21/06/2022 | Yazar: Dilane

Gücümüz, politik mizahımız varken kendimizi söyleme yoksunluğumuzdan mevcudiyet kazanan heteroseksüel “rahatlığın” dikişlerini sökmek gerekiyor mu? Bu çaba için herhalde önce birbirimizi sevmemiz gerekiyor.

Lezbiyen blues Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

“Susma... Hikayen sen susmayı bıraktığında başlayacak ve biz susmadıkça özgürleşeceğiz.”[1]

Can

Genelde lezbiyen olmanın yükü hakkında konuşmak için çok küçücük bir alanımız oluyor ve sanırım şu sıralar o da yok. Bu durum birden her şeyin bomboş olduğu, azınlıktan tekilliğe düştüğünüz hissi verebiliyor. Kendi açımdan bu sessizliğin sosyal ve politik bağlamını böyle yaşıyorum. Heteroseksüel olmayan kadın+’ların varlığını hatta itkisini kulağımda duyamadığımda, kulağım apolitikleşiyor! Kendi sesimizden, imgemizden uzaklaştıkça yani kendimizi söylemekten (birbirimize ve her şeye) uzaklaştıkça benliğimizin kuyularında parçalanıyoruz sanki. Diğer yandan toplumun “monolitik yapılarında” erimek demek oluyor bu, nitekim tekörnek tarihsel icatları dağıtacağımız yerde.  Biçilmiş cinselliğin ve kadın olmanın düzenleyici söylemiyle baş edecek bir militanlığa sahip olan lezbiyenlik (şüphesiz queer, non-binary, trans lezbiyenlik de buna dahil) bir bakıma sesinin tesirli potansiyelinin gücünü önemsemiyor gibi. Ki bana kalırsa, lezbiyenlik feminizmin tinidir. Evet. Çünkü onların dünyadaki refah bölgesi diğer lezbiyenlerle bir iki bira/kahve içmeye isnat eder. Zaten gecenin sonunda/günün ortasında mekâna sesiyle, bedeniyle yayılmış erkeklerin rahatlığından irkilip olay çıkarır, ‘üç kuruşluk’ huzuru da gidiverir. Bir lezbiyenin yanında kolay sakin kalamazsınız çünkü o yapısal huzursuzdur.

*** 

Sessizliğimizden şikâyet ederken, bizi utanç küplerine tıkıp sirke haline getirmek için temelci politikaların müthiş şiddeti var karşımızda, bilmiyor değilim, fakat biz buna katlanmak zorunda mıyız? Kürtler, Ermeniler Aleviler de ‘nasiplenecek’ diye kendi için demokrasiden, insan haklarından korkan devlet-i ebed müddet şiarlı bir devlet içinde yaşıyoruz, serbestçe gelişemeyiz ki burada zaten. Bizi bir araya getirecek şeyler, birbirimizden uzaklaştığımız şeylerden daha fazla. Doktriner bir örgütlenme arayışı içinde değilim, yok, birbirimizle (eleştirel) diyalogda kalacak feminist bilince ihtiyaç duyuyorum daha çok. Neleri sevdik, sevecekken iyi gelmeyeceğini düşünüp vazgeçtik, neydi o nokta, arkadaşlıklarımız niçin dangıl dungul, sinirimiz niye bozuk, mutsuzluğumuz, daimi şüphelerimiz; hayatın bir türlü dikiş tutmayışları, ürktüğümüz şeylere benzeyişleri anlatmak falan, tek tek birbirimizi analiz etmek için değil, topluca analiz etmek, patriyarkanın düzenleyici yanlışlarına karşı doğruları üretmek için. Bunun, tahmin ettiğim ve gözlemlediğim, içsel düşmanlığımızı da azaltacağına inanıyorum, birbirimize yönelik yani. Lezbiyenler şeylerin gerçekliğine ulaşmak için ‘iki kat’ daha güç durumdalar çünkü. Gücümüz, politik mizahımız varken kendimizi söyleme yoksunluğumuzdan mevcudiyet kazanan heteroseksüel “rahatlığın” dikişlerini sökmek gerekiyor mu? Bu çaba için herhalde önce birbirimizi sevmemiz gerekiyor.

Neyse ki geçmişin hatırlanması [bellek] var da gönlümüzü militan bir serinlikte tutabiliyoruz hala. Şimdi ki zaman uzun değil, onu bir ölçüde tutamayız, bu yüzden geçmişin uzun hecesine dalmak isterim, Zeliş’e. “Geçmişin uzun süren anısı”na dalmayı genelde canımı sıkan temalara göre yaparım. Yapılmış, söylenmiş şeylere karşı ‘şimdi’ içinde akıl yürütmek (dalmak) hafıza ediminin güçlü bir egzersizi bence, yanı sıra yüzleşme terbiyesine de olanak tanıyor hem. Lezbiyen fiiliyata ihtiyaç duyduğum bu dar zamanda Zeliha Deniz’in yönetmenliğini, senaristliğini, oyunculuğunu yaptığı (birçok kişi daha var) Beyaz Atlı Prens Boşuna Gelme belgeselini izledim yeniden. Zeliş’e yeniden tanıklık güçlü hissetme yöntemi oldu. Belgesel bir yanda ömür boyu ağız kokumuz olan, utanç içinde bırakılan varlığımızla kendilerini normal kılan insanların yadsımalarını esas alan, diğer yanda çeşitli tezahürleriyle özgürlüğümüzü vurgulayan, ayaklandırdığı duyguların korku, umut, direniş, anlatısı. Esas itibarıyla Zeliş’in canlılığına bakma istenci bir yandan, onu anımsamanın/izlemenin dünyada olduğumuzun, bir sese sahip olduğumuzun farkına varmanın önemini hatırlattı. Teninize en yakın olarak yaşadığınız duygular, bağların hatırlanması arzusudur aynı zamanda. Lezbiyen bağların hatırlanması, ortalamanın kurduğu meşruluk anlatısının eşitsizliğini politize etmektir. Bedenlere kazılı olan söylemsel, mekânsal ve zamansal kuruculuğun şemasını lezbiyen reddettiği sürece olacakları izleyin, bu ufkun değişimi yıkıcı olacaktır.

lezbiyen-blues-1

Zeliş Deniz

Geri dönersek, Zeliş Deniz’in (Deli Aysel) coşkulu sıcak kanlılığı, yoklamaksızın dostane tavırları insanlığa yaslanan yanının bir anlatısıydı benim açımdan. Devrimci eyleminin üslubuydu. Ötekiliğin ezilmişliğinin politikasını metinmerkezli vulger bir inayet içinde yapmazdı, trajik duyguya/acıya gider dokunurdu. Bedeli olan etik bir (acıya) dokunma size bulaşır, yıpratır sizi çünkü. Bu nedenle Zeliş benim için basit bir akla geliş değil (Ricoeur), bir hatırlamadır. Akla getirmenin çabası, arayabilmenin emeği, “eylem olarak hatırlamanın” gayreti daha çok. Bu hafıza eyleminde Zeliş benim için duyarlı bir ruha kapı açıyor. Biz birlikte çok vakit geçirmedik, geçiremedik! ama lezbiyenliğe olan tutkusu ve daima feminist cephesiyle benim kafamı açan biriydi. Lezbiyenlik duyumu vardı onda, harekete yeni giren benim gibi utangaç çaylaklar (kezbanlar <3) için ruhlarımızı bir şekilde kendisiyle (lezbiyen aktivizmiyle) karşılaştırabilirdi. Tahkir madilikle değil, lezbiyen feminist duyumun iziyle varırdı yanımıza. Kadınlardan feragat etmeyen madiliğiyle, kahkahası sizden yana olan bir yoldaştı. Nihayetinde, Zeliş’le düşüncenin ve duygunun etrafında bir hatırlama [bellek] gezisine çıktığımda aklıma kalan şeyin kayıpların da yaşamak gibi büyük bir mesele olduğu oldu. Pek tabii bizi hantallaştıran yüklerimizden sıyrılmamızın politik bir iş olduğu, tekdüze zamanı farklılaştıran anların olduğu makas hamleleri vardır, işte benim için Zeliş’i ‘şimdiye’ çekmek bugünün lezbiyen ruhunu yeniden kavramak oluyor. Yaratıcılığımızın ve heyecanımızın el birliğiyle ortadan kaldırıldığı ve zorba bir yalnızlığa itildiğimiz kapitalist-patriarkal sistemde hatırlama ediminin ve hatırlanan öznenin kendime doğru barışçıl şekilde yani lezbiyenlere, şüphesiz kadınlara döndüğüm bir rolü üstleniyor bahssetiğim geçmişin şimdisi.

*** 

Geçmişin zamanı, kayıplarınızın zamanı olduğunda bam telinize dokunur, bundandır ki hatırlamak sancısız gerçekleşmez. Bu yüzden bu ülkenin hafızasının bahtsızlığı yasaklar ve dışlamayı dayatan toplumsal pratikleri dikkatlice tekrarlamasından olageliyor. Resmi hatırlamanın kurucu geçirimsizliğini deneyimleyen LBTİ+ yurttaşlar olarak, kendi hatırlama uzantılarımızı belirleyebilmemiz politik bir çaba olarak hayati. Öte yandan kurucu hatırlama bize yer vermediğinde kendi hatırlama (geçmiş) ve beklenti (gelecek) zamanlarımızı oluşturmak zorundayız. Ötekiyle ilişki içinde hem iyi kalabilmek hem umutlu olmak için. Dolayısıyla var gücümüzle kendimiz olmamız yine kendimizin dışındaki acıya da tepki vermemizle mümkündür. Daha fazla imtiyaz sahibi olanların ‘yaralanmışlığının’ haricinde.

***

Duymak ile kendini kurmak arasında gerçekten güçlü bir yakınlık var. Hükümran öznenin, öteki olanı tertip eden “çağırma” şiddetinin yükü budur ayrıca. Kaç butch (halk dilinde kamyoncu lezbiyen) lezbiyenin hikayesi umumi tuvalet hikayesidir kim bilir: ““şşt burası bayan tuvaleti (bazen omzunuzdan da çekiliverirsiniz)”, “beyefendi, erkekler yan taraf”, Pardon, burası bayan tuvaleti, ha! Siz bayan mıydınız”. Tuvaletler sosyal ideale ulaşmadaki başarısızlığımızın hala ateşli güncelliğini koruyorsa, buna anlatmak hala banallik olur mu? Bunu olumluyorsak eğer, bu inkarın işaretini vermez mi? Banallik deneyimlerinin iktidar ilişkilerini yeniden üretmede nasıl işlevsel hale geldiğini birbirimize anlatmamız lazım hala, diye düşünüyorum. Sonuçta arzumuzun, cinsiyetimizin mesanemizden başlayacağını hiçbirimiz öngörmüyorduk.  Birçok kurucu basitlikten kurtulmanın mücadelesine sığınmak (bizi birbirimize yakın tutan bağlara), birbirimizi olanca sabırla duymak, dikkat etmek, ‘genellememek’ birbirimizden kaçarak değil, aksine bizatihi bu oluşlardan geçerek mümkün gibi görünüyor. Bitirirken, lezbiyeni geride bırakmayan, onu aşmış ve bitirmiş noksan bir figür olarak tayin etmeyen Zeliş’in bizi cürretlendiren anısına; patriyarkaya karşı, kuşkusuz her daim oyunbozan bir figürün asasını elinde taşıyan Lezbiyen+ bedenlerin ve ruhların mücadelelerinde tereddütte kapılmaması dileğiyle, Onur Ayı kutlu olsun! 

 Y A Ş A Y A N  H A T I R A L A R

Yatağı öyle olduğu gibi alt üst ve karmakarışık bırakacağım. Tek, vücudunun izi bedenimde kaybolmasın diye.

Yarına kadar yıkanmayacağım, elbise giymeyeceğim, başımı taramayacağım.

Tek, okşayışları üstümden silinmesin diye.

[…]

Panjurları kapalı tutacağım. Kapıyı açmayacağım. Tek, hatıraları rüzgarla dağılmasın diye. [2]

 

[1] Listag. (2020). Kendimi Bildim Bileli, LGBTİ+lar Çocukluk ve Gençlik Hikayelerini Anlatıyor. Ed: Yasemin Zeynep Başaran

[2] Bilitis’in Şarkıları, Yunancadan terc. Pierre Louyos, Türkçe terc. Hüsamettin Müstakimoğlu, Nebioğlu Yayınevi

·      Kendini söyleyen Bilitis : “ Ben, Bilitis, kaynakların denizden fışkırdığı, ırmakların taş yataklarda aktığı ülkede doğdum... Şafak gibi hüzünlü Byblos şarkılarını annemden öğrendim... Kypre'de Astarte'ye taptım. Lesbos'da Psappha'yı tanıdım. Hep sevdalarımın şarkılarını söyledim. Yolcu, iyi yaşamışsam kızına söyle...”


*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: kadın, yaşam, cinsellik, tarihimizden
nefret