31/07/2010 | Yazar: Sarphan Uzunoğlu

Felsefelogos’un “Günümüzde Marxizm” isimli cildini elime aldığımda ilk okuduğum metin en sonda yer alan Chris Bambery imzalı “Marxizm ve Spor” böl&

Felsefelogos’un “Günümüzde Marxizm” isimli cildini elime aldığımda ilk okuduğum metin en sonda yer alan Chris Bambery imzalı “Marxizm ve Spor” bölümü oldu. Genellikle İngiltere’deki futbol, seyirci ve endüstri ilişkileri üzerinden olayı ele alan Bambery bir yerde “boş zaman” kavramının kapitalizm tarafından yeniden anlamlandırılışına değiniyordu. Kapitalizmin sözlüğünde “boş zaman” artık kapitalistlerin malıydı, zamanın ve hayatın asıl kullanıcılarının değil. Peki boş zamanı kullananlar? Biz kimiz ve neye aitiz o koca stadyumlarda?

Türkiye’de futbolu sadece bir spor olarak konuşmak için geç kaldık. Futbol artık siyaset, toplumsal cinsiyet ve ekonomi ile birlikte işleyen bir dinamik, üstelik Bambery’nin de söylediği gibi o artık bir “halk oyunu” değil.
 
Futbolun artık halk oyunu olmayışı onu seçkinci bir tavır ya da eylem içine sürüklemiyor, çünkü hala “halk” tarafından tüketiliyor. Aslına bakarsanız burada sözü edilen “halk” bizim tanıdığımız halka pek benzemiyor. Bu “halk”  sistemin ötelediği, işçi sınıfının başını çektiği kesimlerden oluşan, doğal olarak toplumun çoğunu kapsayan bir kavram. Peki bu insanlar bu oyunun içerisinde “onlara ait olmamasına rağmen” ne buluyorlar?
 
Türkiye için bu dev hazineyi üç kategoride açıklayabiliriz. Erkeklik, militarizm ve milliyetçilik. Her üçü de birbirini besleyen bu kavramlara ben bir tane de üç kategoriyi de kapsayan bir duygu eklemek isterim: “Sömürülmüşlüğün sancısı”
 
Aslına bakarsanız bu sancıyı açıklamak zor değil. Sürekli görülen şiddetin bir süre sonra normalleşmesi ve hiyerarşide altta kalana uygulanmasının bir gelenek haline getirilmesidir bu. Lisede yatılı okuyanlar arasındaki dönem farkı ve alt dönemlerin gördüğü muameleden askerlikteki “dede” ve “torun” hikayesine kadar hepsi süregelen hiyerarşik şiddetin doğal bir eğilim haline gelişinin sonucudur. Kısacası toplumun, özellikle de kamusal alana iştirak etmekte rahat olan erkeklerin boşalma alanı, aslında kocaman bir şiddet kampıdır.
 
2002-2006 yılları arasında Bursaspor tribünlerinde birçok maçı takip etme imkanı buldum. Dahası Bursaspor’un en kötü maçında da en iyi maçında da bulundum diyebileceğim bu dönemde “iyi” ya da “kötü” her daim bir şeyle karşılanıyordu: “Küfür”. Peki neden? Birilerini rencide etmek ya da onlara olan nefretimizi kusmak için kullandığımız küfür ne zaman bizim için bir övgü aracı halini aldı?
Bu bir yetinememe halinin sonucu. Her bakımdan, özellikle de cinsel bakımdan tatminsiz olan; sevişmeyi bilmeyen; muhtemelen çoğu da ilk sevişmelerini sevmedikleri ya da tanımadıkları insanlarla yaşamış insanlar için küfür en dayanıklı zırh ve silah. Peki neden en çok da futbol sahasında var küfür? En büyük yetersizliklerimizi burada tekrarladığımız için mi? En büyük yenilgilerimizi burada aldığımız için mi?
 
Ya da çok daha acıklı bir sebepten mi? Futbol alanının kadınlardan uzakta kalan, erkekler için steril gözüken bir alan olması mı? Her erkeğin birer baba modeli olduğu ve her daim ayakta duran, davranışlarıyla yüzüne nur inmiş pehlivanlar gibi izlenim verdiği o idealize edilmiş dünyanın dışında çünkü stad. Siz elinizdeki simit, ayran ve bayrakla aslında orada hiçbirisiniz. Tüm rollerinizden ve statünüzden uzakta, olası polis müdahalesinde copu yiyecek olanlardan, yenildiğinizde ya da şampiyonluğu yitirdiğinizde göz yaşlarına boğulacak olanlardansınız. Kısacası siz orada hayatın simülasyonunu yaşıyorsunuz. Sizden bağımsız gelişen olaylar başarılı ya da başarısız olduğunuzun göstergesi oluyor ve kimse elinizi sıkmıyor; ama yenildiğinizde herkes üstünüze çullanıyor. Başkalarının yenilgileriyle tatmin olunan bir başka alan futbol.
 
Babaların genellikle oğullarını kolay maçlara götürmesinin sebeplerini düşündünüz mü? Kolay lokma yenilecek, baba ve ait olduğu alanın üstünlüğü çocukça yeniden tanımlanacak. Futbol tam da budur, başarılı ve başarısızın bir yanılsama şeklinde yeniden tanımlandığı bir alan. Yoksulluğun başarısızlıkla yaftalandığı bir dünyada yaşadığımızı düşündüğümüzde bu çok da radikal bir durum değil. Yine de futbolu ve başarı kavramını bir arada düşündüğümüzde asıl başarının ne olduğunu baştan düşünmekte büyük fayda var.
Başkalarının başarılarından, 87 yıl önce kurulmuş devletin tarihinden, 100 yıl önce kurulmuş bir takımın galibiyetinden ve sözde büyük zaferlerden pay çıkaran insanlık  zafer kavramını futbolla biçimlendirdi. Her şeyin mükemmel olmasını istemedi, sadece kendisinin mükemmel olmasını istedi ve kapitalizmin pastasının üstüne her iş gününde, her mesai saatinde bir mum daha dikti.
 
Ben bunları yazarken tarih 30 Temmuz 2010. Şu an bir futbolcu sevgilisiyle son model arabasından iniyor, bir başka futbolcu ise o arabaya bineceği günü düşlüyor. Bir taraftar ucuza bulduğu bilete ve emeği satın alınan futbolcuyu ucuza kapatmış olmaya seviniyor. Amatör kümede bir başka futbolcu, tam zamanlı işini bırakıp futboldan para kazanacağı günlerin özlemini duyuyor, bir çocuk babasına kombine bilet alması için yalvarıyor.
 
Futbol kapitalizmin en işlek ve en duygusallaşmış hali. Hiçbir marka ya da ürüne gösteremediğimiz tutkuyu futbol takımlarına gösteriyoruz. Ne dediğimizi hatırlayın tribünlerde futbolcular için: “Sizlere değil renklere aşığız”. Her futbol takımı dev bir fabrika ve biz tüketiciler üretenleri değil sermayeyi ve dev araçları övgülerimizle göğe çıkarıyoruz. Kaleyi boş bırakalı çok oldu, yediğimiz golleri çıkarır mıyız bilinmez; ama yeni goller ufukta. Görmek zor değil. Yeni sezon tüm tüccarlara hayırlı olsun. Daha önce yapılanlara benzemeyen; ama sonuçta hiçbir farkı olmayan formalarınızla, terliklerinizle, dizliklerinizle, dev stadlarınızla, dünyaca ünlü transferlerinizle sizi izlemeye devam ediyoruz.
 
Sarphan Uzunoğlu, İzmir Ekonomi Üniversitesi


Etiketler: yaşam, spor
nefret