23/02/2022 | Yazar: Alp Kemaloğlu

Otomatik olarak agresyonla ilişkilendirerek hakkında konuşmaktan politik olarak imtina ettiğimiz lubunyanın öfkesini dile getirmesine müsaade etmezsek bu öfke ne olacak? Herhangi bir duygu olarak öfkenin tek başına korkulduğu kadar yıkıcı olma ihtimali var mı gerçekten? Yıkıcı olan aşikâr bir adaletsizlik varken duygu polisliği yapmak olmasın?

Kavuşamayanların hikâyesi: Söz ve öfke Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Fotoğraf: Ateş Alpar

Bazen söylemek istediğim çok şey oluyor ama bir şekilde bu söyleyeceklerimi dile dökemezken buluyorum kendimi. Yalnızca zihinsel bir karmaşanın ötesinde elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemediğim bir huzursuzluk, kendimden öteye uzanmak isteyen bir hal olarak bir şeyleri söze dökmek istiyorum fakat bir türlü yapamadığım o kadar sık oluyor ki gerçekten dile getirmek istiyor muyum bu “şeyleri” ondan bile şüphe etmeye başlıyorum. Haleti ruhiyem tarafından desteklendiğimi hissettiğim günlerde entelektüel biri olarak bu hali karmaşıklık olarak adlandırıyorum, bu desteği alamadığım günlerde ise kaos.

Bazen birisi bir melodi ya da ritim verse üzerine bu sözleri nakış işler gibi işleyebileceğimi hayal ediyorum. Kendi kalp atışlarımın sınırlı repertuarından, yüzümü kaşıdığımda çıkan hışırtıdan başka birinin ritmine, bestesine konuşmak istiyorum. Kendime tekrar tekrar söylediklerimi başkasının nefes alışverişinde “remixlemek” istiyorum. Merak ediyorum, bu sözler başkasının şahitliğinde de o kadar gerçek hissettirecek mi? Kendimi başkasında bulmak ya da kaybetmek istediğimden değil, tek başınalığımın sınırlılığını kabul ederek aklıma gelen ilk seçenek olan başkasına dönüyorum.

Bazen göğe, aya, eski fotoğraflara, pencerenin önünde kuyruğunu titreterek sürtünen kediye bakıyorum ve bir kelime de olsa onlara bir şeyler söylerken buluyorum kendimi. Bu söylediğimi gök mü çıkardı benden ben mi hiçbir zaman ayırt edemiyorum. Bu bilinmezlikte büyük bir bilgelik olduğuna inanıyorum ama bu bilgeliğin ne olduğunu bilemiyorum ne yalan söyleyeyim. Aynaya bakıyorum, gördüğüm şeye de bir iki laf ediyorum ve yine aynı bilinmezlik! “Kendime bir şey üzerinden bakmama şansım pek yok galiba” diyorum ve yoluma devam ediyorum. Aynadaki yansımam bile ben değilken “ben” ne ola ki?

Bazen tüm yaşamım bir metafor gibi hissettiriyor ve ancak kendime verdiğim sözleri tuttukça arada bir gerçekliğe değebiliyormuşum gibi geliyor. Bir şeye benzetmeden ya da ilişkilendirmeden yaşamanın yolu yok mu? Her halükârda eğreti bir yaşam sürdürmek kaçınılmazsa neye benzemek istediğim, neyle ilişki kurmak istediğim midir en önemli olan? Tekrar tekrar denersem benzemek istediğim şey olabilir miyim? “Yeterince” istersem olur mu? Bu soruları çok acımasız ve en saf haliyle “fobik” buluyorum ama sormadan da duramıyorum. Kendime verdiğim sözü burada devreye sokuyorum: “Nefes almayı hatırla.”

Bazen kendi sözüme çok önem verdiğimi düşünüyorum. “Sonra başka neye önem vereceğim ki?” diyorum. Dört bir yanım sözlerle çevrilmişken kendi sözümü merak etmem ne kadar beklenmedik? Başkalarını dinleyerek öğrenmiyor muyuz söz söylemeyi? Başkaları nefes almaksızın söz söylerken ben sustuğumda “ben” nereye gidiyor? Söz söyleyemediğimde -ben dile getiremediğimde ya da dile getirmem bir şekilde engellendiğinde- çöreklenen sıkışmışlık haliyle bazen ne yapsam olmuyor, ben de öfkeleniyorum: Haklı öfke.

Bazen lubunya çok insani bir ihtiyacını karşılayamadığı için haklı bir şekilde öfkeleniyor sanıyorum. Başka şeylere yormadan önce aslında öfkeli bir lubunyanın sözünü işitmeyi denesek hayatımız ne kadar farklı olurdu diye düşünüyorum. Bu kadar basit olabilir mi? Kesinlikle olabilir.

* * *

Gökkuşakları, simler, sahne ışıkları ve “love is love” nidaları arasında her daim var olan öfkemizin peşine düşmeyi seviyorum. Öfkede reddedemediğim bir aciliyet, kendini görünür kılmak isteyen bir isyan, adalet için bir arayış bulabiliyorum. Otomatik olarak agresyonla ilişkilendirerek hakkında konuşmaktan politik olarak imtina ettiğimiz lubunyanın öfkesini dile getirmesine müsaade etmezsek bu öfke ne olacak? Herhangi bir duygu olarak öfkenin tek başına korkulduğu kadar yıkıcı olma ihtimali var mı gerçekten? Yıkıcı olan aşikâr bir adaletsizlik varken duygu polisliği yapmak olmasın?

Sevgiyle bakan bir lubunyanın gözlerindeki güzelliği öfkeyle bakan bir lubunyanın gözlerinde de görmek mümkün. Var olan bir haksızlığı, ayrımcılığı, şiddeti olduğu haliyle görebilen bir gözü takdir edeceğimize, öveceğimize ayıplamak alışkanlık olmuş. Öfkeyle kalkan zararla oturuyor olabilir ama kimse öfkeyle oturmanın kişiye ne kadar zarar verebileceğinden bahsetmiyor. Şu an Türkiye’de sayısız lubunya ömürlerini öfkeleriyle oturma pratiğini geliştirmeye adamış vaziyette. Arkadaş ortamlarında, barlarda, yatakta, yani kenarı köşesi belli, itildiğimiz duygusal gettolarımızda birbirimizi aşağıya çekmeden öfkelerimizi dile getirmeye çalışıyoruz. Onlarca sayfalık öfke fermanlarımızı “Yine de aşk boyun eğmez!” şeklinde yoğunluğunu azaltıp servis ediyoruz.

Öfke de diğer her duygu gibi milyonlarca farklı şekilde dile getirilebilir ama lubunya bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda yöntemle bunu yapmaya çalışıyor. Bu “toplum” tarafından onaylanmış yöntemlerin herkesin ihtiyacını karşılamayacağı gerçeğinin yanı sıra sınırlı sayıda müsaade edilen öfke kanalları bir yerden sonra öfkemizi yok sayıp o kanalları bile kullanmaktan kaçınmamıza neden oluyor olmasın? Yapabileceğimiz sınırlı sayıda eylemin yeterli olmayacağını düşünüp öfkemize omuz silkmek çağdaş yaşamın gereği olmuş sanırım.

* * *

Lubunyanın öfkesiyle mücadelesi çok erken yaşlardan başlayabiliyor. Neye öfkelendiğimizi kendimizi alıktırmadan açıklayacak beceri ve birikime sahip olmadığımız o anları düşününce bu kanaate varıyorum. Elini tutmak istediğim arkadaşımın elini tutamayacağım kuralıyla sınandığımda öfkelendiğimi nasıl söyleyebilirim? Bana her “kız çocuğu” dendiğinde “ben kız değilim” diyecek alan bana açılmadığında öfkelendiğimi kendimi güvende hissederek hangi sözcüklerle aktarabilirim ki? Hele bir de öfke neredeyse tüm mevcudiyetimle beni eylemeye iterken durmak zorunda olmanın eklenen öfkesini düşündüğümde…

* * *

Bu yazı bir öfkeye övgü yazısı değil. Herhangi bir duygunun bir diğerinden daha önemli olduğunu düşünmek bana çok saçma geliyor. Aynı lubunyanın ayrımcılıkla kronik bir şekilde mücadele eden diğer kişiler ve toplumlardan daha önemli olduğunu düşünmenin saçma olması gibi. Bununla birlikte öfkemizi bir şekilde söze dökmenin yolunu bulmamız gerektiğini düşünüyorum. Belli ki yakın bir zamanda kimse bizim öfkemizin kaynağına alan açmayacak. Peki biz kendimiz için -hem bireysel olarak hem de toplum olarak- neler yapabiliriz? Daha da önemlisi bunu “yine kendi başımızın çaresine bakıyoruz” hissine kapılmadan, kendi çabamıza gücenmeden nasıl yapabiliriz?

İstiyorum ki benden daha becerikli birisi öfkesini olduğu haliyle ortaya koymayı başarabilsin. Bunu öyle bir şekilde yapsın ki öfkesini ve neye öfkelendiğini bir yaz fırtınasında çakan şimşekleri izlediğimiz netlikte ve huşu içerisinde izleyebilelim. Ardından yağan yağmurla serinleyip, yollarda birikmiş tozu toprağı akıtalım. Ve sonrasında bulutların ardından çıkan güneşi hep beraber kahkahalarla batıralım. Dediğim gibi öfke de sadece bir duygu, biz onu yaşatmadıkça geçip gitmeye ve tekrar oraya çıkıp kaybolmaya mahkûm. Ortaya çıktığında ona dikkatimizi verebilirsek bize neyi işaret etmeye çalıştığını anlayabiliriz belki. Bize neyi işaret ettiğini daha net görmek için elini tutarsak belki öfkemiz de kendisini o kadar yalnız hissetmez ve tam tekmil bir isyana dönüşmez. Öfkemizle daha yakından hemhal olabildiğimiz günleri inançla ama sabırsızlıkla bekliyorum.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: yaşam
İstihdam