02/06/2011 | Yazar: Özlem Sönmez Ertem

Dün bir "haber" vardı internet sitelerinde: Zeytinburnu’nda inşa edilen "OnaltıDokuz İstanbul" projesi, isteyen müşterilerini vinç yardımıyla 100 metre yüksekliğe çıkarıyor ve manzaraya göre daire seçme olanağı sunuyormuş.

Dün bir "haber" vardı internet sitelerinde: Zeytinburnu’nda inşa edilen "OnaltıDokuz İstanbul" projesi, isteyen müşterilerini vinç yardımıyla 100 metre yüksekliğe çıkarıyor ve manzaraya göre daire seçme olanağı sunuyormuş. Projede, 36, 32 ve 27 katlı üç bloktan, 1 1, 2 1, 3 1, 4 1, 3 2 ve 6,5 2 olmak üzere altı tip rezidans ya da apart daire seçenekleriyle toplam 496 daire bulunuyormuş! 
 
Haber üzerine ben de; üç artı bir, iki artı bir gibi ifadelerle konutun yaşamsal değerinden çok metrekare ve fiziksel boyutlarının öne çıkarıldığı bu kimliksiz mimari ürünler üzerine düşünmek istedim. İmdadıma, Jane Jacobs’un Metis Yayınları’ndan bu ay çıkan “Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı” başlıklı kitabının giriş bölümü yetişti. Mevcut şehir planlaması ve yeniden inşasına bir saldırı niteliği taşıyan bu kitap, şehirlerin görünmez düzenini izah etmeye çalışıyor: 
“Şeylerin görünüşü ile işleyiş tarzı kopmaz bağlarla birbirine bağlıdır ve bu bağların en sağlam olduğu yerler de şehirlerdir. Ama şehirlerin sadece nasıl görünmesi 'gerektiğiyle' ilgilenip nasıl işlediğini ilginç bulmayanlar bu kitapta hüsrana uğrayacaktır. Bir şehrin görünümünü planlamak, daha doğrusu ne tür bir içsel, işlevsel düzeni olduğunu bilmeden ona hoş bir düzen görünümü kazandırmaya dair spekülasyonlar yapmak beyhudedir. Görünümü öncelikli amaç ya da ana mesele yapmak beladan başka bir şey getirmez.
 
…Düpedüz çirkinlik ya da düzensizlikten daha aşağılık bir şey vardır ki, o da düzen varmış gibi yapmak, hem de bunu var olmaya çalışıp ihtiyaçlarını dayatan gerçek düzeni de görmezden gelerek ya da bastırarak yapmaktır.
...Sözde yerini aldıkları gecekondu mahallelerinden daha beter suç, vahşet ve genel sosyal umutsuzluk yuvaları haline gelen sosyal konut projeleri, tam anlamıyla yavanlık ve tekdüzelik kuyuları olan, şehir hayatının neşesini ya da canlılığını asla içeri sızdırmayan, orta gelirlilere yönelik konutlar, manasızlığını sönük bir kabalıkla azaltmaya çalışan lüks evler, iyi bir kitapçının bile tutunamadığı kültür merkezleri, eğleşecek yer bulma imkânı nispeten kısıtlı avarelerden başka kimsenin uğramadığı sosyal merkezler, banliyö tipi standart zincir alışveriş merkezlerinin donuk kopyaları olan ticaret merkezleri, hiçbir yerden hiçbir yere gitmeyen ve kimsenin kullanmadığı gezinti yolları ve büyük şehirlerin bağırsaklarını deşen otoyollar… Şehrin yeniden inşası böyle olmaz. Buna şehrin talan edilmesi denir. 
 
Bu projelerin çirkin yüzeyinin altına baktığımızda daha da feci bir manzarayla karşılaşırız. Teoride, projelerin çevrelerindeki şehir alanlarına faydaları dokunacağı varsayılır, ama bu nadiren gerçekleşir. Bu kolu bacağı kesilmiş alanlar, umumiyetle kangren olur. Bahsettiğimiz planlama tarzına göre, insanlara konut bulmak için halka fiyat etiketleri iliştirilir ve etiketli kitlelerin ayıklanıp atılan kısmı, çevresindeki şehre karşı giderek artan bir şüphe ve gerilim hissi duyar. Bu türden iki ya da daha fazla düşman adacık bitiştiğinde ortaya çıkan sonuç "dengeli bir mahalle" diye adlandırılır. Tekelci alışveriş merkezleri ve anıtsal kültür merkezlerinin, halkla ilişkiler şamatasıyla örülmüş bir örtünün altında sakladığı şey, şehirlerin samimi ve kendiliğinden oluşan hayatından hem ticaretin hem de kültürün çıkartılmış olduğudur.” 
 
Bu kayıtla örtüştüğünü düşündüğüm fotoğraflar ise Çavlan Erdost (pekguzelseyler.blogspot.com) aracılığıyla haberdar olduğum Slinkachu’nun Küçük İnsanlar projesinden. Binaların sembolik ya da somut düzeyde uyguladığı şiddeti vurgulamak niyetiyle…

Etiketler: yaşam, gezi/mekan
İstihdam