24/01/2011 | Yazar: Murathan Mungan

Bu başlık on yıldır aklımda, bu yazının malzemesini nasıl kotaracağıma ilişkin yaklaşık düşüncelerse o günden beri kendini tartıp duruyor içimde.  

Bu başlık on yıldır aklımda, bu yazının malzemesini nasıl kotaracağıma ilişkin yaklaşık düşüncelerse o günden beri kendini tartıp duruyor içimde.
 
Peter Handke’nin bu adı taşıyan kitabını yıllar önce Türkçede beyaz zeminli düz bir kapakla büyük boy basılan Sunja Altınel’in yaptığı ilk çevirisinden okuduğumda, kitapta endişe olarak anlatılan ruh halini fazlasıyla kavramış, bunun içimde bir yere derinden dokunduğunu hissetmiştim. Yaşamıma ilişkin adeta bir eğretileme olarak alımladığım bu durumun, çocukluğumda sokak aralarında, okul bahçelerinde, bizim evin ya da Mardin Postanesi’nin üst kattaki geniş avlusunda “maç çektiğimiz” günlerde sürekli beni kaleci yapmalarıyla bir ilgisi olmalıydı. Her ne kadar ben de çoğu yaşça benden büyük olan diğerleri gibi “santra oynayıp” gol atmak istesem de kaleciliği üstlenmek konusunda sorun çıkarmaz, azıcık mızırdandıktan sonra kaderime boyun eğerdim.
 
Bir futbol maçında yenilginin ilk fatura edildiği kişinin kaleci olduğu düşünülürse herkesin gol atıp yıldızlaşmak için santrafor olmak istediği bir rol dağılımında kaleci olmak bir anlamda kurban seçilmek ya da kurban olmayı üstlenmekti. O zamanki iç dünyamın simgesel dolambaçlarında, kalecilikte insanı çabucak mağdur durumuna düşürecek dişil bir potansiyelin çekiciliğine kapılmış olmam da mümkün tabii.
 
Kaleciliğin duygusal eziyete, bedel ödemeye, ödetilmeye, suçlanmaya, her türden suçluluk duygusuna açık bir rol değeri taşıyor olmasıyla, erken yaştan beri bilincinde olduğum eşcinselliğim arasında ta o zamanlar bilmeden bir koşutluk kurmuş olmalıyım belki de. Herkesçe bilindiği gibi kaleci pozisyonu gereği sürekli savunmada olup saldırı ataklarını göğüslemek zorunda kalan kişidir. Saha üstündeki konumunun doğası, yaşamı boyunca topluma karşı kendini savunmak zorunda kalan eşcinsel kimliğin yazgısını andırır. Toplumun kolektif bilinçdışında gol atanlar aktif, kaleciler pasiftir. Saha üstündeki rol dağılımına göre savunmada kalan ve pusuya düşürülen kişi olarak kaleci bekler, başına gelecekleri bekler, kaderini bekler, başkalarının hamleleriyle şekillenen bir oyunun kendine biçeceği yazgıyı bekler. Kale çizgisi bir trapez ipi gibi önüne ve ömrüne gerilmiştir. Futbol tarihinde ünlü Rus kaleci Yaşin’e gelene kadar kalecilerin çoğunun kale çizgisini terk etmeyen, ceza alanı dışına çıkamayan bir yere kıstırıldıkları düşünüldüğünde suçun, günahın, hatanın, ödenecek kefaretin başını bekledikleri de söylenebilir. Kalecinin konumunu Jean Genet sözlüğüyle terimlendirecek olursam o bir tür “lanetli ve kutsal”dır. Futbol oyununun azizidir. Karşı tarafın tehlikeli olabilecek bir atağında topu yakaladığında, uzaklaştırdığında yahut herhangi bir biçimde gol kurtardığında bu durum, ne kadar takdirle karşılanırsa karşılansın bir mağlubiyet olasılığının savuşturulabilmesine ilişkin zaten yapılması gereken bir zorunluluk olarak görülür. Bu bir zaferse de yerine getirilmesi gereken bir görevin gereğidir, oysa bir santraforun attığı gol galibiyetin mutlak kurtarıcılığına işaretlenmiştir. Kaleci yenilginin, golcü yenginin temsil figürüdür. Gündelik dilde ya da spor terimleriyle nasıl ifade edilirse edilsin, seyircinin algı katında bu iki ayrı zafer türünün gördüğü işlem endeksi farklıdır. Futbolun kolektif bilinçdışında kaleci takımın bekâret zarının başını beklemeyi temsil eden dişil, edilgin bir rolün taşıyıcısı olarak “vazifesinin gereğini” yapmıştır yalnızca; bu anlamda bakılacak olursa futbol oyununun potansiyel eşcinsel figürü sayılabilir. O, sıkı sıkıya korunması gereken bir deliğin başını beklemekle yükümlü kişidir. Dünya futbol tarihinin şanlı sayfalarında adları bir efsane gibi anılan Yaşin’den Ricardo Zamora’ya varana dek birçok iyi kaleciye rastlanır kuşkusuz, ama futbol tarihinin “esas oğlanları” hep golcülerdir; dünyada Pele, Cruyff, Beckenbauer, Maradona’lardan bizde Lefter’lere Metin Oktay’lara kadar futbolun sinemasında başrolde onlar oynarlar. Tarih kitaplarında da asıl kahramanlar fatihler, fethedenlerdir, kaleyi savunanlar değil.
 
Bu benzetmenin toplum katında izini sürerek söyleyecek olursak sahne sanatçılarından modacılara gösteri sanatlarında yer alanların dışında, ne iş yaparlarsa yapsınlar eşcinsellerin toplumun genel matrisi içinde yıldızlaşmaları olanaksızdır; idolleşemezler, toplumun özdeşleşme figürü olamazlar, cinsel kimliklerinin dışında herhangi bir aidiyetin temsil figürü olarak kabul görmezler. Ünlenebilir, öne çıkabilir, kendilerinden söz ettirebilir, değişen oranlarda saygı görebilirler, ama hep temkinli gözlerle izlenir, yaptıklarına kuşku payı yüksek tutulmuş ölçülerle yaklaşılır, ne zaman edimlerine cinselliklerinin “marazi” gölgesinin düşeceği kaygısıyla takibe tutulurlar; kariyerlerinde yükselen bir eğri çiziyorlarsa, bu sefer de ayaklarının sürçüp yere kapaklanacakları gün sinsi bir kinle beklenir. Kamu hafızası hiçbir konuda olmadığı kadar uyanıktır bu konuda. Bu uyanıklığa karşı önlem olarak geliştirilen en iyi örneklerden biri, sinemadaki erkek oyuncuların gey olduklarını halktan saklama zorunluluklarıdır. Sinemada her şeyin “film icabı” olduğuna inanmaya gönüllü seyirci, gey olduğunu bildiği bir erkeğin film icabı da olsa bir kadına âşık olduğuna, onunla bir aşk ilişkisi yaşayabileceğine inanmak istemez.
 
Hollywood sinema endüstrisinin kurallarını hatırlayalım: Amerikalı biseksüel ya da eşcinsel aktörlerinin yıllar yılı cinsel kimliklerini saklamak zorunda kalmalarının tek nedeni, onların ikiyüzlü sahtekârlar oluşları değildi hiç kuşkusuz, bağlı bulundukları stüdyolarla yaptıkları sözleşmelerin gizli maddeleri gereği, bu gerçeği halktan saklamak ve “saklanmak” zorundaydılar. Aşk filmlerinin çoğunluğu kadın olan seyircisi gey olan bir aktörü asla bağışlamıyordu. Beyazperdede bir şeyin “film icabı” öyle olması kuralı bir tek bu konuda işlemiyordu. Örneğin, düzcinsel bir erkek oyuncunun bir filmde eşcinsel bir karakteri başarıyla canlandırması ona “oscar”a giden yolu açabilirdi, ama ne kadar yetenekli ve usta olursa olsun, gey olduğu bilinen bir aktörün düzcinsel bir erkeği canlandırması seyirci katında ciddi bir inandırıcılık sorunu yaratıyordu. Tyrone Power, Rock Hudson, Cary Grant’ten Ian McKellen, Rupert Everett, Kevin Spacey’e gelene kadar birçok aktörün kariyerini sekteye uğratan bir durumdu bu. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi toplumsal hafızanın en güçlü loblarından biri homofobiye ayrılmıştır.
 
Son yıllarda Türkiye’deki magazin basınının erkek oyunculara yerli yersiz yöneltmek zorunda hissettiği “Beyazperdede bir eşcinseli canlandırır mısınız?” sorusunun ve bu konuda verilen yanıtların içerdiği psikolojik, sosyolojik ipuçları bu açıdan izlenmeye değer.
 
Sonuçta hangi kuramsal kitapların gölgesinde kim ne derse desin, bu konuda yaşam deneyimlerinin yerini hiçbir şey tutamaz. Son yıllarda dünyanın birçok yerinde bu konularda genel bir yumuşama görüldüğü, birçok engelin aşıldığı söylenebilir elbet, ama dipte duran asal sorunu, katedilmesi gereken yolun uzunluğu gerçeğini değiştirmez bu.
 
Penaltı anındaki kaleci benzeri, bu sürekli kendini tehdit altında hissetme, savunmada yaşama hali eşcinsellere çocukluklarından başlayarak kırılganlık, çabuk incinebilirlik, alınganlık, kuşkuculuk gibi ruh halleri taşır; kendi yaşamında bunlarla hesaplaşamamış kişilerde ne yazık ki ömür boyu hasara yol açan kalıcı bir kişilik özelliğine dönüşür. Dünyanın birçok yerindeki eşcinseller arasında rastlanan bu toplumsal mağduriyet durumunu, mazlum rolünü özezer bir zevke dönüştüren hasarlı kişilik yapıları biraz da bununla ilgilidir. 
 
Yeniden sahalara dönecek olursak, futbolun içerdiği cinselliğe ilişkin imgeler, dildeki anıştırmalar, maçlardaki tribün seslendirmeleri göz önüne alınacak olursa benim burada kurduğum mecazi ilintinin çok daha masum ve naif kaçtığı söylenebilir. Toplumsal rollerimize bu eril kodlama modelinin ışığında bakıldığında eşcinsel bir figürün toplumdaki konumlanışının da kalecininkine benzer bir savunma hattında kefarete bedellenmiş bir özellik gösterdiğini daha sık hatırlamamız gerekir. Eşcinselliğini açıkça ortaya koyan birinin başarısı “kefaret”e endekslidir. Hayatın hangi alanda ne yaparsa yapsın, işinde ne kadar başarılı olursa olsun insanlar onu hep eşcinselliğinin üzerine vuran gölgesiyle birlikte okurlar. Yetenekleri, becerileri, nitelikleri, hatta dehası ne düzeyde olursa olsun eşcinselleri hiçbir yerde kahraman yahut “peygamber” yapmazlar; kendini uygarlaşmış olarak niteleyen Batı toplumlarında bile onlar ancak toplum içinde bir renk, bir çeşni olabilirler; onlara ayrılan loca hep başkadır. Bir biçimde gözetim altında tutulan, belli bir mesafeyle azıcık dışarıda tutulmuş bir loca... Uygarlaşma niyetindeki kamusal dilin klişelerinde cisimleşen “Özel hayatı bizi ilgilendirmez, biz sanatına ya da yaptığı işe bakarız," gibi cümlelerin arkasında işleyen zihniyet modeli aynıdır ve bunun gündelik yaşama yansımaları da benzer eğriler çizer.
 
Bütün bu nedenlerle eşcinseller gündelik yaşam içinde diğerlerinin herhangi bir nedenle kendilerine atabilecekleri golün endişesiyle yaşarlar her an. Şu ya da bu biçimde belirlenmiş, gözetilmiş ya da rasgele bir hedef olabilir bu. Tetikte bekleyenle pusuya düşen, hamle yapanla atağı savuşturanın endişeleri yer değiştirebilir. Çünkü penaltı anında topun başında duranın da kendine göre bir endişesi vardır; muktedir olanın iktidarsızlık endişesidir bu, becerememek, golü atamamak, topu kaleye sokamamak, kaleye geçirememek, ağları yırtamamak. Direkten dönmek.
 
Adı üstünde: Kale. Fetih nesnesi. (Aralık 2009)


Etiketler: yaşam, spor
nefret