03/09/2009 | Yazar: Osman Elbek

"Bizim yöreye kırk yıldır gelir bunlar ama kimse eşcinsellik gibi şeylerden etkilenmedi!"

"Bizim yöreye kırk yıldır gelir bunlar ama kimse eşcinsellik gibi şeylerden etkilenmedi!"

Osman Elbek, eşcinsel ya da heteroseksüel "turist" fark etmeden yaşanan Kuşadası ve Taksim resimlerindeki faşizmi, Kaos GL Dergisinin Aralık 2000 tarihli sayısında tartışmıştı.

Yıllar önce Orhan Veli Rumeli Hisarı'na oturmuş ve İstanbul'u dinlemişti gözleri kapalı olarak. Bilmem hisarın hikmetinden mi, yoksa gözlerinin kapalı oluşundan mı ama benim bugün gördüklerimden farklı şeyler görmüştü o, yıllar önce. Ben bugün Taksim ve Kuşadası'ndan gözlerim açık bakacağım bu ülkeye ve görebildiklerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

İlk bakışım Taksim'den
 
Hatırlarsınız o günlerde kamuoyunun tek gündem konusu Galatasaray-Leeds United maçıydı. Karşılaşmayı kazanarak dosta düşmana gücümüzü ve erkekliğimizi ispatlayacak olduğumuzdan dolayı bu maç "bizim" için çok önemliydi. Bu nedenle de maçtan günler önce medya, insanların ilkel benliklerindeki tüm milliyetçi hisleri azdırmıştı. Ülkenin dört bir yanından ırkçılık rüzgârının estirildiği bir atmosferde o gün gelip çattı. Sarhoş olan Leedsli bir grup taraftar yapılabilecek en büyük "kötülüğü" yaparak "kızlarımıza" laf attılar. Bu ağır hakaretin hemen cezası verilmeliydi, verildi de. Orada bulunan bir grup "vatan evladı" da bu saldırıdan hemen "tahrik" oldu ve gereğini yaparak laf atanları öldürdü, hem de ağızdan ağza solunum yapan ve bu yol ile bir insanı yaşatmaya çalışanları sopalarla vurma pahasına. Olayın bu hali bile yeterince insanlık dışı iken bununla da yetinilmedi ve sonraki günlerde medya "ahlâki ve milli değerlerimizi" bozmaya çalışan aslında insan bile sayılmayacak olan bunlara yapılan yaptırımı (yani vahşice insan öldürmeyi) mazur göstermeye çalıştı. Aslında medyaya göre zaten bunlar tescilli holiganlardı, ayrıca "namusumuza" dil uzatmışlardı ve de bizi "tahrik" etmişlerdi, yani ölümü hak etmişlerdi. Sadece medya değil İstanbul Emniyet Müdürü de aynı görüşteydi, evet canım ortada "ağır tahrik" vardı. Ne yapayım canım onlar da "tahrik" etmeselerdi. O günkü bir gazete Leedsli taraftarların, sahada ise futbolcuların nasıl yere serildiğinin fotoğrafını yayımlıyor ve altına şu notu düşüyordu: "Leedsli holiganlara Taksim'de kafasına vura vura vatan toprağını öptürdüler..."
 
Gelelim ikinci bakış yerimize: O da Kuşadası
 
Yakın bir zaman önce olduğu için bu olayın detaylarını aktarmayacağım buradan, kanımca hepiniz yakından izlediniz. Hani şu "bizim milli ve manevi değerlerimizi" bozacak diye Kuşadası'na sokulmayan geyler olayı. Bu konu hakkında tek belirtmek istediğim; olayın ikinci günü Kanal 6'ya çıkan İstanbul'un "güzide" MHP'li milletvekili Mustafa Gül'ün görüşleri. Bazılarınızın bu güzide görüşleri izleyememiş olabileceğini düşünerek aktarıyorum, sıkı durun: Gül'e göre tabii ki bu anormal insanlar ülkeye sokulmamalıymış. Çünkü bunlar beşinci sınıf insanlarmış. Her ülkede yasak olan ve normal olmayan yani anormal olan bir şeyi yapıyorlarmış. Bunlar sadece Türkiye'de değil, Amerika dâhil olmak üzere her ülkede dışlanırlarmış. Toplumla karşılaşmalarına izin verilmezmiş. Hem bunlara eğer izin verilseymiş Türk aile ahlakını bozarlarmış, yozlaştırırlarmış. Öte yandan Kuşadası esnafının çok fazla üzülmesine gerek yokmuş. Çünkü bunlar aslında Kuşadası'na fazla para bırakmayacakmış. Zaten böylesi bir konuda paranın ne önemi varmış. Türk aile ahlâkının bozulmaması paradan çok kıymetliymiş. Maazallah bir bozulursa, genç kızlarımız bunlardan bir etkilenirse ne olurmuş sonra. Ülkemiz bugün bir geçiş dönemecindeymiş. Bugün ülkemizde yaşayan insanlar doğruyu yanlışı birbirinden ayırt edebilecek bir yapıda değillermiş. Ama bir gün bu yetiye ulaşacakmış milletimiz ve o gün bunların gelmesinde bir sorun yokmuş. Aslında bu anormal adamlar eğer ülkemizde el ele gezmezlerse, sakallı sakallı makyaj yapmazlarsa yani ne olduklarını belli etmezlerse ve bir de topluluk halinde gelmezlerse turist olarak gelmelerinde hiçbir sakınca yokmuş. Ülkemizdeki yerli eşcinseller yetmezmiş gibi bir de bunlarla mı uğraşacakmışız.
 
Tüm bu zırvalamalar yetmezmiş gibi ikinci telefon hattında Kuşadası belediye başkanı sıfatını taşıyan bir "adam" da aslında bu yapılanın çok yanlış olduğunu çünkü yörenin ekonomik açıdan gelir kaybettiğini vurguluyor, milletvekilinin sözlerine "yanıt" veriyordu; "bizim yöreye kırk yıldır gelir bunlar ama kimse eşcinsellik gibi şeylerden etkilenmedi!"
 
Ve haber spikeri Hakan Aygün tartışmanın tüm boyutlarının bu telefon bağlantılarıyla irdelendiğini belirterek bir tarafta "Türk Aile Ahlâkı"nı korumaya çalışanlarla, öte tarafta turizmin getireceği ekonomik gelirden yararlanmak isteyenlerin tartışması olan bu olayın yankılarının daha çok süreceğini buyuruyor.
Neresine bir laf söylenmeli ki!
 
Ben bu yazımda yaşadığımız bu iki olay perspektifinde faşizmi tartışmaya çalışacağım. Çünkü kanımca her iki olayda da faşizan eğilimler var, belki klasik faşist yapılanmadan farklı ama kesinlikle faşizan.
 
Tanıl Bora faşizmi üç ana düzlemde değerlendiriyor: Rejim/devlet biçimi düzlemi, örgütlü faşist hareket ve sıradan/gündelik faşizm.
 
Peki sizce hangisinde Türkiye? Soruya cevap bulabilmek için kavramları biraz daha tartışmak gerekli sanırım.
 
Faşist devlet biçimi aslında bizim klasik faşist yapılanmanın karşılığı. Bu rejimlere en iyi örnek herhalde Nazi Almanya'sı Franko, Pinochet gibi faşist diktatörlükler de bu başlık altında değerlendirilebilir.
 
Faşist hareket ve ideolojiyi "bir yerlerde tasarlanmış bir komplo, donatılıp toplum içine salınmış bir çete değildir. Belirli toplumsal tepkilere hitap eden belirli toplum ve dünya tasavvuru olan, bu tasavvuru ve eylemiyle bir takım toplumsal, ideolojik psişik zeminlerle titreşime geçmesi de hiç zor olmayan bir hareket" olarak tanımlıyor ve böylesi bir hareketi yaratan önemli etkenlerden birinin kapitalizmin benlikte neden olduğu travmanın yol açtığı gelecek kaygısının, topyekûn topluma (millete) yönelmiş bir tehdit olarak algılanmasında yattığını ifade ediyor Tanıl Bora.
 
Gerçekten de faşist ideoloji de aynı sosyalist yaklaşımlarda olduğu gibi sistemin ezdiği sınıfların sözcülüğüne soyunur. Ancak sosyalizmden farklı olarak sistemin hatasını tartışıp, düzeni yeni baştan ezilenden yana kurmak gibi bir iddiayı taşımaz. Aksine sistemin bireylerin alt benliklerinde yarattığı aşağılık kompleksini ve hiçlik duygusunu tersten okutarak, bireyi bir "büyüklük", "ulvilik" hegemonyası altına sokar. Bu yolla da bireyin komplekslerinden kurtulup kendisini tatmin etmesini sağlamaya çalışır. İşte bu nedenle faşist ideolojinin ağırlıklı olduğu ülkelerde bireyler paranoyak, kendisinin "milli ve manevi" değerlerini bozup yozlaştırabileceğinden dolayı yabancıya her zaman güvensiz, toplumunun saflığını (Arî'liğini) bozduğunu düşündüğü "farklı"lıklara karşı şiddet gösterme ve onu yok etme güdüsünü her zaman içinde taşıyan, militarist bir örgütsel kimlik çerçevesine sahiptir.
 
Guibernau ırkçılık konusunu yorumlarken; "ırkçılığın özgüllüğü, öteki grubun zararına bir gruba üstünlük atfeden ve 'farklı' olarak tanımlananlara karşı düşmanlığın körüklenmesini destekleyen bir farkın sürekli yüceltilmesinde yatar." diyerek "farklı"lığa ırkçılığın nasıl baktığını bizlerle paylaşıyor. Kanımca bu görüş farklılığın, faşist harekette neden düşman olarak görüldüğünün ve neden yok edilmek istendiğinin ipuçlarını aslında veriyor.
 
Öte yandan "sıradan faşizmi" şu sözcüklerle tanımlıyor Bora; "faşizmin ele aldığımız ideolojik saiklerinin ve faşist hareket unsurlarının, doktriner bir çerçeveye oturmaksızın gündelik ideoloji içinde anlık ve sürekli olarak tezahür edişini, politik bir hedefe bağlanmaksızın, örgütsel bir yönlendirme olmaksızın kendiliğinden eylemlerle dışavurumunu anlatır." Evet günlük hayatımızın içinde, sıradan olayların altından çıkan, politik bir hedefi olmayan, spontan eylemlere karşılık geliyor sıradan faşizm sözcüğü. Aslında tıpkı ülkede yaşananlar gibi!
 
Tek parti dönemini, 12 Eylül'ü ve 28 Şubat'ı yaşayan bir toplumda başka neyin gelişmesi beklenebilirdi ki! Onca yıldır sola darbe vurmak adına desteklenen Türk-İslam sentezinden, uzun bir süredir yaşanan savaş ortamından ve Osmanlı'dan bu yana yüzlerce yıllık militarist bir iktidar yapılanması altında gelişen bir toplumdan başka ne beklenebilirdi ki! Kapitalizmin yarattığı kitlesel yoksullaşmadan, yaşanan sosyal gelir düzey uçurumundan, uluslararası arenada demokrasi karnesi nedeniyle hep mahkûm edilen ve yaşananları faşizan bir bakışla yorumlamaya çalışan böylesi bir medya altında hayatını sürdürmeye çalışan bir yurttaş profilinden ne beklenebilirdi ki!
Beklenen aslında oldu!
 
Bugünün Türkiye toplumu "yabancı"yı kötülüğün kaynağı sayan, "farklı"lığa tahammül edemeyen, herkesin kendisine karşı olduğu paranoyasına kapılan, "namus", "töre", "at-avrat-silah" gibi simgesel kavramlarda kendini bulmaya çalışan, yaşadığı özgüvensizliğe, aşağılanma hissine ve kültürsüzlüğü karşı "vatan-millet-Sakarya" ve "paparazzi" edebiyatıyla yetinen, bir futbol maçını kendisini dünyaya kabul ettirmek için bir vesile sayan, kimi zaman lezbiyenliği, kimi zaman travestiliği, kimi zaman da geyliği "onur" ve "ahlâk" sorunu haline getiren ve kendisinin belirlediği çizgi dışına çıkanları acımasızca yok etmeye güdülenmiş bir yapıya evrildi.
Ne diyeyim böylesi bir yapıyı oluşturmaya emeği geçenlerin ellerine sağlık!
 
Gelelim çıkış noktasına:
 
Şüphesiz ki ilk adım; bireysel kimliğin içinde barındırdığı komplekslerden kurtarılması amacını güden uzun dönemli ve sabırlı bir çalışma. Eğitim modellerinden, toplumsal psikolojik desteğe kadar inceden inceye düşünülmüş, ayrıntılandırılmış sıkı bir çalışma. Ancak unutulmamalı ki bu çalışmanın yapılacağı coğrafi mekanda hüküm süren "devlet" yapısının da otoriter zincirlerden kurtulmuş olması, olmazsa olmaz koşul.
 
Bu kadarı yeter mi?
 
Kanımca hayır. Bakın böylesi bir çalışmanın en önemli kolunu oluşturacak politik alan konusunda ne diyor Emre Arslan; "Bugün gelinen noktada, partinin (MHP kastediliyor) diğer neo faşist partiler gibi, yeni söylemleri ve stratejileri devreye sokması, faşizmin özünü oluşturan ultra-milliyetçiliğin temel politikası olan egemen düzeni değiştirme kaygısı taşımadan siyasal iktidarı ele geçirme amacından vazgeçtiği anlamına gelmemektedir."

Dikkatlice gözlenirse fark edilir ki; bugünün neo-faşist partileri, klasik faşist hareketlerin aksine, faşizmin kendine "yabancı" olarak gördüğü ve bu nedenle karşı çıktığı kapitalizmle bir sorun yaşamamaktadırlar. Hatta eskiye göre söylemlerini, vitrinlerini yenileyerek bir popüler milliyetçilik dalgası yaratarak, deyim yerindeyse milliyetçiliği sulandırarak, sistemi topyekûn değiştirmeyi vaat etmiyor, sadece bir kısım reformlar önererek siyasi iktidara talip oluyorlar. Doğaldır ki yaşanan bu yaklaşım farklılığının bir gereği olarak da eskiden sosyalist hareketler gibi alt sınıflara yelken açan faşizm, artık üst orta sınıflara da göz kırpmaktadır. Şüphesiz ki bu değişim en çok kapitalizm tarafından beğeniyle karşılanmakta ve kendisinin bekası için bir zamanlar tehlike olarak gördüğü faşist hareketlere bizzat destek olmakta ve iktidarı ona teslim etmektedir. İşte bu nedenle faşizmle mücadele etmek tıpkı Arslan'ın dediği gibi; "kapitalist düzenin tüm (toplumsal, iktisadi, kültürel, ideolojik vb) görünümlerini birbiriyle olan ilişkisini görüp bunları aşma perspektifini taşıyarak faşizmi değerlendirmek ve bu ilişkiler çerçevesinde ona karşı mücadele etmektir."

Kısaca birey kimliğini sağlam tutan, bireyi göz ardı etmeyen, onun her alanda özgürleşmesini amaçlayan anti-kapitalist bir mücadele bugünün dünyasında aynı zamanda anti-faşist bir mücadeledir.
 
Kaynaklar:
1. Tanıl Bora, "Zifiri karanlık seçimleri: MHP ve diğerleri", Birikim, Sayı 121, Sayfa 15, Mayıs 1999.
2. Tanıl Bora-Abdullah Onay, "Taksim cinayeti ve Türk milletinin tahrik olma hakkı", Birikim, Sayı 133, Sayfa 51, Mayıs 2000.
3. Tanıl Bora, "Faşizmin halleri", Birikim, Sayı 133, Sayfa 21, Mayıs 2000.
4. Emre Arslan, "Neo Faşizmin Türkiye versiyonu olarak Milliyetçi Hareket Partisi", Birikim, Sayı 133, Sayfa 35, Mayıs 2000.
 

Etiketler: yaşam, siyaset
nefret