wind” kartına karşılık, sıcaktan delirmiş bir Adanalının son çare ya da çaresizlik olarak piştovuna sarılması gibi, en gizli yerlerimden sadece sevmeyi ve sevilmeyi bilenlerin bilebileceği Ebru Gündeş kartımı çıkarıp oynuyorum.
Çal bre lubunyabaşı!
Vur tokmağını davul gibi gergin bedenlerimize!
Çelikleşmiş sinirlerimiz koptu kopacak, inim inim zangırdar…
Alnımıza kazınmış kader, kuzguni bir çelenk;
Zifiri boşlukta Syd Barret gibi parıldar!
Yok mudur uzak normatif diyarlardan,
Kuir sesimizi sesleyen?
Yekpare seda olur, garip vitrail kanatlanırız
İllegal ebem bağlar kuşağı gök kubbeye;
Toplanır İntersex, Trans, Biseks, Gey, Lezbiyen…
Bu harikulade şiiri seslendirerek girizgâhımızı kapağı çiviyle delinmiş pet şişeyle sıkım sıkım su serpen bir esnafmışcasına ferahlatan Nipples Ewerywhere Platformu Onursal Başkanı Sayın Lastrose Snowy NonBra’ya teşekkür ederiz. Şimdi eril ve rezil komedi dalında ödülümü kendi kendime vermek üzere Özel Hiper Coşkun Beybisel Bireyler Üniversitesi (Yılmazsoy Pasajı, by Erdinch Bay Kuaförü yanı, Zurna Dürümcünün bi üstü) Follogosantrik Maşist Dili ve Edebiyatı Dölüm Başkanı Nonsayın ChinaBird’ü sahneye davet ediyorum.
Uzak normatif diyarlar imparatoru seslenir,
-Allah cezanı verecek!
- Bu ikonik cümleyi sizlerden duyma şerefine nail olduğum için o kadar mutluyum ki Abraham The Emperor. Kendimi huzurlarınızda, Abe Show’da tüm hünerleri takdir ile karşılanmış oryantal dansçı sevinciyle titretmek istiyorum Yüce Majeste! Abe The Emperor için üç defa! Şappey, Şappey, Şappey!!! Ayrıca sizleri bulmuşken söylemeden edemeyeceğim, Blue Blue The Movie’de o nasıl sımsıcak, hoyrat, hunharca yakıcı ve kavurucu bir öpüşme sahnesidir? Avsharian Girl’ün dudakları öyle vakumize bir öpüşme sonrası sekiz kilo tuzlu çekirdek yemişçesine hala sızım sızım sızlıyordur tahminimce. Bu eşsiz eser ile adeta aşkın reçetesi vegan fındık lahmacunlarla kapımızın önüne “mavi en sıcak renktir” diye ilmek ilmek yazıldı ve üzerine tutkunun soğanı gözleri coşkun pınarlara çevirerek serpildi. Ben Mubi’nin sahibi olsam derhal sitede “Adamcasına ve erkekçe sevmeyenler giremez!” diye bir liste açar içine de sade ve sadece bu muazzam eseri koyardım. Bir de belki Marziye dizisi olabilir, hiç izleme şansım olmadı ama isminden bir oturuşta sekiz sezon birden izlenecek bir dizi gibi duruyor.
-Şappey!
-Şappey too, Yüce Majeste!
Melekler Korosu:
“Led bir vele diştiri!”
-Tamam sinirlenmeyin hemen, anlatıyorum.
*
Yine bir seans odası… Bu odadan çıkamayacağız galiba. Akşam güneşi odanın içine zerre zerre, sarı sarı, “Dust in the wind” şarkısını söyleyerek doluyor. Bak diyor, nasıl, gördün mü bu uçuşan tozları? Seni böyle zerrelere, lahzalara çevirir, zenne gibi başını döndürür sonra da yusyuvarlak bir yıldız olurum, sen de bana güneş dersin, diyor. Odanın içinde rüzgâr yok fakat senin içinde fırtınalar var biliyorum, diyor. Ben de güneşin “Dust in the wind” kartına karşılık, sıcaktan delirmiş bir Adanalının son çare ya da çaresizlik olarak piştovuna sarılması gibi, en gizli yerlerimden sadece sevmeyi ve sevilmeyi bilenlerin bilebileceği Ebru Gündeş kartımı çıkarıp oynuyorum. Güneşin doğuşu batışı farksız diyorum, fırtınalar koparsa kopsun diyorum. Bizde şarkı türkü bol, bize bulaşma güneş diyorum, kalkıp tam perdeyi çekecekken, Şebnem Ferah’tan “Perdeler”i söyleyecek oluyor. Tamam diyorum dur, dur zamanı var iki dakika dur da bir şey anlatayım, anlatmaya geldik buraya yoksa Şebo da var bizde Şebnem Shortyfinger da var, o da ay yüzlü bir insan, senin gibi yusyuvalak yüzü var. Çok parlak bir bazlama düşün, içi led ışıklı, led ışıklar” türkü türkü Türküyem”, “o güzel yüreğine sağlık güzel yürekli insan” diye yanıp sönüyor. Islak bir bazlama. Sofraya hevesle konmuş, üzerine çay döküldüğü için bizi ve kendini üzen, ağlayan bir bazlama.
- Merhaba, görüşmeyeli nasılsınız?
- Bilmem, taş gibiyim bence…
Meraklı çocuklar, sevimli şeytanlar gibi böyle bakarlar insanın yüzüne. Göz bebekleri fotoğraf makinesinin lensi gibi kısılır ve yoğunlaşır, iyice odaklanır ve koyulaşır göz bebekleri; kapkara, uzun, ince, dipsiz bir kuyu gibi ışık ışık diye seslenir kuyunun dibinden. Sonra da beni yakalamak için flaşa basar, her yer pür ışık olur, ikimiz de dikilip kuyunun başına bakarız kuyunun içine. Kamaşan gözlerimiz kazımak ister unutmamak için gördüklerini, mezar taşlarının üstüne kazınan isimleri kazır gibi. “Bu nasıl bir taş?” diye sorsam mı ya da iki saniye susayım anlatmaya çok hevesli hemencecik dökülür zaten diye düşünürken o, ben başlıyorum.
Benim taşım bir mezar taşı değil ama benim taşım canlı bir cenaze. Rock’n’Roll gibi… Asla ölmez ama süründürür. Öyle bir cenaze ki kim ölü, kim diri düşündürür. Tabutun başında Şebnem Shortyfinger kendini paralamadan içli içli ve aşırı mağrur, usul usul ağlıyor. Bazlama yanaklarını ıslatan gözyaşlarını, makyajını bozmamaya gayret ederek yine usul usul, hamurlaşmış kağıt peçetesiyle pıt pıt siliyor, tabutun içinde Mesih kıyafetleri giymiş George Harrison telecaster gitarını, imamların portatif ve yankısı bol- koy ustam reverb efektine acıma – amfisine bağlamış ,”While my guitar gently weep”sin gitar solosunu çalıyor. İmam efendi bir mezarın mermer duvarına oturmuş vegan kıymalı pidesinin keyfini çıkartırken, aslında bildiğin normal kıymalı pide, ulan bize yıllardır normal kıymalı pide diye vegan pide mi iteliyorlar, neyse vegan megan nimet nimettir üstelik tamamen ücretsiz ama en azından yanında bir bardak milli içecek de verilebilirdi, kuru kuru yedirdiler şu mereti diye içinden geçiriyor. Yüreğine sağlık rahmetli George Harrison, gitarı da Şebnem’i de- gerçi o hep ağlıyor- ağlattın, ayağına taş değmesin güzel insan. “Ayağına taş değmesin’i ben diyecektim, ben o cümleyi çok seviyorum.” diye başını yerden kaldırıyor Şebnem Shortyfinger, sen de gerçekten yettin be Miss shortyfinger, bir dur ama ya!
Çantamın içinde bir taş getirdim ben buraya. Bir kaldırım taşı, Arnavut kaldırımı… İnsanın çantasının içinde bir kaldırım taşıyla kaldırımlar üzerinde yürümesi tuhaf hissettiriyor. Çantamın içindeki kaldırımın üzerinde de sanki birileri yürüyor. Bedensiz, kayıp bedenini bedenden bedene atlayarak arayan hayaletler ya da neşeli kederli tüm zamanlarının ve canlı cansız tüm duygusal nesnelerinin terk ettiği-kedi, köpek, kuş, böcek hariç- metruk evler gibi ruhunun çaresiz özlemini çeken boş bedenler. Hayaletler bedenlerini, bedenler hayaletlerini arıyor. Bulamayanlar bağrına taş basıyor, ağlıyor. ”Elbette ağlarım benim çakıl taşlarım var”, lütfen Şebnem’cim sen diğer Şebnem’e göre daha halden anlayan bir Şebnem’e benziyorsun, lütfen bir susun da anlatayım. Eski inanışa göre dünyanın üzerinde durduğu kaplumbağanın, bir başka kaplumbağa, onun da başka bir kaplumbağa üzerinde durması gibi sonsuz kaplumbağalar; bize zamanın kısa tarihinin kurumuş sert deri kapaklı, tozlu ve gizemli kitabından-Suavi de geldi,” Tozlu kadim, gizemli kitabı açmadan kitabın üstündeki tozları üfleme ritüelini ben yapayım dost yürek, lütfen, lütfen çok istiyorum.”- şiirler fısıldıyor.
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında” *
Akıllı olanımız kuyunun karanlığından başını kaldırdı ve diğerine baktı. Akılsız olan ise hala kuyuya bakmaya devam ediyor. Şimdi akılsız, elindeki taşı kuyuya atacak çünkü-çünkü akılsızlar kuyuya taş atmayı sever- biliyor akılsız, kuyunun dibindeki su hareket istiyor. Durmaktan sıkılmış, eksilmiş, akışkan olduğunu neredeyse unutmuş ve artık kendini kara bir kuyu sanan suya; hala su olduğunu, iç içe ışıklı halkalarını, yükseklerden düşerken ki gürül gürül sesini hatırlatmak için atacak taşını dipsiz kuyuya. O zaman taş da hatırlayacak bir zamanlar gürül gürül akan ırmağını ve anlatacak akılsıza bu ırmağı.
Denizin içinde olup da denizi bilmeyen balık gibi yüzdün sen de bu ırmakta diyecek taş ona. Rakı şişelerinde demlendin, dans ettin ve dellendin. Ne buraya ilk gelen ne de buradan son gidendin. Şimdilerde içini bayıltana kadar yiyebileceğin, şömine önüne üst üste dizilmiş odunları andıran şerbetli tatlı; bilincini tamamen yitirene kadar çekebileceğin nargile dumanı; bebek arabalarına ve ellere kollara doldurulmuş poşet poşet, çuval çuval, oluk oluk alt eşofman, görkemli şişme kaban; imara açık avize tarları gibi protez tırnak; çok kocaman spor ayakkabı ve daha da kocaman güneş gözlüğü; saç açısından dezavantajlı erkek bireylerin içinde bulundukları değişim sürecinin nişanesi kara saç bandı; büyük bir iştahla döndüre döndüre yalanan mevsimsiz ve coşkulu dondurmalar; minik, meraklı ve canı sıkılan parmaklar marifetiyle cips yağı ve baharatı ekran koruyucusu olmuş telefon ve tabletler; cızırtılı sesler çıkaran metalden akrepler aksa da bu ırmakta; belki de son günlerini yaşadığını bildiğin için ırmağın, bir hatıra olsun diye söküp getirdin beni yanında.
Sarhoştun yine o gece… Eskiden senin sarhoşlukların böyle değildi. Önce sarhoşluğun değişti sonra da sen… Emek sineması yıkıldı yıkılacak, sinemanın önünde bir öbek Arnavut kaldırımı taşı. Hiçbir yere ait olamayanların, kimsenin kendini ait hissetmediği yere hissettikleri aidiyete sahip olmak istedin beni alarak yanında. Sonra taş düştü, kırıldı. Olsun dedin, bu benim taşım. Taşımın yaralarını kendi usulümce sararım. Tüm kırıklarımı, pürüzlerimi gökkuşağı ile boyadın. Kendine benzettin beni, dıştan sert ve soluk, içten sıcak ve rengârenk. Bir anlam buldun sonra bende. Dedin ki taşına toprağına işlemiş bu caddenin bu rengârenk onurlu mücadele. Bir taş da 1 Mayıs için, bir taş da 6-7 Eylül için; bir taş da Gezi için, bir taş da soğuk kaldırım taşları üzerinde kök salmaları mümkünmüş gibi suratsız demir kapıların ıssız, acımasız dışları uygun görülmüş, gövdeleri yalnızlıktan bükülmüş, yaprakları güneşsizlikten büzülmüş “Palmiye”ler için… Çok var, daha çok acı, daha çok mücadele var içine işleyen taşların. Taş üstünde taş, omuz üstünde onurlu bir baş tutmak çok zor şu kısacık konuklukta, deprem kargaşasında.
Melekler Korosu:
“Uyan sevgilim uyan kahvaltıda domates söğüş var,
Patriyarkal kapitalist yıkıma karşı dövüş var.”
Çağırıyor ırmağın seni gürül gürül akmaya 8 Mart’ta. Çağırıyor sakallı yüzün, geniş omuzların, dar kalçaların ve kalbindeki rengârenk bayrakla. “Kişi kadın doğmaz, kadın olur” diyor Simone de Beauvoir. Koskoca Simone de Beauvoir söylemiş bunu; Fransalarda -daha önemli bilgilerin daha çok öğretildiği, insanların şarap içerken ve öpüşürken sopa yemediği dış ülkeler- okumuş, çok bilgili, çok görgülü kadın, yanılıyor olamaz sonuçta.
- Böyle işte yani… Niye anlattım ben bunları şimdi bu kadar? Ne anlatıyordum ben ya?
- Olsun, soruma cevap vermiş oldunuz. İsterseniz bu hafta burada bırakalım.
- Bırakalım, neyse, 8 Mart’ınız kutlu olsun.
- Teşekkür ederim sizin de…
Akılsız olanımız kuyunun karanlığından başını kaldırdı. Ortada ne seans odası ne terapist ne güneş ne de Şebnemler vardı. “Fakat bu nasıl bir müzikal, hani nerede şarkı?” diye sordu kaldırım taşı.
Melekler Korosu:
“Cinsiyet belası
Ruhumu sardı.
Bir terör örgütü ki
El âlem adı.
Kuir kuşlar, martılar
Transgender bir bahar
Gülen şen lezbiyenler vardır. (X2)
Arzular orada zevk oradaydı
Bir deniz ki aşk dolu dalgalar vardı .”
Gülümsedi gökkuşağı boyalı kaldırım taşı.
*Ahmet Hamdi Tanpınar “Ne İçindeyim Zamanın”
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: yaşam