20/10/2022 | Yazar: Eylem Çağdaş

Kent, farklılıkların karşılaşma alanıdır. Öbür türlü kent, kent olmaktan çıkar, betonarme bir insan konservesine dönüşür.

Kent, farklılıkların karşılaşma alanıdır Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

“İnsan evsizse, işsizse, yoksulsa bu kendi başarısızlığıdır” diyerek meşrulaştırmıştı neoliberalizm kendi mantığını. Yine 1980'lerden bu yana güçlüyü, zengini, “başarılı”yı ya da girişimciyi kayıran bir egemen ahlakla karşı karşıyayız. Kent merkezlerinin, eski mahallelerin yenilenmesi aşamasında tabii ki de kent yoksulları, LGBTİ+lar, göçmenler, zorunlu göç mağduru Kürtler vesaire bu süreçten dışlandılar. Çünkü onlar bu yeni dönemin “başarısız”larıydılar. Kentlerin yükünü çekenler onlardı lakin, yine kent merkezlerindeki yoksulluğu ve dışlanmışlığı görece telafi eden kentsel ve sosyal donatılara en çok ihtiyacı olanlar da onlardı.

Kentsel dönüşüm olarak tabir edebileceğimiz bu süreç Türkiye'de çok sert yaşandı. İktidar sahipleri kantarın topuzunu kaçırmış olmalılar ki sonunda tüm bunlara kitlesel bir tepki olarak Gezi direnişi yaşandı. O on-beş günlük tatlı kaosta en ön saflarda kimlerin durduğunu, kimlerin başı çektiğini zaten biliyoruz: yerinden yurdundan edilen bu kesitler,kentin ötekileri ve yoksulları... Başka türlüsü düşünülemezdi zaten. Kentin yükünü çektikleri halde kent merkezlerinden sökülüp atılanlar kısa süreliğine de olsa kenti geri aldılar. Üstelik bunun geçici, sabun köpüğü bir toplumsal kabarış olduğunu söyleyemeyiz, artçıları sürüyor hala. Orada kazandığımız ilişkileri ve değerleri hala canlı tutmaya çalışıyoruz örneğin. Yine metropol belediyelerin görece demokrat ellere geçmesi de büyükşehirlerdeki bu eksen/norm kaymasıyla ilişkili şüphesiz, sadece kapalı kapılar ardında yapılan ittifaklarla açıklanamaz.

Kentsel dönüşümün esas mantığı, kent merkezlerinde eskiden kapitalin umurunda olmayan ya da kasıtlı bir biçimde çöküntüye/suça terkedilen alanların yeniden kapital tarafından talep edilmesidir. Neoliberalizm her şeyi metalaştırırken bu sürecin başını şüphesiz kentler çekmekte... İngiltere'de ortaya çıkan bu kavram resmi belgelerde "sanayisizleştirilmiş bir kentin boşalmış alanlarına yeni işlevler yüklenmesi ve oraların yeniden canlandırılması" olarak tanımlanmıştır. Yeni işlevler ve canlandırma sözcükleri kimseyi yanıltmasın, bu alanlara biçilen yeni misyon büyük ölçüde ranttır. Rant da kamusal yaşamı canlandırıcı değil öldürücü bir etki yapmaktadır.

Türkiye gibi ülkelerde ise kentin marjinalleştirilmiş olan alanlarının temellük edilmesi oradaki tarihi kent dokusunu tahrif ederek ve buralarda yaşayan ötekileri, kent yoksullarını yerinden ederek mümkün olabildi. Bu süreç kimi zaman Bomonti, Cihangir örneklerinde gördüğümüz gibi yumuşak geçişle, yani bu bölgelere yavaş yavaş eğitimli orta sınıfın, yazarların, sanatçıların vs.'nin yerleşmesiyle oldu. Kimi zaman da Tarlabaşı, Sulukule, Ülker Sokak örneklerinde görebileceğimiz gibi zorla oldu. Tenlerinin rengi, cinsel kimlikleri ya da en basitinden yoksullukları nedeniyle bu insanlar oralara yakıştırılmadılar.   

Yine de kozmopolit kent yaşamı tüm sancılarına rağmen sürmekte. Kulüplerin önünde ve kulüplerin himayesinde sigara içilen alanları saymazsak Mis Sokak benzeri birkaç sokak/meydan, kadınların ve LGBTİ+’ların kamusal alanda sosyalleşebildiği birkaç alandan biri hâlâ. Bundan önce de çeşitli meydanlar ve sokaklar öne çıktı. Kadıköy’deki birkaç sokak ve meydan, Tünel’deki birkaç sokak, Abdullah Sokak, Emek Sineması’nın sokağı adını sayabileceğim birkaç örnekten biri. Ne var ki tüm bu sokaklar pek çok kolektif yaşam alanı gibi saldırıya uğradı. İktidarla ilişkili çeteler tarafından sabote edildi. Kamusal yaşam alanları dağıtıla dağıtıla, küçüle küçüle, Mis Sokak gibi birkaç vahaya sıkışmak durumunda kaldı. 

Aslında her mahallede, her semtte böyle yerler olmalı. Buralarda toplulukların, kimliklerin, sınıfların ve bireylerin kaynaşma, birbirlerini tanıma ve güçlenme imkanı vardır. Yeni kuşakların ruhsal ve toplumsal gelişimi için de elzemdir böylesi yerler. Tam da bu yüzden iktidarlar, karşılaşma alanlarını, meydanları kısıtlamaya, kontrol etmeye ve hatta bizim gibi sömürge ülkelerinde boğmaya çalışırlar. Örneğin Paraguay, Fransız Guyanası gibi sömürge ülkelerinin kentlerinde meydanlara, karşılaşma alanlarına pek rastlayamazsınız. Çünkü ülkede pis işler dönüyordur, sokaklarda bir izleyici kalabalığı istenmez. Sokaklar suça ve kargaşalığa terk edilmiştir. Dolayısıyla buralar hızla geçip gidilecek alanlardır.    

Ne var ki İstanbul gibi küresel kentler hem çok büyüktür hem de sadece iktidarlara ait değildir. Toplumun, sivil toplumun, hatta insanlığın dahi etki gücü, söz hakkı vardır. Dolayısıyla tam anlamıyla kontrol etmek, baskılamak mümkün değildir. Gezi gibi kazalar, sürprizler kaçınılmazdır.  

Bugün her ne kadar daimi bir tehdit altında olsa da Beyoğlu gibi merkezler bu özelliklerini koruyorlar. Buraları tahrif edebilirsiniz, kimliksiz nargile kafelerinizle, bilumum zevksiz apart otellerinizle buralara tecavüz edebilirsiniz. İktidar destekli mafya ve çetelerle esnafı haraca bağlar, insanları huzursuz edebilirsiniz. Ancak orada kolektif bir hayat yaşanmıştır. Bunu belleklerden silmek zordur. Dolayısıyla 8 Mart, Onur Haftası ya da 1 Mayıs gibi en ufak toplumsal bir olayda buraların doğal bir buluşma alanına dönüşmesine mani olamazsınız. 

Kent, farklılıkların karşılaşma alanıdır. Öbür türlü kent, kent olmaktan çıkar, betonarme bir insan konservesine dönüşür. Bizler çok farkında olmasak da iktidar sahipleri bunu çok çok iyi biliyorlar. Bu yüzden de kamusal yaşam sürekli saldırı altında. Hazır belediyeler de görece demokrat ellere geçmişken böylesi zeminlerin çoğalması için düşünmeye, yoğunlaşmaya başlamalıyız.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: yaşam, kent hakkı
nefret