28/04/2014 | Yazar: Emre Dursun

O, masallardan, efsanelerden esinlenerek yarattığı kendi gerçekliğinin kozasını örüp, okurlarını bu büyüye ortak ederken bile, ‘yazdıklarında gerçek olmayan tek bir şey bulunamadı’.

Bir tanrı varsa, ondan sonra en çok canlı yaratan kudret, Balzac diye bilinir. Bizim, çağdaşı olma keyfini ve gururunu tattığımız Marquez ise, kâinatta, hiç kesintisiz en uzun süren yağmuru yağdıran kudrettir. “Yüzyıllık Yalnızlık” toprağı hiç değilse kuraklıktan böyle sıyrıldı: Çünkü “yağmur tam dört yıl, on bir ay, iki gün yağdı.”
 
Sanatçılara, özellikle de yazarlara bu büyük yaratıcılık vasfını atfetmekten hoşlanırız ve bunda hiç de haksız sayılmayız. Yine onları, kendi sınırlarımız içerisinde resmedip tanımlamaktan da hoşlanırız. Bunda zaman zaman bodoslasak da, onların sınırsızlıklarından ve sonsuzluklarından ilham almak dürtüsü baskındır kuşkusuz.
 
Hayatı boyunca tanışmak istediği tek kişinin Charlie Chaplin olduğunu söyleyen Lenin, Kafka için de şöyle demişti: “Tek bir gerçek Bolşevik yazar vardır, o da Franz Kafka’dır.” Biz de Türkiye’den bakarsak, oldukça yoğun bir mutabakatla şöyle diyebiliriz sanıyorum: Dünyanın iki büyük realist yazarından biri Kafka ise, diğeri de Marquez’dir. En son olarak Hrant Dink ile ama aslında birçok faili meşhur cinayette “Kırmızı Pazartesi” romanını anımsamayan kaç kişi vardır ki? Kafka’nın “Dava”sını da her dönemde aratmış akıl dışı örneklerin bu kadar çok olduğu topraklarda üstelik.
 
“Anlatmak için yaşadığını” söyleyen Marquez’in anlatıcılığında, yazıdan çok konuşmaya dayanan bir yan vardı. Onu “büyülü gerçekçiliğin” devi haline getiren bu özellik gücünü müthiş bir halk deyişçiliğinden, masal ve efsane anlatımından, yerelin evrenseli en çok ilgilendiren (ilgilendirmesi gereken) özgünlüğünden almaktaydı.
 
Ailesinin yoksulluğu dolayısıyla, Kolombiya’da çok sık rastlanan bir yöntemle, büyütülmesi için temelli olarak büyükanne ve babasının himayesine verilen, onları aile belleyen “Gabo”, anneannesinin efsunlu masallarından, onun edebi uyanışını da kamçılayan Kafka’nın çarpıcı “Dönüşüm”üne kadar, temsilcisi olduğu akımın iklimini fazlasıyla solumuş oldu. Devasa bir halk edebiyatı örneğiydi, hem de kendi ödüllü kitabını reddedecek kadar!
 
“Şer Saati” adlı yapıtıyla bir edebiyat yarışmasında birincilik elde eden Marquez, kitabın yayınlanmasının ardından, “Benim böyle bir eserim yok” diye açıklama yaptı. Sokak ağzıyla konuşan kahramanların dilinden bütün deyimler ve argo ifadeler sökülmüş, her biri steril bir İspanyolcaya kavuşturularak “kurtarılmış” ama eser de kaybedilmişti. Gabo tereddüt bile etmedi, okunmamasını salık verirken.
 
Hakikatin içerisine en has realizmden bile daha fazla sirayet edebilen bu üstün tarz, bizzat söylediği gibi, “kimseyi şaşırtmadı”. O, masallardan, efsanelerden esinlenerek yarattığı kendi gerçekliğinin kozasını örüp, okurlarını bu büyüye ortak ederken bile, “yazdıklarında gerçek olmayan tek bir şey bulunamadı”; inandırıcılığı dünyanın hiçbir yerinde tartışılmadı. Köyün delisi, gezegenin dâhisiydi artık.
 
Marquez hukuk öğrenimini yarıda bıraktıktan sonra gazeteciliğe başladı. Sistemle uyumsuzluğunun açıkça görüldüğü köşe yazıları onu sosyalistler arasında da öne çıkardı, bu tür dostluklar kurdu. Yirmi yaşındaki Velasco’nun kendisine anlattıklarından oluşturduğu şahsi görünen mücadeleyi gazete için hikâye yoluyla, “Bir Kayıp Denizci” adıyla haberleştirdiğinde, halk, hükümetin yaptığı bir “kaçakçılığı” bu yolla öğrenmiş oldu. Gazetenin de, Marquez’in de Kolombiya’da rahatça barınması imkânı kalmadı. Bir haber için İtalya’ya gönderilerek uzaklaştırıldı; hükümet ise habere karşı bir bildiri yayınlayarak “denizcinin Marquez’e anlattıklarının gerçeği yansıtmadığını, iktidarın herhangi bir yasa dışı taşıma yapmadığını” iddia etti ama kendine bu denli güvenir görünen tüm otoriteler gibi de, bir süre sonra gazetenin yayınını engellemekten geri durmadı.
 
Bu skandallar yaşanırken, Marquez Roma’daki haberin peşini çoktan bırakmış ve Paris’e geçmişti. Borç içindeydi, yoksulluk etrafını fena halde sarmıştı ama elinin altında, sonradan “En iyi eserim” diyeceği bir başyapıtın taslakları vardı: “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok.” Hikâyenin bir yerinde, Kolombiya’dan ayrılmak zorunda kalmadan önce yaşadıklarına gönderme yapan şöyle bir diyalog da geçiyordu: “‘Haberlerde ne var?’ diye sordu albay. Doktor ona birkaç gazete verdi. ‘Hiç kimse bilmiyor,’ dedi. ‘Sansürcülerin basılmasına izin verdiği satırların aralarını okumak zor.’” Gabo, sonraki yazın yolculuğu boyunca satırların aralarını da örmekte her geçen gün ustalaştı.
 
Sadece kendi ülkesinde değil, Latin Amerika’nın tamamında sosyalistlere, gerilla mücadelesi yürütenlere açık bir şekilde destek vermekten hiç çekinmedi. Fidel Castro ile dostluğu dahi eleştiri konusu olabilirken, o bazı örgütlere yaptığı maddi manevi destekleri bile hiçbir zaman gizlemedi. Nobel ödülü ise Marquez gibi büyük bir yazar için iki şey ifade ediyordu: Uzun süre yasaklı olduğu ülkesine dönmesi yönünde yapılan davet ve er ya da geç tüm dünyaya yayılacak eserlerinin biraz daha erken duyulmaya başlaması. O kadar. “Yazmayı sürdürmek isteyen ünlü bir yazar şöhrete karşı kendisini daima korumalıdır” diyordu.
 
2000’li yılların başından itibaren ortalıkta dolaşan ve “Artık ölebilir miyim?” cümlesiyle biten mektubu hiçbir zaman yazmamıştı. Bütün zorluklara karşın, güçlü bir direnme timsali olarak kalmayı başardığı için belki de, bu mektubun kendisine yakıştırılmasından duyduğu memnuniyetsizliği ifade ederken, hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Oysa bir yazar açısından kolaylıkla “nefes almakla” eşdeğer görebileceğimiz yazma eylemini noktalarken, ölümün yarısını göze alabildiğini söylemek de yanlış olmaz.
 
“Benim Hüzünlü Orospularım” adındaki romanının yayınlanmasından sonraki sene, “Bu yıl, benim ilk kez tek bir kelime bile yazmadığım bir yıl oldu” diyecekti. Ve bir daha da yazmadı. Bu gönülsüz vedanın sebebi, demans hastalığıydı. Ortak hafızamızı oluşturan en büyük yazarlardan biri, hayatının son demlerinde unutkanlıkla da sınanacaktı. “Kolera Günlerinde Aşk”ta kendi anne babasının aşk hikâyesini anlatan Marquez’e “keşke”si sorulduğunda verdiği cevap ise dikkat çekiciydi: “Hayatta pişman olduğum tek şey bir kızımın olmayışı.”
 
Marquez’in âşık kahramanları, dokundukları şeylerin rengini değiştirebiliyorlardı. Bunun gerçek olamayacağını kim iddia edebilir? Böylesi bir tutku, kimi dünyanın sıradanlığına boyun eğmeye ikna edebilir? Cesaret karşısında, kurgulanmış hangi sınır sonsuza dek aşılmaz kalabilir? Kaleminin değdiği yeri kendi efsunlu hakikatinin rengine büründüren bir yazarın yok olduğuna, çiçekler, kediler, cinler ve insanlar nasıl inanabilir?
 
Gabo da artık kâinatta bir renktir. “Bir sona geldiğin için üzülme, onu yaşadığın için gülümse”diyen bir ses. Yalnızlığı getiren değil, onu sonlandıran bir nefes.
 
Marquez için teşekkürler hayat, hakikat için teşekkürler Marquez! 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam