20/09/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

Bir kez daha adresini çok iyi bilen bir mayın patladı.  Hakkâri’nin Geçitli Köyünde. 

Bir kez daha adresini çok iyi bilen bir mayın patladı. 
Hakkâri’nin Geçitli Köyünde. 

Basınımızın büyük bir kısmı, devletiyle bir çırpıda aynı dili benimsedi ve dokuz insanın canını alan mayını PKK’nın marifeti olarak adlandırdı. 

Patlatılan mayının Batman mayınının üstüne gelmesi, elbette PKK parmağını şüphe edilesi kılıyor. Ateşkes kararı umursanmadan 9 gerillanın bir baskınla öldürülmüş olması da bu olayın bir misilleme olarak değerlendirilmesinin yolunu açıyor. Zaten kirli bir savaşta hangi kanı hangi tarafın akıttığı hiçbir zaman tam olarak belli değildir. 
PKK, mayını üstlenmediği gibi kontrgerillanın işi ilan ediyor. 
Devletin kendini savunma refleksi diye adlandırılan dönme dolap vakit kaybetmeden devreye giriyor. 

Henüz mayının dumanı tüterken PKK’yı lanetleyerek BDP ile görüşmesini iptal eden hükümet, muhteşem referandum zaferinden sonra kör reflekslerinden vazgeçmemiş görünüyor. Başbakanın da Kürtler söz konusuysa geçmiş hatalarından hiç ders almaya niyeti olmadığı bir kez daha aşikar oluyor böylelikle. 

27 Mayıs 2009’da Çukurca’da askerlerin canına mal olan mayın sonrası da Ahmet Türk’le görüşmesini iptal etmişti. 7 askerin öldüğü olayın Genelkurmay mayınının marifeti olduğu anlaşıldığında sessiz kalan Genelkurmay’la birlikte hükümet bir barış görüşmesi fırsatını daha ıskalamış oluyordu. 

Bu görüşme iptali de refleks olarak referandum kampanyasının bel kemiğini oluşturan ‘Kürtlerle el sıkışmam’ şiarının yansımasıdır. 

Oysa Ahmet Türk, Çukurca olayı sonrası görüşmenin iptali konusunda gereken sözü söylemişti: “Başbakan bizim randevu talebimizle ilgili olarak dün gece bir televizyon programında şöyle diyor: ‘Randevu verecektim. 
Şehit haberi geldiği için vazgeçtim!’ 

İyi de, biz zaten bu nedenle görüşme talep etmedik mi? Nezaketen ya da sırf elinizi sıkma adına bir görüşme istemedik ki. Bu çatışmalı ortamın son bulması ve gençlerimizin ölmemesi için görüşme istedik. Ölümlerin olmadığı, çatışmanın yaşanmadığı bir süreçte görüşmeyi gerektiren bir durum var mıdır? Hal böyleyken, görüşmeme gerekçesini yaşanan olaylara dayandırması bizim iyi niyetli çabalarımızı görmemekte ısrar etmektir.” 

Her şeyden öte, şayet herkesin de hemfikir olduğu gibi barış ihtimalini kundaklamaya yönelik bir provokasyon söz konusuysa, bu provokasyonun amacına uygun davranmak nasıl bir devlet adamlığıdır? Mayının BDP ile görüşmenin arefesinde patlatılmış olduğuna ilgi çeken hükümet sözcüleri mayının ve akıtılan kanın hedefini bu kadar iyi biliyorsa, neden mayından taraf oluyorlar?

Şimdi, Hakkâri’deki katliamın müsebbibinin bir an önce saptanması gerekiyor elbet. Gerçekleşme olasılığı hayli düşük bir beklenti. Demokrat hükümetimiz de devletinin şanlı geleneğinden almış olduğu ‘sonuna kadar inkâr’ politikasında bakalım ne kadar ayak direyecek. 

Yöreyi iyi tanıyanlardan eski CHP Hakkâri Milletvekili Esat Canan, bianet’e olayın ‘ergenekonvari bir provokasyon’ olduğunu söylüyor. “Olay yeri jandarma birliğine çok yakın. ‘Askeri alan’ olarak da nitelendirilebilir. PKK’nin oraya gidip eylem yapabilmesi çok zor” diye de ekliyor. 

Canan’a kalırsa Hakkâri’deki patlama Şemdinli bombalamasıyla büyük benzerlikler taşıyor. “Hakkâri’nin Şemdinli’den tek farklı, faillerin yakalanamamış olması.” 
Dünkü gazetemizde Ertuğrul Mavioğlu’nun kaleminden de okuduk yöredeki atmosferi. Ertuğrul da aynı noktaya parmak basıyordu. Canan diyor ki, “Vatandaşların algısı, saldırıyı devlet güçlerinin gerçekleştirdiği yönünde. Olay yerinde bulunan deliller de bu algıyı güçlendiriyor. Bu durumu değiştirmek ise hükümetin görevi”. 

Kürtlerin tanıklığı
Şemdinli’yi henüz unutmadık. 
Ama o olayın hükümet ve Genelkurmay tarafından nasıl yorumlanıp tarihin hangi rafına kaldırılmış olduğunu da biliyoruz. 
Şimdi de ora halkını dinlemeden, yakınlarının kanı yerde kalanlara bir an olsun kulak vermeden katil mayının menşei üstüne kesin açıklamalar yapan, ‘terörle mücadelesini aynı kararlılıkla sürdüreceğini’ açıklayan Başbakan 
ve şürekası, bizden neyin evet’ini istiyordu acaba? 
O zaman da yazmıştık. 

Çok iyi biliyoruz ki, Kürdün tanıklığı geçerli bulunmuyor. Orada, reddedilmiş diliyle yaşayagelen halkın yaşadıklarına, tanık olduklarına kulak vermek, siyasi otoritemiz tarafından hep fuzuli bulunmuştur. 

Bunun en çarpıcı örneği, Şemdinli’de boynunu büktüğü için bir türlü başını dik tutamayan Başbakan’ın o zamanki değerli saptamasında cisim bulmuştur. 
Ama Şemdinli’yi özetlemeden olmaz elbet. 

Bir kitapçıyı bombalayan, yargının erişemediği karanlık askerleri halk kendi imkânlarıyla yakalamış, ama gönülsüz yargı olay mahallinde inceleme yapmaya çalışırken aynı kutsal çete tarafından halkın üstüne ateş açılmış, bir kişi oracıkta ölmüş ve inceleme de sekteye uğramıştı. Bu olayda o karanlık askerler, elbette sözgelimi İstanbul’da sergileyemeyecekleri bir gözü karalıkla davranmış, yörede sürdürmekte oldukları üsluptan hiç taviz vermemişlerdi. 

Henüz Genelkurmay Başkanı olmayan Büyükanıt, kitapçıyı bombalayıp suçüstü yakalanan Uzman Çavuş Ali Kaya için “Tanırım, iyi çocuktur” demiş ve bu sözleri etmesini yanlış bulanları da bir türlü anlayamamıştı. Meğer yakında Genelkurmay Başkanı olacak olan bir orgeneralin, bir dükkâna bomba atıp, şansı yaver gitmediği için ancak bir kişiyi öldürebilip suçüstü yakalanmış olan bir adamdan ‘iyi çocuk’ diye bahsetmesi kimi kurumlara bir göz kırpma olarak algılanamazmış, deyip geçmiştik. 

Başbakan Erdoğan da Şemdinli olayları üstüne hukuk anlayışını aşikâr eden bir demeç vermişti. Şimdi Kürt açılımını önümüze getirirken, oralara gidip daha yeni Ahmet Kaya’nın Ape Musa’nın adlarını anmışken hatırlıyor mudur acaba: 
“Oradaki (Şemdinli’deki) vatandaştan tanık olarak istifade edemezsiniz. 
Çünkü her an tehdit altında. Orada bölücü örgütün istemediği bir şey söylerse yanmıştır.” 
Kimi mucizelere inananlar bu sözler üstüne kıyamet kopacağını, bu kan dondurucu ayrımcılık dersinin hayatın her alanından yükselen tepkilerle karşılanacağını ummuştu. Oysa Erdoğan, savaş hali terimleriyle düşünmeye, o terimlerin dayattığı ruh haliyle korunmaya alıştırılmış bir halkın karşısında konuştuğunu biliyordu. Tabii ya, düşmanın sözüne güvenip, ona göre hareket edecek değiliz. Ne var bunda anlamayacak? 

Başbaka’nın incilerini saçmasının üstünden birkaç gün geçmişti ki halk tarafından suçüstü yaka paça yakalanan astsubayların avukatları konuştu. Astsubayların tutuklanmasını gerektirecek hiçbir vaka görmediklerini belirterek, “Tanık beyanları tek başına ceza tayininde delil olamaz” dediler. Baklayı da ağızlarından çıkarıverdiler: “Müvekkillerim lehine bilgi verecek, beyanda bulunacak tanık bulamıyoruz. Bölgedeki vatandaş tepki ve baskılardan korkarak lehimize tanıklık etmiyor. Ancak aleyhimize tanıklık eden, beyan veren birçok insan ortaya çıkabiliyor. Devlet aleyhinde tanıklık yapılması için vatandaşlara baskı var.”

Koskoca Başbakan dediklerine kefildi nasıl olsa. 
Yöre halkı, mayının JİTEM işi olduğu konusunda şu kadarcık kuşku duymuyor. 
Belki de yanılıyorlar. Topluca faka basmışlar. Nedenini düşünmek zorunda değil miyiz? 
Böylesi binlerce olayın sınavından geçmiş acılı bir halkın devletimizinkine benzer bir örgütünü savunma refleksi oluşmuşsa, bunun ardındaki gerçekliği göremediğimiz takdirde bu savaşın sonu asla gelmez. 

Evet, kim ne derse desin, yöre insanının dağa çıkma nedenlerini iyice anlamak zorundayız. Üç beş kişiden söz etmediğimize göre bunu anlamak hepimiz için hayati bir zorunluluktur. 
Devletine, askerine en ufak bir güveni kalmamış, tarifsiz zulüm görmüş bir halkın yanında durmak, onların acılarını dindirmek için çaba sarf etmek, evetleriyle muzaffer hükümetin verdiği bir söz değil miydi? 

Tanıklığını geçerli kabul etmediğiniz bir halka nasıl bir açılım götüreceksiniz? 
Ne kadar tekrarlasak azdır: Barış, barışarak gerçekleştirilir. Burun sürterek değil.


Etiketler: insan hakları
nefret