29/03/2010 | Yazar: Selçuk Candansayar

“Hayat senin sandığın kadar kolay olsaydı, insanlar bu kadar gaddar olmak zorunda kalmazdı” diyor, otopark mafyasının “Usta”sı.  Kime?

“Hayat senin sandığın kadar kolay olsaydı, insanlar bu kadar gaddar olmak zorunda kalmazdı” diyor, otopark mafyasının “Usta”sı.  Kime? Güvercinleri ve sevgilisiyle bir hayat kurmaya çabalayan Selim’e. Yırtmaya çalışan Selim’e. Otopark değnekçiliğiyle “otomobillerini” koruduklarının bu kez “elit habitatlarını” korumaya talip olan Selim’e Alış Veriş Merkezi’nin müdürü böyle tanımlıyor “işi” ve Selim, ekliyor, “defansı” AVM çevresindeki sokaklardan başlatmak gerekir. Bu yolla alışveriş yapmaya ve yaşamaya gelen insanların kendilerini güvende hissetmeleri daha mümkün olacaktır.

Bayrak örtülü tabutların taşındığı cenazelerin sabahın “rutini” olduğu bir şehirde Usta’larının inayetiyle bir iki sokağın otopark işi verilmiş Selim ve Çaça’nın hikâyesini yine bir AVM sinemasında son seansta seyredip yarı karanlık otoparka güvenlik görevlilerinin arasından geçerek inerken film bir kez daha vuruyor.

Ya Reis? Polisler kahveyi bastığında üzerindeki bıçağı masanın altına saplayışı, hem bayraklı tabutları hem de askere gideni omuzlarına alışıyla, her iki törenin de reisliğini üstlenmesiyle perdeden ete kemiğe büründürdüğü faşizmle bize bakıyor. Ve Sait, “Ben de  İstanbul’a geldiğimde böyleydim” derken Selim ve Çaça’ya bakan gözbebeklerinde kaçınılmaz yazgıya duyduğu hüzün mü var yoksa?

Filmin, hayatımızın, hep göz önünde olsa da hiçbir zaman başrolde olduğu sanılmayan ama aslında çokluğuyla filmi, hayatı belirleyen Çaça’sı. Diğer herkesin inceltip, kültürelleştirdikleri saldırganlığı bizatihi hayatın tek gerçekliği olarak yaşayan Çaça.

Saldırganlık ve şiddet arasındaki temel ve fakat hep göz ardı edilen farkı gözümüzün içine sokuyor film. Metropolün şiddetinde hayatta kalmak için saldırganlaşan insan.
Saldırganlık varkalım çabasıdır, hayatta kalmak için ve hayat alanını korumak için canlıların doğasına basılanmıştır. Martının güvercini yemesi şiddet değil, saldırganlıktır. Bayraklı tabutların arasında, TOKİ taksitini ödeyebilmek, aç kalmamak ve sanki “medenileşmiş” gibi evlilik yüzüğü almak için çabalamak ise saldırganlıktır.

Metropolün görünürde olan ve şiddet sanılan Çaça’da vücut bulan tüm eylemler, varkalmak içindir. Şiddet AVM, içinde satılanlar ve otomobillerdir aslında. Kendi varkalım alanını kara köpeklerle, saldırganlıkları şiddete dönüştürülmüş hayvanlarla koruma çabasıdır. Şiddetin gerçek kaynağı film boyunca hiç gösterilmeyen, biteviye bulanıklaşmış görüntüler içinde dikkatimizden kaçanlardır. Şiddet  bizatihi AVM’nin kendisidir.
 
Hiçbir kurgu hayat kadar abartamaz, diye düşünürüm. Kara Köpekler Havlarken de öyle. Perdeden yansıdığında sinema dili ve estetiği yönünden karikatürize edilmiş gibi duran, kenar mahalle, AVM; varoş, merkez; ayaktakımı ve kentli, karşıtlıklarının aslında belgesel kadar gerçekçi olması.
 
Hakikaten gökdelen “rezidence”lerin varoşla iç içe olması ve güvenlikçilerin, otopark değnekçilerinin hemen bir sokak ötemizdeki kahvehanelerde birbirlerine kafa atmaları, otomobillerimizle akıp gittiğimiz oto yolların kıyısındaki parklarda karakola şikâyet etmek zorunda kaldığımız esrar alemlerinin olması, kurgunun acemiliğinden, sanatsal estetiğinin azlığından mı, yoksa hayatın estetize edilemeyecek denli vahşi olmasından mı?
 
Kara Köpekler Havlarken’i AVM sinemalarının son seanslarında izleyin. İzleyin ve korkun. Korkunuz geçtiğinde düşünmeye başlayacaksınız. Şiddetin aslında ne olduğunu, kaynağının nerede olduğunu, insanda şiddetin olmadığını, bu vahşi dünyada saldırganlıktan başka yolun kalmadığını anlamaya başlayabilirsiniz.
 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam