06/01/2023 | Yazar: Yasemin Öz
Efendiler; LGBTİ+yım diye siz anneannemle arama girip anneannemin ilk kız torunu hakkında hüküm veremezsiniz. Anneannem o hükmü sevgiyle verdi. Siz karışamazsınız. Ne haddiniz ne yetkiniz! Ailelerimize karışamazsınız! Biz kendi akışımızı ve kucaklaşmamızı kendimiz biliriz. Size hacet yok!
Anneannem Satı Çetin’e…
Aile hikâyem; “LGBTİ+lar aile değerlerini yozlaştırıyor, aileler elimizden gidiyor” diyerek bizim canımız pahasına sandık hesabı yapan rantçı yobazlara, bu uğurda Anayasa yapmaya kalkanlara, ahlaksızlık ve yozlaşma ile çürümüş homofobik, transfobik ve kadın düşmanı, insan hakları ve onuru tanımaz, anti-demokratik bir örgütlenme yapısına, insanca cevabımdır. Benim çoğulluk ve karanlık, dayanışma ve yalnızlık dolu aile hikâyem, kutsallaştırdıkları ama hiçbir kutsalı olmayan, hangi değerleri içerdiği belirsiz “aile” kavramına ve ilkeleri belirlenmeyen “aile”nin kutsallaştırılmasına itirazdır.
Aile; sevgi, dayanışma, eşitlik, birbirinin sınırına girmeme, özgürlük olduğunda, dengeli, sağlıklı bir iş birliği varsa faydalı olabilir.
Çatışma, kavga, şiddet, sömürü, kısıtlama, baskı, yasak, engel koyma varsa; o ailede korunacak bir şey yoktur, yıkılması gerekir.
#lgbtiailelervardır
Büyük anneannem ve Çaycuma hikâyem
Anneannemle yolculuğum ben doğmadan çok önce başlamış tabi. Şefkatli ama sert, ailesinin aşırı sahiplenen, mübadelede kayıklara kadar eşyalarını taşımaya tabanlarıyla yardım eden genç kıza Rumların verdiği yarım teneke altınla aldığı topraklar sayesinde aç kalmamış ama parasız kalmış ve gerektiğinde zengin akraba konaklarına temizliğe kadar gitmiş büyük anneannem. Toprak “zengini” olmasına olmuş da nakit yok. Ülke kıtlık içinde. İlk kocadan çok sevdiğim rahmetli Münevver teyzem kalmış. İkinci koca, annemin dedesi, Ak Tahir dede pek keyif düşkünüymüş. Rum altınlarıyla alınmış toprakları epey satıp rakı sofraları ve alemleri hiç ihmal etmemiş. Bence iyi de yapmış. Hiç tanımadım kendimi ama sofrasına oturmak isterdim.
Büyük anneanneme kadar bildiğim kadınlar yolculuğumuzda büyük anneanne şefkatli ama sertti. Kuralları olan, açık sözlü, dürüst, borcuna sadık kadındı. Anaerkil bir aile olmamız benim için ondan başlar. Evine ne zaman gitsek kıymalı tarhana çorbası yapardı. Biz Egeliler kıymasız yerdik. Ama anne memleketi Batı Karadeniz’de kıyma koyarlardı. Ben yine de tarhana sevdiğimden evimizin arka tarafındaki mısır tarlalarını geçip ilkokul öncesi çocuk bacaklarımla büyük anneanneye tarhana içmeye giderdim. En çok anneannemin büyüttüğü dayı oğlumu severdi. Ama yazdan yaza tatilde gördüğü kardeşimle beni de pek severdi. Biz de o zaman emeklilikte bakkal işleten dedemin dükkanından arakladığımız Gripinleri hediye götürürdük ona. Bana hırsızlık suç gelirdi, korkardım. Annem duysa gebertir. 5 yaşımdayım. Ama macera da.
Bir gün baktım büyük anneannenin Gripinleri bir kavanoz olmuş, koyarken gördüm. Bir daha Gripin çalmadım. Zaten ihtiyacı olmayacak kadar çok geldi gözüme. Ama annem duydu, itiraf ettim çok Gripin görünce vicdan azabından. Annem kızdı. Anneanneme de kızdı. Dedeme söyledi. Dedem “Ben farkındayım, yapsın çocuklar” dedi, güldü. Çok tatlı adamdı, komikti, güzel otobiyografik hikayelerini anlatırdı bana. Ben de tüm kişisel tarihimize merakla ölene kadar ondan hikâye dinledim. İsmail dedem, Köy Enstitüsü mezunu, emekli öğretmen. Yoksul Perşembe kasabasının dağ köyünden ailesinin tek oğlu. Ailesi ile neredeyse görüşmez, nedenini bilmem. Hanım köylü olmuş. Şakacı adamdı. Ama annem böyle şakalardan anlamazdı, prensiplerinden çocukları için bile olsa taviz vermezdi, küplere bindi. “Siz benim çocuklarımı hırsız mı edeceksiniz?” dedi. Kardeşim 3 yaşında, benim gibi suça, ayartılmaya ve kandırılmaya müsait olmadığından ve ürkek olduğundan cezadan kurtuldu. Annem anneanneme; “Sanki istese vermeyeceğiz, niye çocukları hırsızlığa alıştırıyor?” dedi. Bana göre ortada hırsızlık yoktu, yaramazlık vardı ve biraz da zevkliydi; korkutmasına rağmen adrenalin vardı. Ama saklamak bana da hiç iyi gelmiyordu. Bizim valizler toplandı ve anneanne evinden sevmediğim kendi ıssız evimize döndük. Yazım bitti 5 yaşında, yasım başladı.
Büyük anneannemin anneannem dahil tüm çocukları; Rum altınlarıyla alınmış dev bir arazinin parsellerinde; her biri kendine apartman yapmıştı. Arada mısır tarlaları, fasulye, domates ve sebze bahçeleri de vardı her apartmanda. Muzaffer ve Sunay dayım (büyük anneannenin kendi evinin üstüne apartman yaptığından büyük anneanne orada oturmaya devam etmişti, giriş kat onundu apartmanda) Almanya’ya işçi gittiklerinden onlar apartman yapmıştı. Benim öğretmen dedem tek katlı ev.
Ben bütün evlerimizi severdim. Liderimiz, hepimizin itaat ettiği ve mal varlığını yediği büyük anneanne (ki annem bile ona bir şey diyemediğinden zevk alırdım) bütün aileye, kocası dahil, maddi manevi kol kanat gerip önderlik ettiği, kuralcı ve disiplinli bir kadın olduğundan, ben aileyi kadın önderliği ve organizasyonu olarak öğrendim. Bize küçük bir aile komünü kurmuştu arazisinde. Biz onun komünü sayesinde dünyanın farklı uçlarında yaşayıp, devasa kalabalık ailemizin her ferdiyle kopmayan üç kuşak ilişki sürdürürüz hala, saygılı ve sevgili.
Büyük dayımların benden büyük kısmı büyük, bir kısmı akran çocukları, bir sürü kuzenle, yazları oynardık bahçede. Çok büyük bir ailem vardı. Oysa evimize döndüğümüzde; birbirini sevdiklerini hiç görmediğim anne ve babamla çok ıssızdım. Minikliğinden beri içine kapanık, uysal, sessiz, mühendis olacağı legolarından belli erkek kardeşimi kıskanırdım. Canımın içini kıskanırdım. Çocukluk pis bir şey. Ama masumdur çocukluk. Büyüdüğünüzde de kıskanç olursanız, işte o sorundur! Minikken içgüdüsel kıskanabilir çocuk! Masumcuğum kimseyle konuşmaz, ağzını açmaz, benim gibi aralıksız konuşmaz, bir tek arkadaşlarıyla top oynardı; miniğim. Atak ve dışa dönük olmadı hiç benim gibi. Bipolar da değil benim gibi ayrıca. Çok kıskandığım kız kardeşim ise 1 yaşını görmeden ölmüştü. Annemden başka kimsem yoktu ıssız evimizde çünkü babam hep dışarıda olurdu. Ya görevde ya gezmede. Malum, erkek! Sinemada Ertem Eğilmez filmi bitmiş de, Kemalettin Tuğcu romanına sürülmüş gibi olurdum yaz tatili dönüşü!
Velhasıl, büyük anneannem ile başlayan kadınlar yolculuğumuzun evveli insan hafızasından uçmuş ve yazılmamış bir tarih. Hepimizin tarihi gibi. Her insan kendinden önce gelenle sonra gelen arasında bir geçiş. Ve tüm bu tarihçesinin de hem genetik hem kültürel hem de sosyolojik ve psikolojik mirasçısı. O yüzdendir ki; tarihi erkekler yazdı diye dinlediğimiz tarih, kadınların birbirine aktardığı acı ve şiddet tarihinin örtbasından ibaret vahşet ve savaşçı bir yalandır.
Anneanne hikâyem
Anneannem ise çok sevgi dolu ve ailesini çok sahiplenen, başı dik, aklı açık, emekçi kadınlardı. Ben tanımadan önce yoksulluk, yoksunluk ve şiddet ortamında 6 çocuk büyütene kadar belki kendini epey yok saymış olabilir ama ben tanıdığımda neşesine değer verecek kadar da yaşam doluydu. Çok da direndi zaten ölüme, her seferinde ölecek diye yüreğimiz hoplarken. Çok taburcu oldu şeker komalarından çıkıp o hastanelerden. Dayak, yoksulluk, ev temizliğine gitmek dahil; hayat ne getirdiyse bazen zengin bazen fakir her şeyi ile yaşamayı başaran ama kaşını çatmadan yüzü gülen anneannem. Giyinmeyi, makyaj yapmayı, denize girmeyi, kadınlığı bilen; benim ilkokul okuma şansı bile olmayıp hayatlar başarmış, kuşaklarca hayatlar inşa etmiş anneannem.
Çoğalmayı çok sevdiğinden ve kalbi dünyayı kucakladığından; ben doğmadan bir çuval kıyafet, bebek battaniyesi hazırlamış bana. Anneme çok düşkündüm ben, annem nereye gitse ördek yavrusu gibi peşinden giderdim. Annem okula gidip beni anaokuluna bıraktığında “Beni de götür diye” ağlar, annem dönene kadar beni sevmediği için bıraktığını düşünüp yas tutardım. Bırakılmayı ceza gibi algılardım. Hem hiç uyum sağlayamazdım kavgacı, saldırgan çocuklara. Onlar bahçeye girince içeri saklanır, içeri girince bahçeye saklanırdım. Hayatım kalabalıktan kaçarak geçti, her gün kalabalıklar arasına karışırken. Kimseye diyemedim; “Ben aslında kalabalık sevmiyorum, uyumsuzum”.
Ama zaten çok belliydi uyumsuzluğum. Hep kargaşa çıkarıp ikaz edildim kalabalıkta. Okulda, yurtta, sosyal ilişkilerimde, sivil toplumda. Sevmediğimden değil kalabalıkları; annemle, sevdiğimle, kendimle yalnızlığımı sevdiğimden. Yoksa yatılı okulu da sevdim, yurttaki ve sivil toplumdaki arkadaşlarımı da. Sahici olan her şeyi sevdim. Çünkü anneannemin kalabalık ve sahici evinde büyümüştüm. Kalabalığı en çok bundan sevdim. Yine de annemle yalnızlığım ayrıydı. Onu paylaşmayı sevmezdim. İlla annemle yatayım isterdim. Annem yanaştırmıyorsa anneannem, babaannem, yengemler, teyzem, küçük halam. İlle de bir kadın şefkati olacak yanımda ve ben ana rahmi gibi güvenli bir limana sığınacağım. Artık ne kadar korktuysam bu dünyada gözümü açınca. Bu hayatta başıma gelecekleri bilip kendime yoldaş aradım belki. Neyse ki korkutucu olduğu kadar kötü geçmedi hayat. Korku başa gelenden beter.
Anneannemin bir tek “Kızlar öyle yapmaz!” şeklindeki telkin ve ikazlarını sevmezdim küçükken ve yaşlı olduğu için saçma şeylere inandığını düşünür, elbette hem iplemez hem kabul etmezdim. Onun dışında anneannem beni hep kollayan, her zerresiyle sevdiğini sözünden, kucaklamasından, benim için yaptıklarından, beni beğenmesinden, arkadaş gibi sohbet edip dinlemesinden, beni dikkate alıp önemsemesinden hissettirirdi. Tüm ailesini koşulsuz severdi. Ne kadar hata yapsak olduğumuz gibi kabul eder ve korurdu. Kirpiğime yaş değdirmez, kıyamazdı. En kötü cezası çimdiklemesiydi ki feci yakardı, o korku da beni biraz dizginlerdi ki pek nasibimi almadım. Kardeşim ve ben gözbebeği gibiydik. Kendi bir kere bile üzüp ağlatmadı. Neşeliydi, bazen gülelim diye göbek bile atardı bize. Öyle güzel hoplatırdı ki göbeğini, ne kadar uğraşsam öğrenemedim. Ama parmağımı çok iyi şaklatmayı, annemin aksine, öğrendim ondan.
Anneannem annemin hayatta tek dikkate aldığı, kardeşi dışında tek dert arkadaşı, akıl yoldaşı, en sevdiğiydi. Benden bile çok severdi belki annesini ve haklıydı. Çünkü 11 yaşında yatılı okula gitmiş, 20 yaşında beni doğurmuş ve bildiği çok şeyi dürüstlük, adalet ve vicdanına güvendiği annesinden öğrenmişti. Kendi küçüktü daha benim annemken. 17 yaşında Türkiye’nin ilk yatılı kız okulu protestosundan dolayı okuldan atılan ve Danıştay kararı ile bütünlemede mezun olma hakkı kazanan, davasının basın kupürü sandığında saklı 28 kızdan biri annem. Komünist annem 17 yaşında yaş büyüterek köy okuluna atanmış, orada tanıştığı babamla 19 yaşında evlenmişti. Saygısı da, dayanışması da, dostluğu da büyüktü annesine. Dikiş makinesinde kendisine kıyafetler diken annesine. Annemi herkesten kıskanır ama annesi ve kardeşlerinden kıskanmazdım. Çünkü öyle sevgi dolu, sahici, emek verilen bir aileleri vardı. Kötülük kapıdan girmezdi.
Her yaz uçarak anneanne evine gider, anneannem ve dayımlarla sevgi dolu ve güvenli kollarda neşeli günler geçirirdim. Adile Naşit ve Münir Özkul’lu Neşeli Günler filminin içinde geçti çocukluğum. Ne çilelere bana mısın demezdi anneannem. Ne dayımlara uygulanan devlet işkencesine ne de miting yasaklarına. 5 yaşlarımda Karlı Kayın Ormanını şehirlerarası otobüste bağırarak söylemeye başladığımda beni susturamayıp duyduğu telaş, dert diye nadir anlattıklarındadır; 80 faşist darbesi sırası.
En berrak ilk çocukluk anım; anneannem ve teyzemle 80 öncesi miting için gittiğimiz şehrin girişinde jandarmaların bizi durdurup otobüs araması, sonra da miting salonudur. Muhtemelen sinema salonuydu çünkü açılır-kapanır tahta oturakları vardı. Salon sol yumruklar havada; “141-142’ye Hayır!” sloganı atıyordu. Ben de heveslendim, sol yumruğum havada başladım slogan atmaya! İlkokul öncesi yaşta ve minik olduğumdan yetişkinler bir ilgilendi. Ben dikkat çekince teyzem beni (ceyce derdim) boyum ufak görünmüyorum diye, istek üstüne, oturağın üstüne çıkardı. Fakültede öğrendim; 141-142 Türk Ceza Kanunu idam maddeleriymiş!
Ben uzun yıllar rüyamda askerlerin beni kovaladığını gördüm. Bir asker korkusu da, saat gece yarısını geçmişken ailece ev misafirliğinden döndüğümüz zaman devriye gezen inzibatları gördüğümde yaşamıştım, darbenin hemen sonrası. Zaten ev gezmesi hiç sevmezdim, hep kendi evimizde kalalım isterdim. Bizimkiler yeni taşındığımız şehirde memur arkadaşlarına gitmişti. Gece yarısına yaklaştıkça duvar saatine her baktığımda paniğe kapılıp; “Sokağa çıkma yasağı başlayacak, gidelim” diye tutturmuştum. Bizimkiler beni yatıştırmaya çalışmıştı ama ne fayda! Gece yarısından sonra çıktılar illa! İnzibatları görünce sandım ki dayımlar gibi annemi ve babamı da alacaklar! İşkence edecekler! Fiko (Fikret) dayım gibi işkencede ciğerleri hasta olursa?! Kardeşim küçük, babam omuzlarına almış. Benim elimden tutmuşlar. Selam verdi babam devriyelere, onlar da bize “İyi geceler” dedi. Hepsi bu kadar! Korku başa gelenden beterdir! O yüzden korku salınır insanlara! Beni en iyi Kürtler, Aleviler ve gayri müslimler anlar sanırım!
Ben korkmaya devam ettim ama. Anneannemin evindeki dayımların kitapları ya tavan arasına saklandı ya arka bahçede yakıldı ya da toprağa gömüldü. Babama yalvardım Uğur Mumcu kitaplarını evden götürsün diye; “Bir şey olmaz, korkma” dedi. İnattı, hiç eyvallahı ve korkutacak kadar korkusu yoktu! Öfkeli adamdı. Devleti de, dini de hiç sevmez bir devlet memuru! Çok sürgünler ve cezalar yedi, hala aynı. Ama ben korkuyorum. Ya babamı da alırlarsa! Evde solcu kasetler dinliyorlar, korkuyorum. Babam bana inat yapar gibi gidip kasetçide yeni kaset doldurtuyor solcu müzisyenlerin. Yetmiyor, Ahmet Kaya diye bir kaset getiriyor eve. Bir de mutlu oluyor, “Çok seviyorum” diyor. Benimle dalga geçer gibi! Çok seviyorum türküleri, marşlarız. Ezberliyorum. Ama ödüm kopuyor! Ben 6 yaşında devlet, polis, asker ve faşizm baskısı öğrendim! Yüce devlet ve ordumuz var olsun!!!
30 yaşlarımda bile rüyamda askerlerin beni kovaladığını gördüm. Gücüm yetmedi, dizlerimin bağı çözüldü, koşamadım, düştüm, tam yakalanacakken uyandım! Sonra 1993 veya 94, YÖK harçları protestolarında Cebeci’den Kızılay’a yürüyerek eylem yaparken; ilk defa coplarla daldılar benim de olduğum eylemci öğrencilere. Su sıkmaya başladılar. Koşuyorum ama rüyamdaki oldu! Dizlerimin bağı çözüldü! Tam yere düşeceğim Levent sıkı sıkı tuttu elimden! Benim olmayan gücüme kendi gücünü katarak beni Kızılay’a kadar sürükledi arkası sıra. Tam arkamdaki kızları polis duvar dibine sıkıştırıp copladı. Levent beni sürükleyerek Engürü kahvesine kadar getirdi. Nefes nefeseyim. Çöktüm. Ohh dedim, burada kimse beni ele vermez! Bizim de “kurtarılmış bölge”lerimiz var! O polisler hangi ailede büyüdüler bilmem ama benimki gibi bir ailede büyümemişlerdi belli ki! Onlara insanlara saldırmak, bize insanları korumak öğretilmişti! Bu ülke bir çocuğu ilkokula gitmeden işkence, baskı, cezaevi, darbe ve korkuyla tanıştırır. 5 yaşında da aynıdır, 20 yaşında da, 49 yaşında da! Ne zalimler değişir ne direnişçiler!
20’li yaşlarımda anneannem ve teyzeme anlattım asker anılarımı ve korkumu. Onlar hemen hatırladı tabi Bartın girişi miting öncesi asker tarafından çevrildiğimizi. Anlattılar, benim anım işte o zaman geri geldi. Sonra çok polis şiddeti gördüm. YÖK protestosundan başlayıp 1 Mayıs, 8 Mart, 25 Kasım, Onur Yürüyüşleri, Hrant Dink anması, Gezi Direnişi’nde. Amirlerle çok yürüyüş pazarlığı yaptım eylem komitelerinde. Artık asker/polis kâbusu görmüyorum anneanne!
Anneannem ve kardeşimle babamın toprakları Ege’den annemin toprakları Batı Karadeniz’e anneanne evine yaptığım otobüs yolculukları güzeldi. Otobüs yolculuğu sırasında Ankara’dan Bartın otobüsüne bindiğimizde değişirdi şive ve ben eve varacağımı bilirdim. Ne zaman anneannem bize gelse tuttururdum “Beni de götür” diye. Annem her gün okula gidiyor ve çok disiplinli. Anneannemdeyse ısrar bile etmediği bir kaç “Kızlar” cümlesi var o kadar. Hem hemen affeder. Liseyi bitirene kadar her yaz anneanneme kaçtım. Gezmek serbest, sigara, içki serbest, harçlığım var. Köy Enstitüsü mezunu, öğretmen emeklisi dedem emeklilikte önce bakkal, sonra fırın açtı bahçedeki dükkanımızda. 6 çocuk ve 12 torun geçti ellerinden. Paramız yok tabi. Anneannemin de büyük anneanneden kalma bahçeleri var. Dayımlar ve teyzem üniversite öğrencisi önce; tek tek mezun olana kadar. Ama bahçemizden topladığımız fasulye, biber, patlıcan, kabakla; pazardan alınan patateslerle yapılan kızartmalarımız ve bahçede ateşte yaptığımız közlemeler, mısırlarımız, bahçeden topladığımız meyvelerimiz var. Çiçekli, meyve ağaçlı bahçemiz. Pazardan aldığımız en ucuz ve fakat en lezzetli peynir ve zeytinimiz.
Anneannem pazara götürür beni, çok severim. 11-12 yaşında büyürüm. Anneannem beni yetişkin gibi dikkate alıp büyütür. Anneannem ve dedemin sofrası yeğenlere, akrabalara, komşulara, misafirlere, arkadaşlara hep açık. Yere örtü sererek sedir kurulan o sofra neredeyse hiç kalkmaz. Mancar aşı yenir bulgurlu, pek sevmem. Ama o kızartmalar; canımız istedi desek o anneannem hiç yorulmaz, hop gece yarısı kızartma, çay, peynir. En çok da gece yarısından sonraya kadar edilen o sohbetleri ve kahkahaları severim. Sonra her odada yataklar, döşekler, cümbür cemaat. Arada Nusret dayım koynuna alıp uyutmaya çalışır beni, çok sever, bir tanesiyim, eminim. Ama erkek kucağına alışmamışım, illa kadın koynu isterim.
Zonguldak’a duruşmalara girmeye gittiğim zaman anneannem yaşlanmıştı. Son yıllar kulağı duymaz, yataktan pek kalkamaz olmuştu. O cıvıl cıvıl, dinç kadın. Ondan aldığımı geri veremem ama her gittiğimde alışverişini yapmaya çalıştım. Yüzündeki mutluluğu gördüm, kulağı duymadığı için artık pek konuşamasak da.
Anneannem öldü sonra benim. Beni en çok saran, şefkatli annem öldü. Ben öksüz kaldım; gidişe geliş eklenmeyecek öksüzlük. Anneme haksızlıktan değil, o benim için dünyalara değer. Yeri eşsizdir bende. Ama onlar ayrı anneler. Ben sonra Çaycuma’ya gidemez oldum. Yoktu. Neye gideceğimi bilemez oldum. Cenazesine gidemedim, mezarına gidemedim. Nasıl koyacağım toprağa, nasıl bakacağım toprağa, o sevdiğim toprağa?
Altında toplanacak ne çatı kaldı ne de koşulsuz kucaklayan kalp. Bana ev hissettiren rutubetli kokusuyla tek katlı anneanne evi gitti, ormandan plastik yoğurt kovasına toplanan böğürtlenler gitti. Olmayan parayla dolmuşa doluşup şoföre “Çocuklardan para almayın” diye seslenip, bizi kucağına iliştirerek sahile götüren gitti.
Ha, bir de arada çok paramız olduğu zamanlar oldu dedemin bakkalı varken. Kıyafetlerimiz hep alındı, yedik, içtik, gezdirildik. Gündüz açık hava gazinosuna götürdü bir kere anneannem biz çocukları toplayıp. Bende de hayata ve her şeyi öğrenip bakmaya dair bir merak. Her şey renk benim için. Ama büyüdüm. Geziye, bakmaya, öğrenmeye merakım gitmedi. Ülkeyi, dünyayı gezmeye başladım. Gittiğim yerlerden içime bir şeyler koydum. Başka bakmaya, bahçemi genişletmeye. Gittiğim yerlerde hep içimi buldum. Ama anneannem gitti. Dokunuş gitti, tat gitti, koku gitti, ses gitti, kulak gitti.
Çaycuma’ya gidince çarşıda geziyorum. Büyük ailem hep çarşıda bir yerde. Kucaklaşmalar. Bağlamalar, türküler. Balkon sefaları, gece yarısı hala kızartma, ev yapımı poğaça, çay ve sohbet. Hangi yengemin evine gitsem en paşa benim, prensim. Beni olduğum gibi, yakışıklı halimle kucaklayan anneannemin mirası dayımlar, yengemler, kuzenler, akrabalar. Öyle kendim gibiyim evimde. Bizim evde kural sevgidir. Olduğu gibi sevmek.
Anneannem oruç tutar, namaz kılardı. Yaşlanınca da eşarp, yazma takmaya başlamıştı. Ama bilerek ve isteyerek oğlan gibi, eşcinsel torununu severdi. Ben garip gelmezdim ona. Sevgi dolu gelirdim, içimi görür ve içimi, dışımı kucaklardı. Bilirdi, herkese açık kalbimi ondan almıştım. O kalbini karartmadı fazla, tüm çileye ve ahlaksızlığa rağmen. Ben anladım ki sevgi hak edilen bir şey.
Balkonda otururum genelde Çaycuma’da. Çay içerim anneannem var gibi. Ormana ve dağa bakarım. İçim huzur dolar yeşillik arasında. Ama yan balkona bakmam. Anneannem yoktur. Dayımla sahile gideriz arabaya binip, çarşıda gezeriz. Balık yeriz. Sonra yengemlere giderim. Gece yarısı çayları gelir. İlla ki holhol (gıybet) yapılır. Holhol hayatın zevkidir, kötülük değil. Hayatı değerlendirip iç dökmektir. İç dökülür ve herkes birbirine geri döner. Dönemeyen öfkesinin yalnızlığında kalır. Çok sevilirim her evde. Gelişim kutlanır, gidişim istenmez. İnsan bunu bilince; sevgiyi, vazgeçilmeyip, gözden çıkarılmamayı çok iyi bilir.
Bana ne güzel bir şehir ve miras bıraktın anneanne. Çocukken annemle, seninle otobüsle gelirken Ankara otogarından bindiğimiz Özbartın Gerede’yi geçip Mengen ve Devrek’e yaklaşırken geçtiğim tünellerin heyecanı aynı bende. Zonguldak kavşağından Bartın yoluna dönerken kendimi tutamıyorum. Hele nehrin üstündeki köprüyü geçince “İşte ev, işte benim yeşil, huzurlu şehrim” diyorum.
Bana bu dünyaya ait olmayı bıraktın. Bana anaerkil aile kültürü öğrettin. Bana çileye, zulme, yokluğa direnme, boyun eğmeme ve mücadele etme, kötülüğü seçmeme, birbirini ve tüm dünyayı koruma, kavga etmeyip tüm farklılık ve arızalarımızla birbirimizi sarmayı öğretti tüm ailem. Ben bunu öğrendim ve bu yolu seçtim.
O benim anneannem. Kimse onu benim gözümle izlemedi. Bu benim anneannem, yalnızca benim.
Güzeldir anneannem benim. Anneannem annemden, annem benden güzeldir. Kadınlar güzeldir.
Efendiler; LGBTİ+yım diye siz anneannemle arama girip anneannemin ilk kız torunu hakkında hüküm veremezsiniz. Anneannem o hükmü sevgiyle verdi. Siz karışamazsınız. Ne haddiniz ne yetkiniz! Ailelerimize karışamazsınız! Biz kendi akışımızı ve kucaklaşmamızı kendimiz biliriz. Size hacet yok!
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: yaşam, aile