16/02/2010 | Yazar:

1982 Anayasasını, yani “Büyük Cunta”mızdan hemen sonra kavuştuğumuz anayasamızı, yani Kenan Evren'in elinin altından çıkan, onu bir kalkan gibi koruyan anayasamızı, e

1982 Anayasasını, yani “Büyük Cunta”mızdan hemen sonra kavuştuğumuz anayasamızı, yani Kenan Evren'in elinin altından çıkan, onu bir kalkan gibi koruyan anayasamızı, ekonomik krizlere dâhi sebep olan anayasamızı, bilirsiniz.
 
Şöyle küçük boyutluları da vardır, cep anayasası niteliğinde. Her daim yanınızda olsun diye. Her bir şey de başvurasınız diye.
Mesela Kenan paşamız, sol gömlek cebinde taşır. Hiç çıkarmaz. Nü yaparken bile. Sol gömlek cebi de çok manidardır, Amerikan filmlerinde genelde hayatı kurtarıcılığı vardır... O misal. Kimimizin ise ummadık yerde karşısına çıkar, ne kadar kaçsan da kovalar seni, “dört duvar” haline getirir dünyayı sana, o küçücük kitapçık...
Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül pek bir muzdarip olacak ki, anayasamızın temelinden bir değişiklik yapma fırsatını kaçırdığımızı, artık yamalara kaldığımızı belirtiyor. Başbakanımız R.Tayyip Erdoğan da öyle. Herkes de bir muzdariplik havası. Deniz Baykal dahi söylenmişti bir ara. Kenan Evren'i bile yargılayalım demişti, hızını alamayıp. Sonra da herkeste kullanılmayan bir otoban sessizliği... Hayırlısı.
 
İşte malum Anayasamızla, Türk üniversite hayatına kazandırılan köklü bir kurumumuz da var. Yüksek Öğrenim Kurulu(YÖK): "Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim-öğretim ve bilimselaraştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı ilekurulmuş olan kurum”...
Meali ise şöyle, üniversiteleri “zapturapt” altına almak. Öğretim üyelerine/öğrencilere/yöneticilere gerektiğinde “ayar” vererek, üniversiteyi “bilimsel araştırmalara” yönlendirmek.
 
Daha düne kadar, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin de rahatsızlığını her ortamda beyan ettiği, seçim vaatlerinde YÖK'ü kaldırmaya kadar giden konuşmaların altına imza attığını pek tabii biliyoruz.
Ama Cumhurbaşkanımızın değişmesi, dolayısıyla Abdullah Gül'ün YÖK Başkanını atamasıyla, Üniversitelere “uygun” rektörlerin konumlandırılmasıyla YÖK artık AKP'nin derdi olma niteliğinden çıktı, bir nevi bir üssü haline geldi.
Yani artık YÖK eleştirimizin iki çeşidi var. Birisi Kemalist statükonun yarattığı “Eski YÖK”, diğeri AKP ile filizlenen “Yeni YÖK”. Hayırla olsun. Eski YÖK farklı bir “ses” çıkaran öğrenci/öğretim görevlisini okuldan uzaklaştırmak, sicillerine anı anına işlemekle, devletin üniversitelerdeki yerel inisiyatiflerinin bir nevi diplomalı “muhtarlarını” yerleştirmekle hükümlüydü.
Yeni YÖK 'ün de farklı “seslere” bir hassasiyeti olduğu aşikâr – mesela en son; Hacettepe Üniversitesi’nde Tekel işçilerine destek amaçlı kantinde bir araya gelen 96 öğrenci hakkında soruşturma başlatmak gibi.
Eskisi de olsa aynısını yapardı. Aferin Yeni'sine- Eski ile yeninin farkı; birinin “hükümet” eksenli, diğerinin ise seksen küsur yıllık “Cumhuriyet” eksenli esnemeleri/kükremeleri.
Eski ve yeninin fanları da değişti haliyle, bir hayli farklı prototipte.
Mesela; YÖK kalksın diye sloganlar atıp, üniversite önlerinde oturma eylemleri yapan başörtülü kadın arkadaşlar, İmam Hatip Liseliler artık oralara misafir olmuyorlar. Haklılar. Artık hedef değişti: Danıştay. Şimdi ise bazı “solcu”larımız kapı önlerinde, naralar atıyor, “Türkiye laiktir, laik kalacak” misali. Türkiye'nin tarihi boyunca laik olamadığının bilincinde olmayarak, laikliği başörtüsüne sıkıştırarak. Anlamını bilmeyerek/bilmek istemeyerek. Yazıktır. Günahtır.
 
Türkiye öyle bir ülke ki, güç dengeleri aba altından sopa göstermeyi pek seviyorlar. Herkes neyin- niçin-kimin için-nasıl yapıldığını pek tabii bilse de, konuşmaz/söylemez. Bilip de söylememek. İşte tüm politika bu.
Mesela darbe belgeleri çıkar, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) belgeleri yalanlama telaşına, AKP ise ispatlama telaşına düşer (o kadar cesur bir TSK'miz var ki, kendine olan güveninden, darbe planlarının belgelerinin üstüne bile kayıt numaraları düşüp arşivlerinde saklıyorlar/kopyalıyor). İkisi de, ikisinin “ne” olduğunu iyi bilmekte.
Kamuoyunu ikna çabasıdır gider. En son geçen gün, Genelkurmay Başkanımız İlker Başbuğ sabırlarının taşması halinde ellerindekileri açıklama “tehdit”inde bulundu. Bittabi biz de kimin ne “işler” çevirdiğini az/ÇOK tahmin etmişizdir hep.
Aksiyon filmleri gibi sonunu merak ederiz her şeyin, görmek isteriz. Merak işte!
İşte bu mevzulardan biri de, YÖK ve Üniversitelere giriş sınavındaki katsayı uygulaması, YÖK Başkanımızın değişmesiyle birlikte bu “iç savaş”a start verilmiş oldu. YÖK'ü kapsamı “dâhiline” alan AKP, diline “eşitlik-özgürlük-demokrasi” laflarını pelesenk etmeye hız verdi, hatta etmesi gerekenler de fazla bir ciddiyetle ve daha fazla bir halk ağzıyla. Hiç yakışmadığı kadar.
 
İmam Hatipliler ve Katsayı uygulaması
 
1924 Tevhid-İ Tedrisat Kanunu ile medreselerin kapanması ve ardından İmam Hatip Okulları, Cumhuriyet değerlerine bağlı aydın imam-hatip gibi din görevlileri yetiştirmek için, günümüzdeki kadar yoğun din eğitimi vermeyen kurumlar olarak açılır, bir zaman sonra öğrenci azlığı sebebiyle kapanır.
1950 yılında Demokrat Parti’nin seçim vaatleri arasına giren, İmam Hatip Okulları (İHO), partinin seçimi kazanmasıyla tekrar açılır. Parasız yatılı öğrenci almaya başlar. 1970’li yıllarda meslek eğitimi veren bir statüye kavuşarak, dört yıllık eğitim veren meslek lisesi, yani İmam Hatip Lisesi (İHL) olur.
1970’lerin sonuna doğru Milli Selamet Partisi'nin girişimleri ile, Cumhuriyet tarihinin en çok İHL'leri açılır. 200 küsur yeni İHL.
1980 cuntasından sonra(burası çok manidardır), “12 Eylül yönetimi” İHL'den mezun olan öğrencilerin üniversitelerde istediği bölüme girme hakkını tanır.
1998’de ise eski statüsüne tekrar indirilerek; imam, hatip gibi din görevlisi yetiştirmekle sınırlandırılır.
İşte 12 yıldır süren kavga da bundan mütevellittir büyük oranda.
 
Şu noktada; Hocası Necmettin Erbakan'ın “İmam Hatipler arka bahçemizdir” söylemini unuttuğumuzu sanan; R.Tayyip Erdoğan İHL'lerinin üniversiteye girmelerini bir kadrolaşamadan, arka bahçe sulamaktan/yeşertmekten öte özgürlük sorunu olduğunu nara atarak söylemesine inanmamızı bekliyor.
Öte yandan 1980 cuntasının savunucuları, asker sevdalısı Kemalist Kadrolar 1980'de darbe dönemi politik havayı “ dengelemek” için İHL öğrencilerine üniversite yolunu açan geçmişlerini unutarak “laik”lik gösterisi yapmamızı, bazı sol-liberal yazarlar ise; doğumumuzda nüfus kâğıdımıza “resmi” dinini yazan, Diyanet İşleri Bakanlığı’yla “resmi dini”ni kurumsallaştırıp, “resmi” dinine para aktaran, zorunlu din dersleriyle dini yerelleştiren, hiçbir şeye bütçe bulamayan devletin, Alevi köylerine camii yapmakta didik didik çalışan; yani dindar bir devletin varlığının eleştirisini vermeden İHL olayına özgürlük penceresinden bakmamızı istiyorlar.
 
Tüm bu yazılanları eleştirisi verilmeden, devlet kendi dindarlığını bırakmadan, ne dini özgürlükten ne de laiklikten bahsedilir. Yoksa tüm konuşulanlar lafı güzaftır.
 
Konuşanlar da boş boğazdır.
 

Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam