31/05/2011 | Yazar: Nevin Öztop

“Belki şehre bir film gelir” diye giden şarkının sözlerinde de olduğu gibi, Afganistan’da bir kente bir film gidiyor.

“Belki şehre bir film gelir” diye giden şarkının sözlerinde de olduğu gibi, Afganistan’da bir kente bir film gidiyor. Kocası Pakistan’da iken film çekimlerine açıyor evini bir kadın. Kocası dönüyor, köyü dedikodu bulutu içinde buluyor. “Evini yabancı erkeklere açan kadın”, kocası tarafından öldürülüyor.
 
17 Mart akşamı Kanada Büyükelçiliği’nin evsahipliğiyle filminin gösterimine katılan Afgan asıllı Kanadalı yönetmen ve oyuncu Nelofer Pazira, artık aramızda olmayan o kadın için bir film daha çekiyor: “Namussuz”. Kadınlık, Batı/Doğu, İslamofobi, feminizm ve tabular üzerine yaptığımız söyleşinin tadını çıkarmanız dileğiyle…
 
 
Kaos GL’nin alanlarının başlıcaları LGBT’lerin insan hakları, feminizm ve seksizm; ancak sorularım illa ki bunlarla direkt temaslı olmayacak.
Her soru benim için uygun. Eğer bir toplum olarak yaşayacaksak, farklılıklar için saygı ve tolerans beslemek zorundayız. Eğer o aşamaya gelemiyorsak, işte o zaman büyük bir sorunumuz var demektir. Filmim elbette ki LGBT’ler ile ilgili değil ancak sorulacak her soru benim için uygun. Ayrıca bu mesele ile ilgili daha önce düşünmüştüm, yoluma çıkan hikâyelerden dolayı.
 
Afganistan’dan önce Pakistan sonra da Kanada için ayrılışınıza dair eminim çok soru ve yorum ile karşılaşıyorsunuzdur. Doğmuş olduğunuz yer olan Hindistan ile ilgili kısa bir hikâyenizin olduğunu da biliyorum. Size ve etrafınızda olup bitenlerin detaylarını net olarak hatırlıyor musunuz? Yoksa sadece bulanık bir yolculuktan mı ibaret her şey?
Hayır, bulanık bir hikâye değil. Hangi kısmının bulanık olduğunu anlatayım ama… Hindistan’da doğdum ancak oraya ait hiçbir anım yok. Bana, anneme ve babama ait olan fotoğraflarımız var. Fotoğraflara bakıyorum ve bunu o fotoğraflara tıpkı bir başkasının baktığı şekilde yapıyorum. 
 
Afganistan hiç bulanık değil. Orayı terk ettiğimiz anlar, savaşın hemen öncesi olan anlardı. Önce haberlerdeydi; sonraları savaşın belirtilerini gördük. Büyük patlamalar ya da silah sesleri yoktu önceleri. Ancak savaş büyüdükçe ve hükümet zayıfladıkça, roket-atarlar ve silahlar görmeye başladık. İnsanlar orduya gönderilmeye başladı ve sonra vücutları getirildi. İşte o zaman savaş bize çok yakındı. Afganistan’ı Pakistan için terk ederken, 16 yaşındaydım ve her adımını çok net hatırlıyorum. O zamanlar o detayları düşünmüyordum tabii… Tek yapmak istediğimiz oradan bir an önce çıkmaktı. Ancak zihnime çok kez döndüm ve tüm bunların benim üzerimdeki etkilerini gördüm. Sadece her şeyi geride bırakmakla kalmadık, geride bırakmanın ne kadar zor olacağını göremedik. Ağladığım an, sınırı aştığımız andı sadece. Geleceğimizin ne olacağını bilmiyorduk, nereye gittiğimizi de… Tek bildiğimiz, çok şeyi geride bıraktığımızdı; minik kişisel tarihim, çocukluğumdan bu yana benim için önem taşıyan şeyler… Tüm bunların etkisini, sınırı geçtiğimiz anda fark ettik sadece. 
 
Kısaca, hayır, bulanık değil bunlar. Çok seçilir detayları olan ve benimle yaşayan anılar hepsi. Zaman zaman bazı parçaların çalışmalarımda su yüzüne çıktığını görüyorum. Tüm olarak olmasa da, parça parça duyuror hepsi bilinçaltımda.
 
Bu soruyu sorma sebebim, örgütümüzün çalışma alanlarından birinin göçmenlik oluşuydu. Bölgenin çeşitli yerlerinden gelen LGBT mülteciler ile çalışıyoruz ve 3. bir ülke bulmaları sürecinde yardımcı oluyoruz. Kanada, bu ülkelerden biri oluyor çoğunlukla. Artmakta olan göç ve bu göçe gösterilen direnç konusunda ne düşünüyorsunuz?
Afganistan’daki savaş başladığında, bütün kurumlar yardım etmeye çalışıyordu ve biz de yurtdışına gitmek istiyorduk. Pakistan’a ulaştığımızda, seçebileceğimiz birkaç ülke vardı. Avustralya, Kanada ve birkaç Avrupa ülkesi. Biz Kanada’nın yolunu tuttuk.
 
Bu bir seçim miydi?
Bizim için bir nevi seçime dönüştü. Babam birkaç ülkeyi seçme hakkına sahipti ve Kanada’yı seçti. 1989’dan bahsediyoruz. Kâbil’de yaşayan, bağımsız bir kadın olan ve işini seven bir teyzem var. Ancak sürekli endişe taşıyor çünkü arkada kalan tek akraba o. Ondan başka kimse kalmadı Kâbil’de. Şimdilerde sürekli olarak “Peki ilerleyen yaşlarımda bana ne olacak? Hastalanırsam, bana kim bakacak?” düşüncelerini taşıyor. Orası, kamusal hizmetlere sırtınızı yaslayacağınız bir yer değil. Kanada’da benim seçeneklerimin ne olduğunu biliyorum ben. Ancak bunu Afganistan için söyleyemeyiz. Ülkeyi terk etmesi konusunda ona yardımcı olmayı denedik ancak bu çok zor ve karmaşık. Avrupa’da insanları kabul eden bir ülke yok şimdilerde. Kuzenim ta Hollanda’dan Afganistan’a yollandı, sırf yeterli mülteciye sahip oldukları için. Kotalarını doldurdukları için. Hala çok açık kalmayı başarmış olan Kanada ve Avustralya bile kotalarını düşürdüler. 
 
Direnç bence şuradan geliyor… Her şeyden önce, bir kriz durumu sözkonusuysa -Irak’taki savaş gibi- mültecileri normalde kabul edeceklerinden daha hızlı kabul ederler. Iraklı mültecileri, gey-lezbiyen, kadın, İranlı ve diğer kategorideki mültecilerden daha hızlı… Doğal felaket mi yoksa insanın sebep olduğu felaket mi fark etmeksizin, tüm dünya size yardım etmek isteyebiliyor.
 
Ancak peşinde sürüklediğin acı bir hikayen yoksa, ihtiyaç sahibi insanla kıyasla sen bir yük gibi görülebiliyorsun. Afganistan’a ne zaman gidersem gideyim, insanların, yeterince dikkat çekebilmek için hikâyeler üretmek zorunda kaldıklarını görüyorum. Bazen bu hikâyeler son sınırda olmak zorunda kalabiliyor. Bence tutumlardaki bütün değişikliğin 11 Eylül olayları ile alakası çok fazla; insanlar “terörist”lerle ilgili bir uyanış yaşadılar. Özellikle 11 Eylül’ü takiben yaşanan Londra patlamaları, intihar bombacıları, Kanada’daki “Grup 17”’den sonra…
 
Diğer yandan, direncin, ekonomik krizlerle de alakalı olduğunu düşünüyorum. Bağışlanacak büyük miktarlarda para olduğunda, göç konusuna ve mültecilere yardım ayrılabiliyor. Bence ekonomik kriz, insanların içlerini kuru ve cömertliği eksik bıraktı.
 
Ve son olarak, göçmenlik politikaları devletlerin kendilerine bağlıdır. Eğer muhafazakârsan, bir şey yaptığını ıspatlamak ve göç mevzuuna kısıtlamalar getirmek zorundasın. Sarkozy’nin yaptığı gibi. Kendisi Macaristan’dan göçmen olarak gelmiş biri olsa da, seçim sırasında kısıtlayıcı yasalar üzerinden kampanyalar düzenledi. Herkesin Fransızca konuşması gerektiği ve tüm testleri başarı ile geçmesi zorunluluğu platformu üzerinden yürüttü kampanyaları. Bu politikacılar iktidardayken, politikalarda değişiklik olacağını biliyorsunuzdur. İşte tüm bunlar, göçmenliğe gösterilen direncin katmanları: kamusal görüş, ekonomik gelişmeler ve devlet politikası. Bugünlerde daha da dillendirilir oldu bu direnç.
 
Sizle ilgili araştırma yaparken, intihar bombacıları üzerine bir sempozyumda yer aldığınız bilgisine rastladım. Neden bu konu?
Kesinlikle ölümcül bir silah bu… Afgan tarihine bakıyorum ve -her ulusun olduğu gibi- kendisi ile gurur duyan bir ülke görüyorum. Güçlü olduklarını, savaş meydanında savaştıklarını ve kahraman bir kültüre sahip olduklarını söylerler -ki ben bunların hiçbirinden hazzetmiyorum.
 
İlk olarak, bu konuyla İslami bir açıdan ilgilendim: Kabul edilir bir davranış mı? Dini bir bireysen ve cihad yaptığına inanıyorsan, bir Müslüman olarak kendini öldürmeyi nasıl açıklıyorsun? Her şeyden önce, intihar etmek İslam tarafından yasaklanmıştır. Ayrıca kendini teklikeye atarak ve direnerek cihad yapmakla, kendini kesinlikle öldüreceğini bildiğin bir eylemi yapmak arasında fark var. Peki İslam’a aykırı ise, Müslümanlar neden yapıyorlar bunu?
 
Öğrendim ki intihar bombacısı olma eylemi Orta Doğu’da başladı; ancak dini İslamcılar tarafından değil, çoğu sosyalist ve komünist olan Filistinliler tarafından… Filistin-Israil çekişmesine dikkat çekebilmenin bir yolu olarak görmüşlerdi. Dini bir eylem değildi ancak zaman geçtikçe Hizbullah bunu bir taktik olarak benimsedi. Sonraları Irak’a gitti ve ardından diğer ülkelere ulaştı… Bu eylem, Irak savaşının talihsiz bir hediyesidir Afgan halkına.
 
CBS’de* bir saatlik bir belgesel yapmıştım bununla ilgili. Lübnan’ın güneyinde yaşayan Filistinli bir aileye dairdi. Irak’ta ölen intihar bombacısı oğlunun ölümünü kahramanlaştıran bir anne sözkonusuydu. Oğlu, hem kendisini hem de bir Amerikan’ı öldürmüştü. Anne, evin her yerinde oğlunun fotoğraflarını bulunduruyordu ve şöyle diyordu sürekli: “Oğlum benim… Her annenin hayali… Şimdi cennette olduğunu biliyorum.”
 
Sanırım bu hikâye kulağıma tanıdık geliyor, Türkiye’ye uyarlandığında.
Doğru… Kadın devam etti oğlunun ölümünü anlatmaya. Evin ve bana gösterdiği fotoğraf albümlerinin fotoğraflarını çektim. Evden tam ayrılmak üzereyken, evde genç bir erkeği gördüm. Şok oldum çünkü ölen oğlanın aynısıydı. Geldi ve masaya oturdu; ben de anneye sordum: “Bu oğlan kim?” Annesi “O benim diğer oğlum.” yanıtını verdi. Onunla konuşmaya çalıştım ancak konuşmaya çok meraklı olduğu söylenemezdi. Afganistanlı olduğumu söyledikten sonra biraz daha fazla konuşmaya başladı. Sonra birden anne değişti ve zavallı bir kadına dönüştü. “Abisinin yaptığını yapmak istiyor. Ne olur ona yapmamasını söyle.” 2 saatimi, 18 yaşında olan bu oğlanı ikna etmeye ve eğitim alarak insanlara daha çok yardımcı olacağını anlatmaya ayırdım. Gazetecilik ve filmler yaparak kendi cihadımı yaptığımı anlattım ona. O da bana “O senin cihadın, bu da benim. İkisi aynı değiller.” dedi. Fikrini değiştiremedim.
 
İşte radyo belgeseli, intihar bombacılarının tarihi, bu anne ve ikna edemediğim genç erkek ile ilgiliydi. Annenin hikâyesi, tamamen sosyal baskı ile ilgiliydi; sebebi ne olursa olsun, oğlunun ölümüne sevinecek tek bir annenin olduğuna inanmıyorum. Hizbullah’a, ailesine ve diğer herkese bu rolü oynamak zorundaydı. Diğer oğlunun da ölmeye hazırlandığını duyunca, parçalara ayrılıyor ve birden gerçeğe dönüşüyordu.
 
“Namus cinayetleri”, “kadına yönelik şiddet” gibi etiketlerin, yapılan eylemin katmerlerini ve karmaşasını azalttığını söylüyorsunuz. Aynı zamanda sonuçlardan ya da suçlamalardan hoşlanmadığınızı söylüyorsunuz. Peki, kadına yönelik acımasızlığı en canlı şekliyle anlatmanın size göre yöntemi nedir? Kadına yönelik şiddeti “anlaşamamak” gibi terimlerle ifade eden çeşitli kadın grupları ile karşılaşıyorum bugünlerde. Bu beni kızdırıyor çünkü anlaşamamak dediğimiz şey normalde gözde bir morlukla sonlanmıyor. Şiddetli eylemleri yumuşatıyor muyuz?
“Kadına yönelik şiddet” terimini kullanmaktan asla vazgeçmememiz gerektiğini düşünüyorum, eğer kadına yönelik şiddetse. Doğru terimlerin kullanımı önemli ve hassastır. Ortada şiddet varsa, durum ne olursa olsun inkâr edilmemelidir.
 
Sanat ve sunuma gelince, şiddetin gösterimine inanmıyorum. Ayrıca, şiddet dediğimiz şey, namus cinayetlerinden veya yüze atılan tokattan daha farklı biçimlerde de yer alır. Etrafımda o kadar çok şiddet var ki, bir de ayrıca kendi filmimde portrelemek istemem. Ben işin daha çok sosyal etkileriyle ilgileniyorum. Filmdeki kızın yüzünden aşağı doğru kan akıtmam gerekmiyor; bakışları ve gözyaşları, benim için yeterince güçlü.
 
Türkiye’den bir film olan Polis’i hatırlattı bu bana. Film, başından sonuna kadar şiddet dolu. Son sahnede kadın karakter, erkek karakter tarafında “seni seviyorum” demeye zorlanıyor. Kadın söylemek istemiyor çünkü onu sevmiyor. Ancak sonunda söyletiyor erkek. Yönetmen, filminde neden bu kadar fazla şiddet kullandığı sorusunun yöneltildiği bir söyleşisinde, “Şu konuda anlaşalım. Filmimde şiddet yok, kadının “seni seviyorum” demeye zorlandığı son sahne dışında.” diyor.
(Gülüşmeler) Fransız yönetmen Bruno Dumont’nun yaptığı iyi bir film var, savaş ile ilgili. Filmin 2. katmanı, orada yaşıyor olmanın nasıl bir duygu olabileceğini izleyiciye düşündürmekti. Çok zekice yapılmış bir film. Seyirciyi şok etmek için yapılmamış ve benim zaten şok etmeye inancım yok. Ben diyaloğa inanıyorum.
 
Hem Afgan hem de Kanadalı olduğunuzu söylüyorsunuz. Bunun her iki kültüre eşit erişimin yanı sıra, her iki kültüre eşit eleştiri erişimi anlamına geldiğini de söylüyorsunuz. Bölgeyle bir şekilde bağları olanlar için daha mı kolaydır bölgeye dair sanat yapmak? Yani “yabancı” olmak ile “yerli” olmak arasında bir rahatlık farkı var mıdır? Aslında asıl değinmek istediğim şey, Batılı’dan geldiğinde “İslamofobi”, yerliden geldiğinde “eleştiri” olup olmadığı…
Dünyanın belirli bir yerinden geliyorsanız, işinizin daha kolay olacağı muhakkak… Hele bir de dili biliyor ve kültüre erişimde zorlanmıyorsanız. Herkes kendisine bir alan çizer en nihayetinde. Filmi Afganistan’ta yapmamın sebebi, Afganistan’da büyümem ve onu tanımamdı. Yetişkin bir insan olarak onu yeniden keşfetmeye gittim. Onunla ilgili nostaljilerim yok. Onun dünyadaki en iyi yer olduğunu düşünmüyorum. Afganların dünyadaki en iyi insanlar olduğunu da düşünmüyorum. Romantizmim yok onunla ilgili. Ancak oraya her gidişimde, yeni bir katmanını görüyorum.
 
Çok ilginç ve çok önemli olduğunu düşündüğüm ikinci soruna gelince… Eleştiri mi, İslamofobi mi?
Eğer aynı yaklaşım benimsenir ve oradaki acı anlaşılmaya uğraşılırsa, benim filmim herhangi bir Batılı tarafından pekâlâ yapılabilirdi. Gerçeğe bağlanılabiliyorsa, bu bir eleştiri olur, İslamofobi değil. Tek yapmak istediğim baltalamak ise, ben de İslamofobik olabilirim. Aslında Batılı feministlerin hedef tahtası olabilirim ben kolaylıkla. Benden çok hoşlanmayanları olabilir çünkü onları hayal kırıklığına uğratan şeyler söylüyorum. Her Afgan erkeğinin şiddet dolu ve gaddar birer cani olmadığını söylediğimde örneğin… Ben kendi babamla ilgili ne yapardım o zaman? Her yaptığım şeyi, ben ona borçluyum misal.
 
“Namussuz” (Act of Dishonour) filminde de gördüğümüz gibi, geceleri o kadar çok ağladı ki baba, kızını uykusunda bir türlü öldüremedi. Aynı şekilde, nişanlısı da vuramadı onu.
Bu doğru. Bence hata sadece erkeklerde değil, aynı zamanda istismarcı güçte. Afganistan-Pakistan sınırında çok dürüst olan ve şu ana gördüklerinin dışında hiçbir şey öğrenmemiş sayısız erkek ile tanıştım. Elimi sıkıp sıkmama konusunda emin olamıyorlar. Yüzüme bakıp bakmama konusunda da öyle. Hepsinin harika insanlara dönüşeceğini söylemiyorum, ancak farklı ortamlar sağlandığında, bazıları açılabilir. Bazıları da diğer uca gidebilir, bilmiyorum. İnsan kapasitesinde inanılmaz detayların yattığını düşünüyorum.
 
Film sizce mutlu bir sonla mı yoksa mutsuz bir sonla mı bitti? Genç kadın, nişanlısı tarafından öldürüldüğünde daha mutlu olurdum sanırım ben…
Yine söylemeliyim ki, sonuçlandırmalardan hoşlanmıyorum. Bir umut parçası olduğunu düşünüyorum ortada. Neden? Erkek, kadını öldürmemeyi tercih etti. Bu, bana göre büyük bir değişim. Genç kadın, Afgan kadınını sembolize ediyor: bir şekilde özgürler, ancak nereye gitmeleri gerektiği konusunda bir fikirleri yok ve gelecekleri tamamen belirsiz. Açlıktan da ölebilir, bir sonraki köye gidip hayatına devam da edebilir. Yaşıyor olduğu gerçeği, bir umut parçasının ve gelecek olasılığının olduğunu söylüyor bana.
 
Filminizi 17 Mart akşamı Kanada Büyükelçiliği’nde izledik. Bu bölgeye dair sanat üretirken, oryantalist olmamak mümkün mü?
Kanada Büyükelçiliği’nde bir gösterim yapmamızın sebebi, fırsatlardan biri olmasıydı. İzleyicilerin çoğunun, filmimdeki burka tartışmasından hoşlandığını söyleyemem ancak onu oraya bilerek ve o izleyici tipi için koydum.
 
Kanada Ulusal Film Komitesi’nden (National Film Board of Canada) iki yapımcı, filmimin konusu ve kendilerinin bu işe sıkı sıkıya bağlı olmalarından dolayı yardım ettiler filmime. Yapımcı Anita Lee Koreli ve diğer yapımcı Silva Basmajian Lübnan-Ermenistanlı. Oryantalist bir yaklaşım karşıma çıksaydı, onları ikna etmek zorunda kalabilirdim; şanslıyım ki büyük destek oldular bana.
 
İtalya’da davetli olduğum bir programa dair harika bir hikâyem var. “Late Night with David Letterman”ın İtalyan versiyonu gibiydi. Hayatımın en uzun makyajını yaptırdığım gün. Girdiğimde “Afgan onur konuğu” olarak tanıştırıldım ve yerime oturdum. Bir şeyin bakanı olan biri ve 1-2 konuk daha yer alıyordu. Daha sonra filmimden alıntılar göstererek, Afganlara yardım etmek zorunda oldukları konusunda tartışmaya başladılar. Ben hemen “Bir saniye, durun, benim filmim bununla ilgili değil ki. Benim emeğimi, kendi politik gündemlerinizi meşrulaştırmak için kullanmayın.” dedim. Programın sunucusu da “Şimdi ara vereceğiz.” dedi. Oraya ilk vardığımda, herkes parlıyordu. Söylediklerimden sonra ise, herkes sırtını döndü. Program bittikten sonra, sunucu teşekkür etti -çünkü etmek zorundaydı- ancak diğerleri etmedi. Onları hayal kırıklığına uğratmıştım çünkü filmimi yorumlama biçimleriyle geçinememiştim.
 
Sanırım LGBT olmak daha zorlu bir mücadeledir. Batı için daha büyük bir ilgi kaynağı, Doğu için ise daha büyük bir tabu. Bölge sadece politize edilmiş durumda değil, aynı zamanda uçlarda yaşayan bir şekil formunda.
 
Filminizde şu cümle çok hoşuma gitti: “Mini eteği ve ince çorabıyla seksi görünmeye çalışan bir kadınla, burkasıyla gizemli olmaya çalışan bir kadın arasında hiçbir fark yoktur.” Peki, gerçekten de öyle mi?
Ya siz ne dersiniz bu konuya?
 
Bedensel haklara inanıyorum ve birinin dışarıda bırakılarak özgürlük denen şeyin hakkının verilemeyeceğini düşünüyorum. Ancak gerçekte kalbim hangisine kayıyor, bilemiyorum.
Sanırım benim cevabımı da vermiş oldun. Filmde “politik doğru”culuk adına hiçbir şey yapılmadı. Burka da mini etek de birer kumaştır ve o kumaştan daha fazlasını görmememiz gerekir. Bunu söylediğimde -seyircilerin arasında oturan burkalı Müslüman kadın da olsa, çok laik kadın da olsa- insanları rahatsız ediyorum.
 
Kişisel olarak sorarsan, umrumda bile değil. Bana göre tek sorun, bunun gerçekten bir seçim olup olmadığı konusu. Bir kadın, dantelli iç çamaşırları alıyorsa, “Harika! Neden olmasın!” derim. Evet, pahalı, ama onun hazzına bağlı her şey. Birgün bir kadın, “Nefret ediyorum bu taytı giymekten.” dedi bana. Ben de “Neden giyiyorsun o zaman?” diye sordum. “Erkekler bunları seviyor.” dedi. Ben de “Neden erkekler için giyinmek zorundasın ki? Neden kendin için giyinemiyorsun?” dedim.
 
Günümüzde magazin dergisi kültüründe yaşıyoruz, bize belirli bir “arzulanan kadın” imajı gösteren… Batı’daki genç kızlar arasında bir kriz yaşanıyor ve iki uç arasında kalıyorlar: anoreksi ve obezite. Müslüman toplumlarda ise, saflığa ve bekârete vurgu yapılıyor. Batı’da da olsak, Doğu’da da olsak, bir sıkışmışlıkta yaşıyoruz.
 
* “The Current” Radyo Programı, “Of Paradise and Failure” Belgeseli
Sanatçıya ulaşmak için:  www.dawf.ca


Etiketler: kültür sanat
nefret