18/02/2015 | Yazar: Cemal Akyüz

5-15 Şubat 2015 tarihleri arasındaki 65. Berlin Film Festivali’nde çok sayıda LGBTQI film on binlerce festival seyircisiyle buluştu.

Berlinale’yi çok yakından takip eden Pembe Hayat KuirFest’in Berlin ruhunu Ankara’da nasıl yaşattığına, onun bütün özgünlüğü ile küçük ve başarılı bir replikası olduğuna birinci elden şahit oldum. Son gece yapılan Teddy Partisi, Ankara Eski Yeni bardaki 2015 Pembe Hayat KuirFest partisi kadar eğlenceli olmasa da seneye tekrar gelin der gibiydi.
 
5-15 Şubat 2015 tarihleri arasındaki 65. Berlin Film Festivali’nde çok sayıda LGBTQI film on binlerce festival seyircisinin karşısında ilk kez görücüye çıktı.
 
Berlin’de queer filmlerin çoğunluğu küratörlüğünü Wielend Speck’in yaptığı Panorama bölümünde gösteriliyor. 18 uzun metraj, 16 belgesel filmi programa alan bölümün filmlerinin büyük çoğunluğu queer filmler. Danimarkalı yönetmen Jannik Splidsboel’in açılma hikayesi “Misfits” Amerika’da en fazla kiliseye sahip Oklahoma’nın 400 bin nüfuslu aşırı muhafazakar Tulsa şehrinde okul çağındaki genç geylerin hayata tutunma öykülerini anlatan başarılı bir belgeseldi. Yönetmen hayatlarının henüz başındaki her türlü etnik gruptan gey, lezbiyen ve trans gençlerin yaşamlarını, kilisenin ve ailelerinin bu hayatları genelde nasıl zorlaştırdığı veya bazen de nasıl kolaylaştırmaya çalıştığını sergiliyordu.
 
Kuzey Amerika’dan Güney’e inen bir başka belgesel Uruguay yapımı “El Hombre Nuevo” hayatı pek çok Latin Amerika ülkesinde geçen orta yaşlı transseksüel Stephania’nın çok ilginç hayat hikayesi eşliğinde adeta orta ve Latin Amerika tarihi de veriyordu. Berlin Film Festivali’nde queer filmlere verilen çeşitli ödüllerden En İyi Belgesel ödülünü de bu film aldı. Yönetmen Aldo Garay Stephania’yı 20 yıl boyunca kamerasıyla takip etmiş ve hatta onun daha 12 yaşındayken Sandinista hareketi içersinde yer aldığı yıllarda çekilen arşiv görüntülerine de ulaşmış. Nikaragua’dan Uruguay’a evlatlık verilen Stephania’nın bugünkü hali Uruguay yetkililerine kadın olduğunu ispatlamaya çalışan ve kadın kimliği almak için uğraşan orta yaşlı, ekonomik zorlukları olan bir evsiz.  Filmin en önemli yanı bütün maddi imkansızlıklarına rağmen yılmayan ayakta çok güçlü duran bir trans kadını anlatışı. Kadının kendine inancı o kadar sağlam ki 30 sene sonra tekrar kavuştuğu gerçek ailesi ve kardeşlerine onu olduğu gibi kabul etmekten başka bir şey kalmıyor. Bir başka önemli nokta kağıt üzerinde evlilik hakkı dahil bütün LGBT haklarının tam olarak verildiği Uruguay’da bile olsanız para ve bağlantılar olmadan hayatın ne kadar zor olabileceğini ve hukuki hakların sağlanmasının tek başına queer bireyleri güçlendirmeye yetmediğinin objektif olarak anlatılması.  
 
Festivalin en zorlayıcı ve en şaşırtıcı filmi ise genç Çek kadın yönetmen Veronica Liskova tarafından Çek Devlet Televizyonu yapımcılığında çektiği belgesel ‘Danietul Svet’ idi. Filmi sunmaya gelen Çek televizyon yetkilisi ne kadar büyük bir cesaret örneği gösterdiklerini anlattığında ve bu cesareti seyirciden de beklediklerini söylediğinde filme dair bir ipucu vermiş oldu. Çek Cumhuriyetinde yaşayan pedofilleri konu alan belgesel, konuyu sömürmeden, sündürmeden bilimsel gerçekler ışığında talihsiz ama var olan bir olgu olarak başarıyla perdeye yansıtmış. Bu filmi görmeden anlamak çok zor, ama filmde yer alan tüm bireylerin asla yaşı küçük olan kimseyi taciz etmeyeceklerine dair verdikleri güvence, prodüksiyonun konuyu tam bir sorumlulukla ele alıp anlatışı imkansız denebilecek konularda bile nasıl sinema yapılabileceği konusunda ders verir nitelikte.
 
Usta yönetmen Peter Greenaway’in filmi “Einsenstein in Guanajuato” efsanevi Rus yönetmenin “Que Viva Mexico”  filmini çekmek için bu ülkeye gidişini ve yılan hikayesine dönen film çekme macerası sırasında cinsel kimliğini keşfedişini anlatıyor ve ana yarışmada yarışıyordu. “Grev”, “Potemkin Zırhlısı” ve “Ekim” filmleriyle Hollywood’un bile takdirini kazanmış 32 yaşındaki Rus yönetmenin cinsel uyanış öyküsü İngiliz sinemasının en renkli yönetmeni tarafından görsel sanatların tüm çekiciliği ile perdeye aktarılmış eğlenceli bir filmdi. 1936 yılında eşcinselliği resmen yasaklayan ve eşcinselleri Gulag takımadalarına 10 yıllığına sürgüne yollayan SSCB’den, trans kadınların ehliyet almasını dahi yasaklayan 2015 Rusya’sına gelen yolda Rus LGBT’lerin payına acı ve ayrımcılıktan başka bir şey düşmemiş. Film bu dönemin hemen öncesini anlatıyordu ama tüm o eğlencenin, şatafatın içinde hüzne bulaşmadan da yapamıyordu.  
 
Festival’deki Fas queer filmi “The Sea Behind” çok şey vaad eden ama hiçbir şey veremeyen bir filmdi. Israrla eşcinsel olmadığı vurgulanan köçeklerin hikayesinde kadın erkek bütün karakterler pastiş gibi duruyordu. Sarsmaya, şok etmeye yönelik diyalogları, hareketli kamerası, ucube kadrosundan filme sokulmuş bedenleri ile Fas için belki cesur olsa da evrensel sinema dilini kuramayan, oturmamış biraz da ziyan olmuş siyah beyaz bir yapımdı.
 
Ana akım sinemanın 17 yıl önceki temsilcilerinden Mark Christoper filmi Studyo 54, Berlin 2015’e yönetmen’in kurgusu ile yenilenmiş olarak geldi. Sansürlenmiş bir iki sahnenin filme eklenmesi ve 17 yıl öncekinden farklı finali ile 19 dakika daha uzun olarak yeniden izlediğimiz film 1970’lere bir saygı duruşu niteliğindeydi, AIDS öncesi liberal yılların, AIDS ve Reagan muhafazakarlığı ile bir anda nasıl bir kabusa döndüğünü gösteren filmin tarihi önemi yadsınamaz. 
 
Fransız yönetmen Etienne Faurre’un Amerika’da çektiği ismi gibi “Bizarre” bir film de seyirciyi ikiye böldü. Arzu nesnesi güzel vücutlar eşliğinde Bizarre adlı bir barda sirkvari gösterilerin arka planda olduğu film yer yer Nobel ödüllü Le Clezio’nun Mondo adlı öyküsünden bir başka Fransız yönetmen Tony Gatlif’in çektiği Mondo’nun fantastic finalini hatırlatması ve gizemli atmosferiyle hoştu.
 
Sirk temasına sahip diğer bir film Brezilya yapımı ‘Sangue Azul’ yönetmeni Lirio Fereira’nın ihtişamlı çekimlerine rağmen eye candy (göz banyosu) olmaktan pek öteye gidemiyordu.
 
Festivalin kısa metraj yaratıcı belgesellere yer veren Programm 16 bölümünde ne anlatmak istediğini fazla kestirememiş olan ‘Gineva’, Isviçre’deki Romanyalı iki seks işçisinin yaşadıkları ile ilgili bir yeniden canlandırmaydı. Filmin konuyu gerçek olayları yeniden canlandırma tekniğiyle aktarmaya çalışması hem zorlayıcıydı hem de izleyiciyi seks işçilerinin yaşadıklarına yabancılaştırıyordu.
 
10 gün süren festivalde çok sayıda izleyiciyi dünyanın her yerinden gelen sinemacılar, festivalciler, programcılar, oyuncular bir de filmi izleyen Berlinliler oluşturuyor. Şehrin doğusu, batısı pek çok yerindeki sinemanın hemen hemen her seansı dolu salonlara oynuyor. Filmlerin neredeyse tamamı dünya prömiyerini yapıyor. Bilet satan pek çok noktada hangi filme, hangi güne, hangi seansa, hangi sinemaya nasıl bilet alındığını anlamak 2 gün sürüyor. Festival için ön ve arka planda sanırım binlerce kişi çalışıyor.
 
Ankara Pembe Hayat KuirFest’in ekibiyle birlikte Berlinale’de 7 güne bu kadar queer film sığdırabildim. Ayrıca queer festivalciler ve filmlerin program toplantısına katıldım, network (ilişki ağı) kurmak, kendini tanıtmak, dünyadaki diğer queer festivallerden haberdar olmak için olunması gereken yerdi.
 
Berlinale’de bütün bölümlerde yer alan kuir filmler Teddy ödülleri için yarışıyor. “Nasty Baby”  filmi En İyi Film Ödülünü kazandı, onu umarım 2016, 5. Pembe Hayat KuirFest’te izleyebiliriz.
 
Berlinale’yi çok yakından takip eden Pembe Hayat KuirFest’in Berlin ruhunu Ankara’da nasıl yaşattığına, onun bütün özgünlüğü ile küçük ve başarılı bir replikası olduğuna birinci elden şahit oldum. Son gece yapılan Teddy Partisi, Ankara Eski Yeni bardaki 2015 Pembe Hayat KuirFest partisi kadar eğlenceli olmasa da seneye tekrar gelin der gibiydi. 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam