06/08/2010 | Yazar: Rahmi Öğdül

Batı dillerinde kimlik için kullanılan sözcük (identity) aynı zamanda özdeşlik anlamı da taşıyor.

Batı dillerinde kimlik için kullanılan sözcük (identity) aynı zamanda özdeşlik anlamı da taşıyor. Kendi içinde hep özdeş, aynı kalana, ama başkalarından farklı olana işaret ediyor kimlik. Böylelikle, şeyler arasında özdeşlikler, analojiler, karşıtlıklar ve benzerlikler kurarak dünyayı sabit kategoriler içinde düşünmeye meylediyoruz. Önce bir şeyin kendi kendine özdeşliğini kuruyor, ardından da diğer şeylerle bu şeyin farklılığı ve benzerliği üzerinden düşüncemizi ilerletiyoruz. ‘İki resim arasındaki farkı bul’ oyununa fazlasıyla kaptırıyoruz kendimizi.

Bu düşünce, çeperleri kesin çizgilerle ayrılmış nesneler arasında kesin ayrımlar yapmaya yarıyor, şeyler arasındaki farkları ve benzerlikleri tanıyor sadece. Kimliklerin sızdırmaz kaplar olarak iş gördüklerini, farkın, başkalığın ancak kimlikler arasında ortaya çıktığı argümanına yaslanan bu düşünceye Deleuze, ‘dogmatik düşünce imgesi’ adını veriyor. Bu imge, dünyaya düşünce kalıplarıyla yaklaşmamıza izin veriyor sadece. Şeyleri ait oldukları sındırmaz kimlik kalıpları içine tıkmamıza yarıyor.

SÜPERMARKET HIZI
Bu düşünce kalıbı, yani dogmatik düşünce imgesi temsile dayanıyor, temsil sayesinde iş görüyor. Kararlı, değişmez ve dingin şekilde karşımızda uzanan dünyayı, bu mevcut haliyle düşüncemizde yine kararlı, değişmez ve dingin bir temsile dönüştürüyoruz. Temsile dayalı bakışın sadece tek bir merkezi ve sahte bir derinliği var.

Tek bir bakışın sahte bir derinlik duygusuyla hiyerarşikleştirdiği nesneler tüm donmuşluklarıyla ölü doğalara dönüşüyor. Aslında baktığımız her yeri, algıladığımız her şeyi doğal, toplumsal, siyasal peyzajlara dönüştürürken iş başında olan hep bu dogmatik düşünce imgesi.

Sabitlenmiş temsillerden ya da donmuş kimliklerden oluşan bir müze içinde dolaşıyoruz adeta. Bu donmuş, olup bitmiş kimlikleri, şeyleri harekete geçirecek başka türden bir düşünceye ihtiyacımız var; varlığı bitmemiş bir şey, sürekli kendi gizil güçlerini açığa çıkaran bir şey olarak kavramak, yeni bir ontolojiyi gerekli kılıyor. Varlıkların sabitlenmiş kendilikler, katı çeperlerle çevrili kimlikler değil, gözenekli ve geçirgen olduklarını ve kimliklerin sadece belirli bir zaman ve mekânda boy gösteren geçici gerçekleşmeler (aktüellikler) olduklarını kavramamız gerekiyor.

Farkı sadece kimlikler arasında ortaya çıkan bir şeymiş olarak kavrayan dogmatik düşünce imgesi, farkın bizatihi varlıkların içinde kıvrılmış şekilde yattığını ne yazık ki görmeyi başaramıyor. Bir kimlik, belirli bir çevre probleme yönelik aktüel bir çözümdür oysa. İçinde farklılığı barındıran bir varlığın bir probleme yönelik bulduğu çözüme kısaca kimlik diyebiliriz. Başka bir deyişle çözümler kendilerini sabitlenmiş kimlikler olarak sunuyor. Oysa varlık kendi içinde virtüel olanı, yani gizil güç olarak henüz kendisini gerçekleştirme olanağı bulamamış olanı, farklılığı taşıyor.

Her aktüelleşme/gerçekleşme bir bakıma virtüel olana karşı bir ihanet gibi duruyor; her kimlik, virtüel olanı bastırıyor. Dogmatik düşünce imgesi varlığı virtüel bir farklılık alanı olarak değil, olup bitmiş, aktüel bir kimlik olarak tanımlıyor.

Varlığı bir çözüm olarak değil, problem olarak ele aldığımızda, giderek dogmatik düşünceden uzaklaştığımızı görüyoruz. Çözümler kendilerini sabitlenmiş kimlikler olarak sunarken, problemler ise açık alanlar, boşluklar ve ontolojik kıvrımlar olarak önümüzde uzanıyor. Çözümler ya da kimlikler tüketilmiş, olup bitmiş, belirli bir zaman kesitinde donup kalmış kabuklar gibi işlev görürken, bir problem olarak varlık ise ontolojik kıvrımlarını durmadan açarak kendisini, farklılığını açığa çıkarıyor.

Kimliği bu şekilde sorunsallaştırmak, gündelik hayatta, toplumsal yaşamda kimliklerin taşıdığı önemi yadsımak anlamına gelmiyor elbet. Evrenselleştirici ve aynılaştırıcı kuvvetlerle iş gören modernitenin, belirli kimlikleri öne çıkarıp ideal modeller olarak bunları dayatırken, kıyıda kalmış, işine yaramayan, tasarladığı dünya/toplum imgesine uymayan kimlikleri ise bastırmaya çalıştığını biliyoruz. Temsiller dünyasında kendilerini temsil edebilme olanağı bulamamış, etnik ya da toplumsal cinsiyete ait kimliklere yönelik bu ayrımcılık özellikle seksenlerin son yarısında dile getirilmeye başlandı.

Modernitenin tek-kültürcü anlayışına karşı, postmodernitenin çok-kültürcü anlayışı şekillendiriyor dünyayı artık. Modernitenin ötekileştirdiği, dışarı ittiği kimlikler toplumsal hayatın her kesiminde temsil edilebilmek için mücadele ediyor. Süpermarket raflarında ürün çeşitliliğinin artmasına koşut olarak, aynı hızla kimliklerin de çoğaldığını görmek şaşırtmıyor.

YAPAY NUMUNE
Çokkültürcü perspektif içinde de kimlikler sabitlenmiş, olup bitmiş şeyler olarak yerlerini alıyorlar. Burada da dogmatik düşünce imgesi iş başında; aynı anlayış devam ediyor. Bu kez toplumsal raflarda daha fazla kimlik temsil edilebilme imkânına kavuşuyor. Etnik, cinsel ve sınıfsal kimliklere kültürel numunelermiş gibi yaklaşıyor çok-kültürcü bakış.

Raf çeşitliliği gibi toplumsal çeşitliliği arttırmak için bu sabitlenmiş kimliklerin yeniden ve yeniden üretildiğini ve kimi kez de icat edildiğini görüyoruz. Kızılderili performans sanatçısı James Luna bu duruma dikkat çekmek için, 1987’de bir müze içinde kendi bedenini sergilemişti. Modernitenin ötekileştirdiği kimliklere, postmodernitenin birer kültür numunesi, turistik, ticari bir nesne gibi yaklaştığına işaret ediyordu performansın adı da: “Yapay  Numune (Artifact Piece)”

Toplumsal ve etnik bölünmenin bize dayattığı kimlikler reyonundan hangi kimliği üzerimize giyeceğimize biz karar verelim, ama bu kimliklerin içimizde barındırdığımız gizil farklılık alanına bir ihanet olduğunu da unutmayalım.



Etiketler: kültür sanat
nefret