03/10/2019 | Yazar: Özen B. Demir
Neyin “doğal” olduğu konusu, daima, cinsellik hakkındaki ahlâkî yargıların haklılaştırılmasında önemli bir rol oynar gibi görünmüştür.
Hemcinsiyle ilişkilenmenin mevcudiyet olasılığına ilişkin gayet “mantıksal” bir saptamanın “bilimsel olarak doğru” bir tıbbî kategoriye [yani eşcinsel pratiğin/bireyin tıp disiplini için meşru bilimsel nesnelere] dönüşme süreci, bir bakıma “farklı” olmayı bir tür mutlak ötekilik biçimi olarak inşa eder. Bu durum, “ırk” kavramının bilimsel inşası ile aynı kapıya çıkar ve bu anlamda bilimin siyasal ve toplumsal kullanımının analizinde homofobinin haddizatında ırkçılıkla ilintili olduğunu ortaya koyar. Anımsatmak gerekir ki, Fransız aşırı sağ siyasetçi ve Milliyetçi Cephe’nin kurucu lideri Jean-Marie Le Pen de, bir keresinde “Irkçı olmadığımı kanıtlamam için ne yapmam bekleniyor?” diye soruyordu ve sorusunu, “Siyahî bir kadınla evlensem ırkçı olmadığıma hükmedecekler mi ve hele ki bu kadının AIDS’li olması verilen hükümlerin kesinlik kazanmasına yetecek mi?” diyerek tamamlıyordu. Çözüm ise, açıktır ki, eşcinselliği bir nesne ve giydirilmiş bir öznellik olarak görmeyi bir kenara bırakmak ve eşcinseli bir özne olarak inşa etmeyi içeren [sözgelimi ‘gey hekimler’ gibi] değişikliklerden geçer.
Bunu söyler söylemez geçilmesi gereken bir ikaz vardır ve o da şudur: “LGBTİ+ sağlığı” başlığını oldukça meşgul etmiş bir numune olarak HIV/AIDS’e ilişkin yüksek enfeksiyon riskini imlemek için hayat sigortacılığı uygulamalarında yer verilen “gey meselesi/sorunu” tabiri, 2000’lerin ortalarında terk edilmeye başlandı. Giderek davranış [behaviour] veya tutum [conduct] temelli risk kriterleri dolaşıma girdi. Riskli cinsel yönelimler, riskli cinsel davranışlar ile ikâme edildi. Böylelikle hizmet sunucularının, müşterilerin cinsel yönelimlerine ilişkin ayrımcılığı yasa-dışı bir fiil olarak kodlanmış oldu. Yine de, sağlık ve sosyal güvenlik endüstrisinin enfeksiyon riski kavramsallaştırması, sütre gerisinden geyleri [bir tür içkinleşmiş risk atfıyla] odağına yerleştirmeye devam etti. Zira bu, sigortacılığın risk nosyonuna [gündelik hayatta onunla eşlenen] rasyonel-davranışçı bir sorumluluk veya “vekâlet” atamış olmasıyla, “progresif” bir yenilikten ziyade, esasında pratik güçlüklere cevaben getirilmiş pragmatik bir yenilikten farksızdı. Öyle ki sigortacılık miti, bir tür “rasyonel seçim modeli”ne yaslanarak örgütlenmişti. Bu, eşcinsel eşitliği arayışlarını ana-akımlaşmasıyla aynı tarihselliğe denk düştü ve eşcinsel topluluk da, yönetilmesi gereken riskin muhatabı olan kırılgan bir cemaatten ziyade, sigortacılık pazarında prim borcuna sadık ve potansiyel olarak kâr getirebileceği öngörülen [solvent ve profitable] tüketiciler grubu [‘pink pound’] olarak tayin edildi. Ayrımcılık daha yapısal ve zımnî [virtual] bir düzleme kaydırıldı; sözgelimi resmîlik kazanan eşcinsel evliliği ve “medenî” ilişkilenmeler ile “yüksek-riskli” sayılan ülkelerdeki göçmen popülasyonlar arasında bir ayrım gütmekteydi. Dahası, eşitlik ve görünürlük ajandasının bunca gündeme getirilmesiyle yahut bütün meselenin bu boyuta indirgenmesiyle, “hastalar” ile eşcinseller [ve esasında nominal ile reel olan] arasındaki gediği bir ölçüde büyüterek cinsel yolla bulaşan hastalıkların sağlıklı klinik yönetimini tehlikeye attı. O arada LGBTİ+’ların olanca çeşitliliğini de, heteroseksüel paydaşlardan ayırmakla yetinen monolitik bir bütünlüğe hapsetmiş oldu. Kültürel görünürlük, güçlenen yurttaşlık, siyasal içerilme ve ekonomik fırsatlar [eşitliği] sağanağı altında, çok geçmeden eşcinsel-dostu [gay-friendly] ethosu markalaştı ve mücadele birikimini de asimile ederek bir tür “yeni homonormativite”ye tercüme etti. Dolayısıyla mesele, daha queer veya radikal bir meydan okuma lehine, endüstriyel hamlelerin eleştirisi ve “riskin fiyatlandırılması”nın hedefe konması, geylerin veya eşcinsellerin çıkarlarının daha çok gündeme getirilmesi gibi dar kimlikçi arayışları türetti ve orada düğümlendi. Konuya ilişkin tartışmalar da görece teknik, ticarî ve aktüeryal [actuarial] terimlerle konuşulan bir zemine taşınmış oldu. Riske dayalı söylemin toplumsal inşası bir yandan ırkçılık ile homofobiyi bağlandığı ortak hegemonik merkezden ve birbirinden ayırırken, diğer yandan da cinselliğe ve yönelime ilişkin dışlayıcı hamlelerin, ardında fobik ticarî faaliyetler yatan teknokratik ayartı eliyle sislendirilmesine hizmet etti. Bu da, HIV’in cinsel politikasının [kimlik mücadelesinin ötesine taşan] potansiyel özgürleştirici [emancipatory] sonuçlar doğurmasının, sözgelişi HIV bulaş riskini kategorilerden arındırma [de-classifying] mücadelesinin, neoliberal kişiye-özel sosyoekonomi yahut bireysel risk/sağlık kavrayışıyla, kısacası piyasacı atomizasyon fenomeniyle sürekli sınanmasına yol açtı.
Unutmayalım ki HIV ve AIDS, salt bir “cinsel yolla bulaşan hastalık” [CYBH] antitesinden ibaret değildir. Adlı adınca, günümüzdeki karşılıklarıyla bir sifiliz [frengi], hepatit B, genital kondilom [siğil, HPV] veya da gonore [belsoğukluğu] gibi değildir. Simgesel art-alanı oldukça yoğundur. Yedeğinde anormalliğin ve anomalinin bir sentezini barındırması, onun girift sorunsallığını teşkil etmektedir belki de. Takdir edilir ki “Hepatit-B taşıyıcısıyım” demekle, “HIV taşıyıcısıyım” demek, diyebilmek, aynı tona da, yankıya da, kolaylığa da sahip olmaz. Yine, RNA parçası taşıyan birer retrovirüs olmalarından ötürü HIV’in türdeşi de olan HTLV gibi [Human T-cell Lymphotropic Virus] onkojenik [kanser oluşumunu tetikleyen] virüslerden de farklı bir yere koymak gerekir. Benzer şekilde, SCID gibi oldukça dramatik tablolardan da... Dahası, bugün hâlen, hastanelerdeki kan bankalarının veya Kızılay’ın kan bağışı için donörlerden doldurmasını talep ettiği bilgi formlarındaki o sakil “Bugüne kadar homoseksüel biriyle, son 1 yıl içinde yabancı uyruklu biriyle cinsel ilişkide bulundunuz mu?” sorusuyla kastedilen şey, HIV’den başkası değildir. Nitekim yine, anımsanacak olursa, Kızılay Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar, eşcinsellerin Kızılay’a “kan veremediğini, ancak alabildiğini” açıklamıştı [Aralık 2014]. Tepkiler ve protestoların ardından açıklamalarda bulunmuş ve “bilimsel gerçeklik” adına tutumunda ısrar ettiğini vurgulamıştı. Ne olursa olsun, gerekçelendirmek üzere yaptığı her açıklamada, söz bir şekilde döne dolaşa HIV’e gelecekti...
Şöyle açımlayabiliriz: HIV/AIDS ve bilumum CYBH’ların sırf belirli bir “marjinal” gruba ait olmadığı yaygın kabul görüyor olsa bile, riskli davranışlarla karşılaşma oranları [sıklığı] bakımından eşcinsel popülasyonun önemi yadsınamaz. Öyle ki, erkek hemcinsel temasta [anal/perianal bölgenin mukozası, mikrobiyotik florası, mukosilier klirens özellikleri ve viral penetrans için elverişli olması gibi ‘infektivite’ faktörleri nedeniyle] 27 kat fazla risk olduğu kaydedilmektedir. Korunmasız ilişki ve partner fazlalığı gibi [varsa] değişkenler de eklenecek olursa, bu risk katlanarak çoğalacaktır. Gelgelelim bu [yani ‘hemcins cinsellik’], kendi başına eşcinsellik anlamına gelmez. Aksine, şu söylenmelidir: HIV bulaşının, “risk grupları” veya “kırılgan” ve savunmasız [vulnerable] gruplar olarak adlandırılan ve toplumsal imtiyazlar açısından “dezavantajlı” kitlenin bir üyesi olmak ile, yani eşcinsellik doğal-durumuyla doğrusal bir bağıntısı olmadığı, enfeksiyon açısından riskli davranışlarda bulunmanın bir sonucu olduğu kabul edilmelidir. Kaldı ki ana-akım tıbbın, pek çok hastalık antitesinde risk gruplarına [çocuklar, yaşlılar, gebeler gibi] karşı aşinası olunan müşfik koruyucu-önleyici yaklaşımları, HIV söz konusu olduğunda başka bir boyuta geçmektedir. Olumsuzlayıcı ve dışlayıcı bir tutumla, dahası “psikoseksüel pedagoji” münazaraları eşliğinde sorumluluğun bireye devredilmesini kolaylaştıran ahlâki-preskriptif (kural koyucu) bir söylem devreye sokulmaktadır. Bu cambazca tutumun ardında, söz konusu yatkınlıklar anlatısının da yardımıyla, “Eşcinseller [veya LGBTİ+’lar] buna layıktır veya -iyi ihtimalle- mahkûmdur,” anlayışının yattığını söylemek, abartılı olmaz. 1980’ler ve sonrasındaki Amerikan yeni-sağcılığı da, bu ayrımcı sistematiği iştahla beslemiş, üzerine tüy dikmiştir elbette. LGBTİ+ yaşam tarzları, fundamentalistler ve dirsek teması içinde oldukları sağ siyaset tarafından aile ideolojisine ve dine dayalı toplumsal değer sistemlerine [giderek ulusal güvenliğe] karşı açıkça bir tehdit olarak algılanmıştır. Nitekim zamanının Ulusal Eczacılık Akademisi başkanı Prof. Albert German, 1991 yılında, Fransız Eczacılar Birliği’nin periyodik bültenindeki [sayı 333, s. 163-166] köşesinde, şunları yazmakta beis görmeyecekti: “Bu virüs [HIV] üreme fizyolojisini kokuşmuş zevklerine alet edenlere saldırma zekâsını göstermiştir. [...] Doğal da olsa, ahlâka aykırı olan her şeyin yüceltildiği bu devirde virüs, nereyi hedef alacağını bilmekteydi.” Bu da, LGBTİ+’ların, zaten mukadder olduğu vazedilen bir anomiye saplanarak, yani ücretli emek çarkının dışına ve toplumsal tabakalaşmanın da en altına doğru itilerek sonsuz bir kayboluşa sürgün edilmelerinin [ostracism], kısacası topluma eklemlenmekten men edilmiş “işe yaramaz aşağılık özneler” olarak lanetlenmelerinin bir gerekçelendirme enstrümanına dönüşmüştür. Bunun kendisi ise, o tarihsel “günah-suç-hastalık” silsilesinin âhir zamanlardaki inceltilmiş bir sureti olarak okunabilir. Zira simgesel istilâ denilen şeyle kastedilen de, öyle katıksız alenî düşmanlığı, çıplak ve asimetrik şiddeti gerektirmeyen bir yeni tahakküm rejimidir. Şiddetin yapısallaşmasıdır.
Bütün bu “sofistike” ahvâlde ise, belli ki homofobik [ve/veya transfobik, bifobik] olmamak, bir cinsel politikayı imlediği ölçüde, eşcinsellikle [bu doğal durumun değişmeyeceğiyle ve çeşitliliklerle] barışarak yol alınmasını sağlamak anlamından bir fazlasını imâ ediyor. Lobektomi/lobotomi, dağlama, hipnoterapi, histerektomi, psikanaliz, röntgen ışınları, testis nakli, elektroşok, apomorfinle kusturma, onarım terapisi gibi şeditçe “ıslah etme” yaklaşımlarının büyük oranda ortadan kalkmış olması, meselesinin müşkül tabiatını ortadan kaldırmıyor. Çok daha derinlere uzanan bir tavır örüntüsü olarak sorunsallaştırılması gerekiyor belki de. Öyle ki, ortalama eşcinsel öznenin bizzat kendisinden korkmasına veya iğrenmesine dek varan bir simgesel istilâ bu. Hele ki olumlayıcı bir “sağlık”tan söz ediliyorsa, besbelli ki bir adım daha atılması, derinleşilmesi gerekiyor. Şöyle ki, eşcinselliğin bilimsel [biyolojik/genetik] arenada “doğal” bir olgu pâyesini elde etmesi, hem eşcinselleri ve gey-lezbiyen aktivizmini, ve fakat hem de eşcinselliğin uzun vadede yok olmasını dileyen ve cinsel yönelimin doğum-öncesi [prenatal] tespiti gibi nispeten rafine bir öjeni politikanın izlenebileceğini düşünenler için tatminkâr sonuçlar doğurmuştur. Öyle ki, açık konuşmak gerekirse, Karl Heinrich Ulrichs’le birlikte tarihsel anlamda ilk eşcinsel hareketinin öncü aktörlerinden olan Magnus Hirschfeld gibi isimler [bile], teorik çerçevesi eşcinselliği ya bireylerin ıslah/tedavi edilmesi ile ya da öjenik yöntemlerle “ortadan kaldırmak” isteyen doktorlarınkinden pek farklı olmayan tıbbî bir söylem düzeninin taşıyıcısıdırlar. Yine unutmayalım ki, günümüzde sinirbilimci Simon LeVay’in [d. 1943] geylerin hipotalamusu üzerine yaptığı çalışmalar, cinsel yönelimin [sexual orientation] beyindeki yeri teorisinin, eşcinselliğin “doğal” özelliğini ispat etmek için [üstelik de kamusal görünürlüğü olan] bir eşcinsel araştırmacı tarafından tekrar gündeme getirilmesi, 19. yüzyılın psikiyatrik söylem düzeninin ne kadar uzun ömürlü olabildiğini göstermesi bakımından ilginçtir.
Evet, eşcinselliğin bilimin konusu olarak “aklanması”, referans olarak doğaya dönmeyi -kaçınılmaz biçimde- gerektiriyordu. Bu bakımdan denebilir ki, neyin doğal olduğu konusu, daima, cinsellik hakkındaki ahlâkî yargıların haklılaştırılmasında önemli bir rol oynar gibi görünmüştür. Böylelikle, bir tür olarak, insan erkeğinin ve dişisinin istikrarlı bir bağ oluşturmasının doğal olduğu anlamında iddialar gündeme gelir. İnsanlar sık sık cinsel ilişkinin doğal amacının döllenme [çiftleşme] olduğunu ve döllenme ile neticelenmeyen her ilişki veya edimin ahlâkî olarak yanlış olduğunu iddia ederler. Yanlış-doğru cetveli, bir tür doğallık atfı üzerinden kurulur ve buradan, bütün bir cinsel pratikler skalasına uygulanabilecek bir sapkınlık nosyonu türetilir. Eşcinsellik de, işte tam da doğal olmadığı için yanlış görülür; zira takdir edilir ki, eşcinsel ilişki karşı cinsle girilen ilişkide olduğu gibi “biyolojik üreme işlevi”ni yerine getirememektedir.
Bu bağlamda, cinsel ilişkilerin [etkinliğin] belli pratiklerinin ya da örneklerinin yanlış olduğu görüşünü savunmaya çalışan argümanlarla ilgili olarak tartışılması gereken iki iddia vardır: İlkin, bazı cinsel ilişkilerin doğal, bazılarının ise doğal olmadığı iddiası vardır. Ardından, insan yetilerinin doğal amaçlar yerine başka amaçlar için kullanılmasında olduğu gibi, doğal olmayan her şeyi ahlâkî olarak değilleyen bir yaklaşım gelir. Bu iddianın savunulabilir bir iddia olabilmesi için “doğal” teriminin açık ve seçik bir anlamının verilmesi zorunludur. Neyin “doğal” çevre [doğa durumu] sayılacağına karar verme sorunsalı, neyin “doğal” cinsel davranış olduğu karar vermenin güçlüğünü gösterir. Dahası, “doğal” cinsel davranışla neyi kastettiğimizi belirleyebilecek durumda olsak bile, bu “doğal” cinsel davranışın ahlâkî bakımdan “doğal olmayan” cinsel davranışa göre neden tercih edileceğini göstermek gibi daha ileri ve daha büyük bir sorunla yüz yüze geliriz.
Bununla beraber biyoloji, ahlâkî bakımdan neyin yanlış, neyin doğru olduğunu tayin edemez; zira totolojiden öteye geçemez. Nitekim insan söz konusu olduğunda, cinselliğin döllenme amaçlı bir şey olduğu iddia edildiğinde, bu iddia yalnızca cinsel ilişkinin, insanın bir tür olarak, hayatta kalması ve çoğalmasını nasıl sağladığını açıklamaya hizmet eder. Böylesi bir iddiadan cinsel ilişkilerin yalnızca döllenme amacıyla olması sonucu çıkmadığı gibi, cinsel ilişkinin [biyolojik] amacı engellendiğinde bile, başka bazı amaçlarla cinsel ilişkide bulunmanın yanlış olduğu sonucu da çıkmaz. Bir başka ifadeyle, ahlâkî değerler biyoloji üzerinden okunamaz. Diğer taraftan, siyasal teknolojilerin, özünde siyasal bir problem olan şeyleri alarak, onu siyasal söylemin alanından çıkarıp bilimin “objektif” dili içerisinde yeniden-düzenleme yoluyla ilerleyip derinleştiği gerçeğinin göz önünde bulundurulması, hele hele “sağ popülist” ahvâl için, yani iktidarlarını idame ettirmekten başka hiçbir güdüsü olmayan kışkırtıcı demagog aktörler çağı için, entelektüel bir zorunluluktur.
Dipnotlar
1 Le Pen’in Milliyetçi
Cephe’sinin o talihsiz ırkçı tutumlarına [AIDS için Afrika’daki eski
kolonilerden gelen göçmenleri suçlamak ve HIV-pozitif tanısı alan herkesin özel
sanatoryumlarda karantina/tecrit altına alınması gerektiğini savunmak] paralel
şekilde, yine Fransa’da, Aryen erkeklik idealini benimseyen neo-faşist eğilimli
eşcinsel hareketi Gaie France, Araplar ve Afrikalılar ile ilişki kurmaktan kaçınmanın,
HIV/AIDS’ten korunmanın başlıca yolu olduğunu vazediyordu. – Şuradan: H.
Turhanlı, ‘Batı, AIDS ve Metaforlar’, Bir Erdem Olarak Sapkınlık içinde,
İstanbul: Çiviyazıları, 2000; s. 83-86.
2 Bkz. Pierre-Olivier de Busscher, ‘Tıp’, Homofobi Sözlüğü içinde, 2018; s. 393-94.
3 Birleşik Krallık özelinde bu çatışmayı
Statement of Best Practice on HIV and Insurance gibi yeni yasal düzenekler ile
sözleşmeler, tıbbî kayıtlar ve yurttaşlık sorunsalı üzerinden okuyan oldukça
değerli bir metin şuradadır: Neil Cobb, ‘Queer[ed] Risks: Life Insurance,
HIV/AIDS, and the Gay Question’, Journal of Law and Society, 37/4,
2010; s. 620-650.
4 Ne olursa olsun, şunu sıkı
sıkıya kaydetmeli: HPV, HIV, gonore, frengi [hepatit B ve C de eklenebilir]
gibi tabloların ortak kesiri cinselliktir. Ortakduyuda biri diğerini
çağrıştırır. Nitekim ne ilginçtir ki, Mayıs 2018’den bir habere [The Guardian]
göre Bill Gates, ismiyle anılan vakıfta yaptığı bir konuşmada, ABD başkanı
Donald Trump’la aralarında geçen bir diyalogu aktarıyordu: “Her iki
buluşmamızda da bana HIV ile HPV’nin arasında bir fark olup olmadığını sordu.
Ben de kendisine bu iki virüsün birbiriyle nadiren karıştırıldığını anlattım.”
Diğer taraftan, haber metninde aktarıldığı şekliyle, Birleşik Krallık Ulusal
Sağlık Hizmetleri web sitesine göre bu soru, “ilgililere en çok yönlendirilen
sorular arasında”dır.
5 Nitekim kronik Hepatit B,
kronik Hepatit C ve HIV enfeksiyonu olgularında stigmatizasyon algılarını
karşılaştırılan Türkiye merkezli bir çalışmada, HIV enfeksiyonu grubunda söz
konusu algının anlamlı şekilde fazla saptandığı kaydediliyordu. Dr. C. H.
Hekimoğlu ile Dr. F. Kaptan’ın makalesine bakılabilir: Klimik [Türkiye Klinik
Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği] Dergisi, 27/2, 2014; s.
69-72. Dahası, biyomedikal literatürde, farklı coğrafyalardaki örneklemler
özelinde, stigmanın etkileri açısından kanser hastaları ile HIV/AIDS
hastalarını karşılaştıran ve HIV/AIDS hastalarının görece daha fazla stigmatizasyona
maruz kaldıklarını saptayan çok sayıda çalışmaya rastlamak olasıdır. Bir örneği
için bkz. B. L. Fife ve E. R. Wright, ‘The Dimensionality of Stigma: A
Comparison of its Impact on the Self of Persons with HIV/AIDS and Cancer’, Journal
of Health Social Behavior, 41/1, 2000; s. 50-67. Yine, Journal of Social
Aspects of HIV/AIDS gibi dergilerde de aynı izlekte bol miktarda çalışma ile
karşılaşılabilir.
6 Kabaca yüz bin doğumda bir
görülen ve yirminci kromozomda bulunan bir genin “okunma” kusurundan
kaynaklanan “ağır kombine bağışıklık yetmezliği” [severe combined
immunodeficiency; SCID], çok geniş bir genetik arkaplana yayılsa da, klinik
açıdan [bağışıklıktan sorumlu] bütün beyaz kan hücrelerinin âniden ölmesine
dayanır ve bu hastalıkla yaşayan çocuklar, David Vetter meşhur örneğinde olduğu
gibi steril ve korunaklı bir fanusta/çevrede tutulmadıkça ya da doku uyumu
bulunan bir yakınından kendisine kemik iliği nakli yapılmadıkça, kısa sürede
hayatını yitirir. İdame tedavisi ise, sığırlardan elde edilerek saflaştırılmış
[‘adenozin deaminaz’ isimli] bir proteinin hastaya verilmesidir [PEG-ADA
tedavisi].
7 AIDS özelinde, risk
kategorilerinin paradoksal ekonomisini inceleyen ve kadınlar ile
çocukların/bebeklerin neden risk kategorileri olarak kabul edilmediği sorusuna
yanıt arayan enfes bir söylemsel analiz için bkz. Alex Preda, AIDS, Rhetoric
and Medical Knowledge, Cambridge University Press, 2005; s. 67-112. Yazara göre
bu durum, AIDS’in görünüşte “müphem-olmayan, oldukça net ve evrensel”
anlamlandır[ıl]masının, “risk” olarak değerlendirilene bağlı olarak çeşitli
özel bağlamlarda nasıl da alt anlamlara parçalanarak ayrışabildiğini
göstermektedir.
8 Pratiğin aksine,
teorik/akademik uğraşlar ayrı bir kompartmandan konuşur. Risk faktörlerinin ve yaralanabilirliğin
[vulnerability] şekillendiği istikâmetler ile bunların çözüm sürecindeki
etkilerine ilişkin PubMed [ncbi.nlm.nih.gov/pubmed] isimli
meşhur biyomedikal bilimler veritabanında detaylı bir soruşturma yapılacak
olursa, bunun, kendilerini kadın/erkek eşcinsel veya biseksüel olarak
tanımlayanlar ile translar özelindeki yankılarına, özel olarak da psikososyal
zorlantı [distress], toplumsal çevre veya sosyoekonomik statü, evsizlik [homelessness],
şiddet maruziyeti [violence exposure], cinsel ve fiziksel istismar [abuse veya victimization],
intihar girişimleri [suicide attempts], kendini yaralama [self mutilasyon; non-suicidal
self-injury], zorbalık [bullying], evsizlik [homelessness], ergenlik [adolescence],
ilk cinsel ilişki yaşı, madde kullanımı/suistimali [drug use, substance abuse],
ırksal/etnik farklılıklar [gibi anahtar sözcüklerin ifade ettiği şeyler] ile
nedensel ilintileri üzerine bir dizi akademik çalışma olduğu göze çarpar. Buradan,
HIV/AIDS yatkınlığına ilişkin bir prediktör faktörler örüntüsü devşirilmeye
çalışılır. Ne olursa olsun, belli popülasyonlar için cinsel sağlık [özellikle
HIV] girişimlerinin hem cinsiyete hem de cinsel yönelime özgü olarak
uyarlanması [customizing, tailoring] ve bir “eşcinsel duyarlılığı” barındırması
gerektiği şeklindeki klasik neticenin altı çizilir; sorumlulara, eğitimcilere
ve hizmet sağlayıcılara çağrıda bulunulur. İlgili literatürde bu bakımdan öne
çıkarılabilecek nitelikli çalışmaların en yetkini ise şudur: B. D. Marshall ve
diğ., ‘Pathways to HIV Risk and Vulnerability...’, BMC Public Health,
2011, 11/20. Ne ki, bütün bu çabalar, belki de tüm kanonik akademik metinler
gibi, günceli ıskalayarak ‘nomos’a dikkat kesilen bir ideal anlatıdan ibarettir.
9 Eşcinselliğin ve hemcins
çiftleşmenin [same-sex couplings] “doğal” bir şey oluşunun tam da doğalcı [naturalist]
ve bilimsel açıdan temellendirildiği iki klasik oylumlu metin için bkz. Bruce
Bagemihl, Biological Exuberance: Animal Homosexuality and Natural Diversity,
New York: St Martin’s Press, 1999; Joan Roughgarden, Evolution’s Rainbow:
Diversity, Gender and Sexuality in Nature and People, University of California
Press, 2004.
10 Hepsi de birer bilimsel
zırvalık örneği olan bu gibi girişimlere ilişkin kısa bir tarihsel özet için
Türkçede bkz. J. Corraze, ‘Tıbbî Tedaviye İlişkin Tutumlar: Tıbbî ve Cerrahî
Girişimler ile Psikoterapötik Girişimler’, Eşcinsellik içinde, çev. İ.
Yakupoğlu, İstanbul: İletişim, 1990; s. 90-100.
11 “Utanç verici hastalık olarak
AIDS”, damgalanma ve “out of place” olma çelişik pozisyonu, “utancın çocukları”
olarak geyler ve lezbiyenler, bir özdeşleşim sonucu “ötekideki kendinden
nefret” olarak ortaya çıkan “kendindeki ötekiden korku olarak içselleştirilmiş
homofobi”, baskının politik sonucu olarak “durumsal ve varoluşsal” utanç,
varoluşsal utancın bedenselliği, giderek sahiplenilmiş “onurlu utanç” ve “pride”
silsilesine dair berrak bir tarihsel değerlendirme için bkz. Sébastien Chauvin,
‘Utanç’, Homofobi Sözlüğü içinde, der. Louis-Georges Tin, çev. M. Tezkan ve O.
Urun, İstanbul: Sel, 2018; s. 399-402. Yine, psikolojik antropoloji
penceresinden, AIDS ile açığa çıkan homofobi, ayrımcılık [discrimination],
kurbanı suçlama [blaming-the-victim], utanç [shame], suçluluk [guilt] ve “sapıklık”
[perversion] üzerine, E. Goffman’ın 1963’te literatüre soktuğu “stigma”sı ile
Jules Henry’nin 1973’te ortaya attığı “sham” kavramsallaştırmasını dolayımlayan
ilişkisel ve toparlayıcı bir okuma için bkz. Norris G. Lang, ‘Sex,
Politics, and Guilt: A Study of Homophobia and the AIDS Phenomenon’, Culture
and AIDS içinde, ed. D. A. Feldman, New York: Praeger Pub., 1990; s. 169-182.
12 Konuyla ilgili oldukça
popüler makalesi için bkz. ‘A Difference in Hypothalamic Structure between
Heterosexual and Homosexual Men’, Science, 253/5023, 1991; s. 1034-1037. LeVay,
bir hipotalamik çekirdeğin, eşcinsel erkeklerde, kadın ve erkek boyutlarının
arasında bir boyuta sahip olduğunu ve heteroseksüel erkeklerdeki büyüklüğünün
ise, eşcinsel erkek ve heteroseksüel kadınlarınkinin iki katı kadar olduğunu
saptıyordu. Merak edilirse, söz konusu çekirdek, ön hipotalamustaki üçüncü
interstisyel çekirdektir [INAH3; yahut cinsiyetler-arası dimorfik çekirdek, Sexually
Dimorphic Nucleus, SDN]. LeVay, verimlerini şurada derlemişti: Gay, Straight,
and the Reason Why: The Science of Sexual Orientation, Oxford University Press,
2011/2016.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: sağlık hakkı