26/05/2021 | Yazar: Marsel Tuğkan Gündoğdu

Ağır tahribat politikaları nedeniyle LGBTİ+ hareketinin diğer toplumsal hareketlerle diyaloğu zaman içerisinde kesintiye uğradı. Peki birlikte yaşamı nasıl tesis edeceğiz?

LGBTİ+’lar için daralan sivil alan ve bir çözüm önerisi olarak müzakere alanını genişletmek Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

LGBTİ+ hareketi için daralan sivil alan

Türkiye’de sivil toplumun hareket alanı son birkaç yıldır giderek daralıyor. Baskı ortamı, Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrasında yürürlüğe giren OHAL süresince daha hissedilir bir hal aldı. Uluslararası ve bölgesel insan hakları kuruluşlarının pek çok raporunda insan hakları savunucularına karşı saldırılara dair olağandışı ve artan bir endişe dile getirildi. Bu baskıcı politik iklim, LGBTİ+’ların haklarının yanı sıra LGBTİ+ hakları alanında çalışan örgütler ve insan hakları savunucularını önemli ölçüde etkilerken, hak savunucuları kendilerini gittikçe muhafazakârlaşan, ayrımcılığın ve nefretin hâkim olduğu bir ortamda çalışırken buldular. LGBTİ+ örgütleri 2015’teki İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne yönelik gerçekleşen ilk polis müdahalesinden bu yana devletin keyfi bir şekilde hedef tahtasında olmaktadır, bu durum Ankara’da bütün LGBTİ+ etkinliklerine getirilen süresiz yasak ve bu yasağın kaymakamlıklar ve valilikler aracılığıyla ülke geneline yayılması sonucu daha da somut hale gelmiştir.

Süresiz yasaklarla birlikte ilk başta Ankara’da LGBTİ+ örgütlerinin hareket alanı önemli ölçüde kısıtlandı. Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma, Feminist Forum, KuirFest, Ayrımcılık Karşıtı Sempozyum gibi büyük etkinlikler başka şehirlere taşınmak zorunda kaldı. Bu etkinlikler dışında, Ankara’da LGBTİ+’ların bir araya gelebilecekleri, sorunlarını tartışabilecekleri etkinlikler de başka şehirlerde yapılmak durumunda kaldı. Kamuoyundan gizlenen ve tesadüfen öğrenilen ikinci bir yasak ve kamu otoritelerinin tutarsız ve keyfi kararlarıyla geldiğimiz süreçte, LGBTİ+ etkinliklerin yapılmaması için bin bir çeşit bahaneler üretildi. Tabii Ankara’da başlayan bu yasak zaman içerisinde bütün ülkeye yayıldı ve mevcut durumda Türkiye’nin herhangi bir noktasında kamuya açık LGBTİ+ hakları ile ilgili bir etkinlik yapmanın mümkün olup olmadığına dair derin endişeler mevcut.

Türkiye LGBTİ+ hareketi tarihinde belki de hiç deneyimlemediği bir durum yaşıyor ve bu fiili durumun daha fazla olağanlaşmaması için yeni arayışlar, taktikler ve başka türlü politikalar geliştirmek gerekiyor. LGBTİ+ hareketine yönelen sansür sadece LGBTİ+’ların sorunu değil. Giderek otoriterleşen güvenlikçi politikalar sivil toplumun ve insan hakları hareketinin tamamını olumsuz etkiliyor. Yıldırıcı politikalara çok yoğun bir şekilde maruz bırakılan LGBTİ+ hareketinin sivil alanda da yalnız bırakılması sansürün etkisini ve gücünü arttıran bir mesele hâlini aldı. Bu yasaklarla birlikte LGBTİ+’lar toplumdan tecrit edilmeye, parçası oldukları toplumun dışına itilmeye çalışılıyor. Hükümetin ve devlet destekli medyanın LGBTİ+ örgütlerine ve hak savunucularına yönelik düşmanlaştırıcı politikaları ve hedef göstermeleri yüzünden LGBTİ+’lar toplumda tehlikeye daha da açık bir hâle geliyor, halk değerlerine yönelik tehdit olarak algılanıyor, yoğun bir marjinalizasyon ve kriminalizasyon politikasıyla karşı karşıya bırakılıyorlar ve bu da toplumdan izole olmaları, aktivizm alanının daralması ve yeni hak savunucularının yetişememesi ile sonuçlanıyor. 

Türkiye’nin içinden geçtiği bu değişim süreci LGBTİ+ örgütleri için uzun vadeli stratejiler yapmayı imkânsız hâle getiriyor. Ayrıca risk planını merkeze alarak bir operasyon planlama çabası, örgütler için fazla mesai gerektiren bir süreç hâline gelirken, kurumların ve hak savunucularının sürdürülebilirlik ve güvenlik endişeleri nedeniyle sansür ve oto sansüre başvurmalarına yol açabiliyor ve bu durumun kendisi LGBTİ+ hak savunucuları ve bu alanda çalışan profesyoneller için motivasyon kırıcı bir hâl alabiliyor. LGBTİ+ örgütleri, idari ve finansal anlamda kırılgan bir hâl alabiliyorlar çünkü son dönemde özellikle geride bıraktığımız iki yıllık OHAL sürecinde Türkiye’de kurallar, yasalar, yönetmelikler ve uygulamalar sürekli değişti ve bu değişim sürecini takip etmenin kendisi, zaten bu konuda çok da deneyimli olmayan LGBTİ+ örgütleri ve hak savunucuları için yorucu bir hâl aldı.

LGBTİ+ örgütlerinin spesifik olarak acil durumlar için çalışan belirli sivil toplum örgütleri ile işbirlikleri mevcut ancak LGBTİ+ örgütlerinin kaynak geliştirme ve faaliyetlerini sürdürebilme noktasında spesifik destekleyecek fonlar ne yazık ki mevcut değil. LGBTİ+ örgütlerinin ayakta kalması için proje ve etkinlik temelli olmayan desteklere ihtiyacı var. LGBTİ+ örgütleri temel olarak kira, fatura, vergi ve idari giderlerini ödeyemeyecek durumdalar, idari ve günlük işleri sürdürebilecek en az bir profesyonel çalışanın istihdamı konusunda yetersiz kalıyorlar. Hem hak ihlaline uğrayan LGBTİ+ danışanlara destek olacak hem de LGBTİ+ örgütlerinin maruz kalabileceği risklere karşı savunuculuk yapabilecek hukukçuların istihdamı da elzem bir konu olarak karşımıza çıkıyor.

LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemi ve hedef gösterici dil hükümet destekli veya hükümete yakın medya kuruluşları içerisinde giderek yaygınlaşmaktadır. Bunun yanında merkezi yönetim, yerel teşkilatları üzerinden -ki bunlar kaymakamlıklar ve valilikler oluyor, LGBTİ+ örgütlerini baskı altına alınıyor. LGBTİ+ örgütleri devlet kanalıyla peşi sıra finansal denetimlerle çalışamaz hâle getiriliyor. IŞİD ve benzeri terör gruplarının hedefi hâline gelen LGBTİ+ örgütlerinin yönetim kurulu üyeleri, çalışanlar ve gönüllüleri kendi hayatlarından endişe ederek çalışmaya devam ediyorlar.

Yedi yıl öncesine kadar anayasa çalışmalarına aktif katılım gösteren ve meselenin paydaşlarıyla bile bir araya gelebilen LGBTİ+ örgütlerinin ulusal düzeyde savunuculuk faaliyetleri merkezi hükümet düzeyinde imkânsız bir hâle geldi. Son birkaç senedir bu sebeple LGBTİ+ hareketi özellikle yerel yönetimlerle işbirliği yapmaya çalışıyor. Ancak yerel yönetimler düzeyinde kurulan bu taze ilişkiler henüz istenilen seviyede de değil. Kürt nüfusunun yoğun olduğu şehirlerde ise hükümetin kayyum politikaları nedeniyle bu ilişkiler tamamen kopmuş durumda.

LGBTİ+’lar için kamusal alanla birlikte kamusal tartışmanın da çöküşü

Bütün bu yaşananlarla birlikte LGBTİ+ örgütleri ve hak savunucuları için kamusal alanda var olmak hem zorlaşmış durumda hem de bu gerçekleşse bile pek çok açıdan güvenlik riski taşıyan bir meseleye dönüşebilmektedir. 2015 yılından beri süre gelen LGBTİ+’ları düşmanlaştıran ve hak savunucularını kriminalize eden sistematik politikalar ve yoğun popülist söylem, zaman içerisinde LGBTİ+ örgütlerinin politikalarını da etkilemeye başladı. LGBTİ+ örgütleri kendilerini sürdürülebilirlik ve güvenlik endişeleri nedeniyle aktif politika üretemediği, bunun yerine günü kurtaran ve daimî olarak kendilerini izah etmeye çalıştıkları reaktif söylemleri üretirken buldular. Bu bir kanaat bildirme kısır döngüsü hâlini aldı ve örgütler Türkiye insan hakları gündemi bir kenara dursun, hareketin kendi ajandasını bile belirlemekte zorlanan, LGBTİ+’ların sorunlarına çözüm üretmek için politika üretemez bir duruma geldi. Bu da zamanla her ne kadar LGBTİ+ haklarına dair farkındalık daha görünür olsa da, örgütlerin daha içeriye kapandığı ve sadece siyasal işlevi olan kamusal alandan değil, kamusal fikri tartışmadan da izole edilmeleriyle ve diğer toplumsal gruplarla aralarındaki bağların gevşemesiyle ve temasların azalmasıyla sonuçlandı. Bu kadar içe kapanmanın bir sonucu olarak da hareket içerisinde politika üreten öznelerin hareketin periferisinde kalanlarla ve aktivizm çemberinin dışında, örgütlü olmayan LGBTİ+’larla aralarındaki makasın söylem ve fikriyat bakımından açılmasına sebep oldu. LGBTİ+’lar için LGBTİ+ hakları alanında siyasi tartışma alanı daraldı.

İktidarın LGBTİ+’lara yönelik ürettiği popülist söylemi ve ısrarla sınırlarını çizmeye çalıştığı “makbul vatandaş” tanımı ve bu tanımlama üzerinden pek çok toplumsal kesimin dışarıda bırakılması neticesinde LGBTİ+ hareketi eskisi kadar topluma ulaşamıyor, “muhtemel çoğunluğa” derdini anlatamıyor. Sivil alanın daralmasıyla birlikte operasyonel faaliyetlerine ya devam edemiyor ya da etse bile etkisi hedeflenen toplumsal değişime giden yolda cılız bir ses olarak kalıyor.

Kamusal alana ve bunun bir sonucu olmasını beklediğimiz kamusal fikri tartışmaya yönelik uygulanan ağır tahribat politikaları nedeniyle LGBTİ+ hareketinin diğer toplumsal gruplar ve hareketlerle diyaloğu da zaman içerisinde kesintiye uğradı.

Peki bu enkazın altından nasıl kalkacağız? Birlikte yaşamı nasıl tesis edeceğiz?

Müzakere alanını genişletmek: İçeriye tolerans, dışarıyla diyalog

Hak ve özgürlükler bakımından en geniş şekliyle toplumsal mutabakatı sağlamanın yollarından birisi de müzakere yani kamusal diyalogdur. Müzakere kulağa çok da iyi gelmeyen “pazarlık” dışında aynı zamanda “tartışmak” ve “konuşmak” anlamına da gelir. LGBTİ+ örgütleri ve hak savunucuları tüm dünyada aslında devlet ve toplumla bir çeşit müzakere içine giriyorlar, yani aslında uzlaşma kavramı bizlere o kadar da uzak bir olgu değil. Bu müzakereyi eşitlikçi bir yerden kurmanın gerekli olduğu kadar aynı zamanda müzakerenin doğal bir parçası olan toleransı, uzlaşıyı ve diyaloğu da beraberinde getirmesi gerekir. Bu nedenle bahsini geçirdiğim müzakere sadece dışarıyla kurulan diyaloğu değil aynı zamanda içeriyle de kurulan iletişime dair de bir yöntem önerisi içeriyor.

Türkiye gibi otoriter politikaların büyük destek gördüğü ülkelerde popülist söylem ve kutuplaştırıcı siyasetin hedefi hâline geldiğinizde, yeni temasları bir kenara bırakın, geçmişte yan yana geldiğiniz diğer toplumsal grupların ajandasında da alt sıralara düşüyorsunuz, saldırıların odağında yer alan madun grup olarak kendi söylem ve ilkelerinizi içeriye ve dışarıya daimî bir şekilde bir samimiyet testi olarak uygulamaya başlıyorsunuz, hele ki elinizde sürdürülebilir kaynaklar yoksa. Bu sınavdan ancak sizinle aynı düşünen veya size benzeyenler geçebiliyorlar. Büyük bir çoğunluk ise bu sınavı geçemiyor ve böylelikle ilişkiler zarar görüyor. Daha önceleri tolerans gösterebileceğiniz her şey zamanla asla taviz vermemeniz gereken ilke ve değerlere dönüşebiliyor. Bunun sistematik saldırılar sonucu geliştirilen meşru bir refleks olduğunu düşünüyorum ancak bu refleksin kendisi LGBTİ+ siyasetine pranga vurmaya başladığında burada yeni bir sorunla karşı karşıyayız demektir. Çünkü zaten iktidar kutuplaştırıcı söylemiyle kamusal diyaloğu ve gruplar arası iletişimi koparmayı hedefliyor. Tam da bu konuyla ilişkili olarak ve benzer bir endişeyle 7 Temmuz 2020 tarihinde aralarında Margaret Atwood ve Noam Chomsky gibi yazar, akademisyen ve gazetecilerin olduğu bir grup düşünür Adalet ve Açık Tartışma Üzerine Harper’s Magazine’de bir mektup yayınladılar. Bu açık mektupta, özgürlük düşmanı olan güçlerin Trump’ın seçilmesiyle birlikte daha da güç kazandığını ve bununla birlikte farklı görüşlere olan toleranssızlığın toplumun bütün paydaşlarını etkilediğinin, kamusal aşağılamanın bir moda olması ve dışlamanın da yaygınlaşmasının endişe verici olduğunu ifade ediyorlar. Buna karşın farklı görüş ve ifadelerin toleransla karşılanması ve tartışmanın kısıtlanmamasının bizi tekrar demokratik ve açık topluma götüreceğini söylüyorlar.

Aynı şekilde politik doğruculuğun da LGBTİ+ hareketinin üzerinde bir vesayete dönüşmesine ve tahakkümün dilde kurulmasına engel olmamız gerekiyor. Kimlik siyaseti yapan öznelerin kendilerini kamusal fikri tartışmalarında var edebilmek için sahip olduğu yegâne araçlardan birisi de kendi öznelliklerini tanımlamaya yarayan dildir. LGBTİ+ hareketi olarak ürettiğimiz dil ve sürekli olarak güncellenen “politik doğru” daimî bir devinim içerisine girmiş durumda, takip etmesi herkes için kolay olmayabiliyor. İktidarın kutuplaştırıcı siyaseti ve popülist söylemi çok doğal olarak LGBTİ+ hareketini bu açıdan da derin bir şekilde etkiliyor. LGBTİ+ örgütleri ve hak savunucuları ile aktivizm çemberinin dışında, örgütlü olmayan LGBTİ+’lar arasındaki zihni ve söylemsel makas giderek açılıyor, tabanla ilişki zayıflıyor. Özneler de kaçınılmaz olarak popülist söylemin bir parçası haline gelebildikleri için LGBTİ+ hak savunuculuğunu yaparken bu tuzağa düşülmesi çok olağan bir durum hâline geliyor. Bir de çok yeni tartışılmaya başlanan iptal kültürü bir siyaset, aktivizm aracına dönüştüğünde, işin içinden çıkılmaz bir durumla karşı karşıya kalıyoruz.

Şu anda LGBTİ+ örgütlerinin en temel önceliği gittikçe artan muhafazakâr ve otoriter rejim içerisinde varoluşlarını devam ettirebilmek, LGBTİ+ hak savunuculuğunun sürdürülebilirliğini sağlamak ve bu kapsamda LGBTİ+ örgütlerini ve hak savunucularını güçlendirmektir. LGBTİ+ların maruz kaldıkları ayrımcılık ve insan hakları ihlallerinde hizmetlere ve danışmanlıklara erişimini sağlamak ve LGBTİ+ hareketinin doğrudan temas içerisinde olduğu paydaşlarla iletişimi devam ettirmektir.

Yazımın hemen başında Türkiye LGBTİ+ hareketi tarihinde hiç deneyimlemediği olağandışı bir hâl yaşadığını ifade ederken, bu kötüye gidişi durdurmak için yeni arayışlar, taktikler ve başka türlü politikalar geliştirmek gerektiğini de ifade etmiştim. Daralan sivil alan sadece LGBTİ+ örgüt ve hak savunucularını etkilemediği için bu yeni arayış, taktik ve politikaların uygulanabilmesinin yolu toplumsal bir uzlaşıdan geçiyor.

Bütün LGBTİ+’lar olarak zaten aynı kamusal alanı paylaşmıyoruz, özneler olarak diğer bütün toplumsal kesimlerden gelen bireyler gibi başka kamusallıklar deneyimliyoruz. Söylemimiz, dilimiz, eleştirel düşünceye sahip olup olmayışımız açısından farklılık gösteriyoruz. Nancy Fraser’ın “Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek: Gerçekte Var Olan Demokrasinin Eleştirisine Bir Katkı" adlı yazısında öne sürdüğü çoklu kamusal alanlar (multiple publics) olgusu LGBTİ+ özneler için de geçerli. Burada kamusal alanlar arasında hiyerarşiyi kuran ve hangi siyasi söylemin doğru olduğuna karar veren bir iktidar var ve LGBTİ+ hareketi de kendi içerisinde farklı mikro iktidarlara sahip. Bu iktidarların en görünür olanları, bilgi ve kaynaklara erişim açısından ayrıcalıklı olan ve toplumsal muhalefetin de muhatap olarak aldığı LGBTİ+ örgütleridir. Hatta hükümetin bile bütün LGBTİ+’ları değil LGBTİ+ örgütlerini hedefine alması, örgütleri ve hak savunucularını kriminalize etmesi bu hiyerarşik yapıdan kaynaklanmaktadır. Yani toleranslı burada LGBTİ+ hareketinin söylemine ve ajandasına yön verebilen, siyaset araçlarını elinde tutan aktörler, örgütler ve hak savunucuları iken, tolerans gösterilmesi, uzlaşılması, hemhâl olunması, hâlinden anlanması (ya da ne dersek diyelim) gerekenler ise farklı kamusallık deneyimleri ve çeşitli dezavantajları nedeniyle aktivizmin periferilerinde ya da dışında kalan, kalmayı tercih eden LGBTİ+ öznelerdir, yani tabandır.

Aynı John Locke’un toleransı hakiki kilisenin başlıca karakteristik niteliği olarak telakki etmesi gibi, LGBTİ+ örgütleri ve hak savunucuları da aktivizmini örgütlerken toleransı en temel değerlerden biri olarak ele almalıdır (Locke 29). Çünkü her bir deneyim biricik ve özeldir. Herkesin başka bir deneyimi vardır, bununla ilişkili olarak başka bir fikri vardır. Burada asıl mesele LGBTİ+’ları tek bir söyleme ya da perspektife hizalamaya çalışmak değil, her bir LGBTİ+’nın konuşabildiği bir alan yaratabilmek, kamusal tartışmaya katılımlarını sağlamak olmalıdır. Bu anlamda LGBTİ+ hareketinin kapsayıcı ve çeşitlilik anlamında çok da iyi bir sınav verdiğini düşünmüyorum. Bir insan sadece lezbiyen, sadece eşcinsel, sadece trans veya interseks kimliğine sahip değildir, o kişinin siyasi düşüncesi, oy tercihini kullandığı bir siyasi parti, etnisitesi, felsefi inanışı, ekonomi-politiğe bakışı, dili, dini görüşü de kimliği ve yaşamı için belirleyici unsurlar olabilir ancak LGBTİ+ hareketi bu farklılıklarımız açısından ne kadar kapsayıcıdır sorusunu sormak gerekiyor. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği unsurlarından bağımsız olarak bütün bu farklılıklardan arınmış, bu rafine olma halinin tek sebebi devletin LGBTİ+ hareketine yönelik sistematik saldırıları mıdır? Yoksa başka nedenleri var mıdır konuşmak gerekiyor.

Elbette neye nasıl tolerans gösterileceğinin çerçevesinin en başta çizilmesi gerekir. Burada bahsettiğim tolerans, Amerikan tipi geniş bir ifade özgürlüğünü temel almak olarak okunmamalı. Günümüz dünyasında ifadenin ne olduğu, bunun topluma nasıl ve hangi araçlarla ulaştığını, okuyucu/izleyicinin neye dönüştüğünü ve ifadelerin madun gruplar üzerinde yaratabileceği olumsuz durumları bütüncül bir şekilde ele almak gerekir. Liberal demokrasiyi savunan Karl Popper, tolerans paradoksu adını verdiği durumu tam da bu nedenle öne sürer. Toleranssızlara yani nefret söylemi yayanlara tolerans gösterilmemesi gerektiğini, basit bir şekilde ifade özgürlüğünün bu anlamda kısıtlanabileceğini söyler. Bunun dışında kalan diğer bütün ifadelerin ve düşüncelerin özgürce kendini var edebilmesi ve LGBTİ+ siyasetinin içinde tartışma konusu olması gerekiyor. Yukarıda bahsettiğim taviz veremeyeceğimiz değerlerin sayısının artması ve içeriye ve dışarıya uyguladığımız samimiyet testinin kapsamının genişlemesi ve bu sınavı geçemeyenlerin iptal edilmesi, bu çeşitliliğin filizlenmesini engelliyor ve toplumsal gerçeklikten kopuşu hızlandırıyor. Çok daha açık sorayım, kendine hem feminist hem de Müslümanım diyenler varken, çeyrek asırdır süregelen LGBTİ+ hareketi içerisinde neden hâlâ muhafazakâr LGBTİ+ örgütlenmeleri filizlenemedi? Oysa biliyoruz ki dini inancını hayatının merkezine koyan pek çok LGBTİ+ bu ülkede yaşıyor. Ya da oy tercihini ana muhalefet partisinden yana kullanan LGBTİ+’lar neden hâlâ kendilerini açıkça ifade etmekten endişe duyuyorlar? Bu sadece ana muhalefet partisi için de geçerli değil, LGBTİ+’lar bütün toplumsal gruplar gibi çok çeşitlidir ve oy tercihlerini pek çok siyasi parti yönünde kullanıyorlar. Neden o LGBTİ+’ları kendi partileriyle baş başa bırakıyoruz? Ya da kendini vatansever olarak gören LGBTİ+’lar neden ses çıkartmıyor? Dünyanın pek çok yerinde LGBTİ+’ların çeşitli nedenlere askerlik görevinden azade tutulmasına karşı olan, bunu eşitlikçi bir yerden savunan LGBTİ+ örgütlenmeleri var, neden bu Türkiye’de de yok? Liberal demokrasiden yana olan LGBTİ+’lar neden hareket içerisinde değil de dışında örgütleniyorlar? Beyaz yakalı LGBTİ+’lar neden örgütlenemiyorlar? Bu sorulara elbette kendimce yanıtlarım mevcut ancak tek başıma tek bir perspektiften yanıt vermem elbette tartışmayı verimli kılmayacaktır, bu yüzden bu soruların yanıtını hep beraber aramamız gerekiyor. Ancak şu bir gerçek ki, iktidarın başardığı toplumsal kutuplaşmadan kendini muhalif olarak tanımlayan gruplar azade değillerdir, hedeflediğimiz toplumsal değişime giden yolda bu kutupları eritmeye önce kendi saflarımızdan başlamamız gerekiyor.

Türkiye’deki iktidar otoriterleştikçe ve kutuplaştırıcı siyasetini devam ettirdikçe oy tercihini iktidar bloğundan yana kullanan destekçilerini de zamanla belli bir çizgiye oturtmuş oluyor. Aynı insan bedeninin iki ayağı gibi, söylemini sertleştiren iktidar bir bedenin sağ ayağıysa, sağ ayak bir öne adım attıkça arkasından da destekçileri geliyor, yani sol ayak da sağ ayağın yanına hizalanıyor. Bir şekilde otoriterleşmeyi destekleyen bir çoğunluk oluşuyor. Buna karşın da demokrasiden ve insan haklarından yana olan bir çoğunluğu oluşturmak, bu çoğunluğun bir koalisyonunu kurmak gerekiyor. Bu amaca giden yolda salt siyasi partiler yeterli olamayacaktır, elbette demokrasi ve insan haklarından yana olduğunu ifade eden bütün siyasi partiler bu sürecin paydaşıdır ancak sivil toplumun da bu çoğunluğu oluşturmak için çaba sarf etmesi gerekiyor. Habermas’ın de önerdiği şekliyle sivil toplum eleştirel düşüncenin yeninden üretilmesinde araç olarak kendini konumlandırabilir. (Habermas 52). Türkiye demokrasi ve insan hakları hareketinin vazgeçilmez bir parçası olan LGBTİ+ hareketi ve hareketin söylemine yön veren LGBTİ+ örgütleri ve hak savunucuları da demokrasi ve insan haklarından yana olan bu çoğunluğun oluşturulmasına katkı sunması, kendini bu çoğunluk içerisinde konumlandırması gerekiyor. Bu da şimdilik ancak LGBTİ+ toplumu ve diğer farklı toplumsal gruplarla müzakere ve diyalog alanını genişletilmesiyle mümkün olabilir gibi gözüküyor. Bu elbette sadece LGBTİ+ örgütlerinin sorumluluğu ya da tek başına yapabileceği bir şey değil. İfade ve örgütlenme özgürlüğü ihlallerine karşı LGBTİ+ hareketini diğer toplumsal hareketlerin desteklemesi önem kazanıyor. Günün sonunda bu ihlaller bir bütün olarak toplumu, toplumsal barışı hedef alıyor. Buna karşı en iyi cevap ısrarla ve inatla toplumsal ve kamusal alanlarda LGBTİ+ varlığını; bu alanların eşit öznesi olduğunu yinelemektir.

Kaynakça

1)  Habermas, Jürgen. “Yapısallığın Kamusal Dönüşümü”, İletişim Yay. İstanbul. Printed. 2018.

2)  Fraser, Nancy. “Rethinking the Public Sphere: A Contribution to the Critique of Actually Existing Democracy”, Social Text, No 25/26, pp. 56-80, Duke University Press. Printed. 1990

3)  Locke, John. “Tolerans Üstüne Bir Mektup”, Liberte Yay. Ankara. Printed. 2017.

Kaos GL dergisine ulaşın

Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin Diyalog dosya konulu 176. Sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: siyaset
İstihdam