13/01/2011 | Yazar: Mahmut Şefik Nil
Hasbiye Günaçtı kaosgl.org’da yayınlanan “Bursa’da Erkeklik LGBTT’leri Linç Etmek İstedi” başlıklı yazısında o an düşünemediği ama sonradan fark ettiği bir görüntüyü şöyle aktarıyor: “4 yıl 4 ay sonra baktığımda, bizi “yok etmeye” ve bize “zarar vermeye” yönelen güruhların içinde, kadın görmediğimi fark ediyorum.”
Bu ilginç gözlem üzerine hafızamı tarıyorum. Televizyonlardan ya da tarihten kalma fotoğraflardaki görsellerde hakikaten de erkekleri ciddi bir oranda çoğunluk olarak anımsıyorum. “6-7 eylül azınlıkları linç” girişimine ait utanç verici resimlerde bile tek tük kadınlar da var. Ama gene erkekler dikkat çekici oranda çoğunlukta.
Linç girişimi, egemen bir grubun onaylamadığı bir özellik nedeniyle bir ya da birden daha fazla kişiye karşı giriştiği parçalama eylemidir. Linç girişimcilerinin hedefi istenmeyen bir durumu ortadan kaldırmak için o duruma neden olan kişileri ortadan kaldırmaktır.
Tarih utanç veren birçok linç girişimleri ile doludur. Kimisi, toplumun hala üzerinde ittifak ettiği sübyancılık, tecavüz, hırsızlık gibi gerekçelerle, kimisi ise egemen sınıfın kendi adına organize ettirdiği ve gerekçesi sonradan anlaşılan, 6-7 eylül, Maraş, Sivas, Dersim gibi linç vakalarıdır.
Linç vakalarında çoğunlukla erkeklerin yer alma nedenleri erkek egemen bir dünyada yaşıyor oluşumuzla açıklanabilir. Ancak bu ifade göründüğü gibi değildir. Yani ‘saldırgan olmak’ sadece ‘egemen olmak’la açıklanabilen bir konu değildir.
Bir psikolog olan Daniel Goleman*, “Sosyal Zeka” adlı kitabında, insan beyninin şu anda bile yaşadıklarını kaydettiğini ve yaşantılarının beyindeki nöron ağını değiştirdiğini ifade eder. Bu ifade bize kadın ve erkek beyni arasındaki farkların neden ve nasıl ortaya çıktığını anlamız için bir fırsat sunar. Bu fark oldukça önemlidir çünkü beynin yapısı ve çalışma şekli doğal olarak kadınlar ve erkeklerin dış dünyadan algıladıkları bilgiye nasıl tepkiler vereceklerini belirler. Dolayısı ile bu işleyişin anlaşılması “Neden erkekler linç sahnelerinde çok yüksek oranda etkindir?” sorusunu anlamamıza yardımcı olur.
Önce kadın ve erkek beyinleri arasındaki farklara bakalım. Dünyada birçok araştırmacının ülkemizde ise –bildiğim kadarı ile- Prof. Dr. Alemdar Yalçın’ın** bulgularına göre: Kadınlar eylemlerinde ağırlıklı olarak sağ beyinlerini kullanırlarken, erkekler ağırlıklı olarak sol beyinlerini kullanırlar.
Sağ beyin ve sol beyin dış dünyadan algılanan bilgiyi farklı şekillerde işlerler. Birbirlerine zıt ama birbirlerini tamamlayan çalışma şekillerine sahiptirler***.
Sağ beyin olayları bütün olarak algılar yani bütünleştirici, oldukça sezgisel ve resimlerle düşünen bir işleyişe sahiptir. Bu nedenle sağ beynin daha etkin olduğu rüyalarda yazı, rakam ve konuşma gibi sol beyine ait aktiviteler yerine görüntü, eylem ve renkler daha çok bulunur. Yaratıcılık, yargılamaktan kaçınma gibi yenileştirici ve birleştirici aktiviteler sağ beynin sistemleridir. Sağ beyin lobu, “Dişil Beyin” olarak adlandırılır.
Sol beyin ise ayrıştırıcıdır. Yani analitiktir. Bir olayla karşılaştığında neden-sonuç ilişkilerini algılar. O nedenle matematik ve konuşma gibi fonksiyonları sol beyin yerine getirir. Prof. Dr. Alemdar Yalçın’ın araştırmasında ulaştığı ilginç bir bulgu da “tutuculuk” eğiliminin bir sol beyin aktivitesi olduğudur. Yani sol beyin bir detaya takılıp bütünü kaybedebilme özelliğine sahiptir. Sol beyin lobu, “Eril Beyin” olarak adlandırılır.
Her iki beyin lobu yaşamdaki sorunlarla karşılaştığında çözüm için stratejiler geliştirirken kendi yöntemlerini kullanma eğilimindedirler. Eğitim sitemimiz, ‘+1’ ile ‘-1’in toplamını sıfır olarak kodladığı ancak sıfırın yeni bir değer olduğunu bizlere aktarmadığı için yaşadığımız evrendeki oluşumlara kör bir algıya sahibiz. Bize kalırsa zıtlar birbirini yok eder. Bu nedenle zıtlarımızı “öteki” olarak algılar ve yok etmeye çalışarak var kalmayı seçeriz. Oysa evrensel döngüye bakılırsa gece ve gündüz bir araya gelerek “bir gün” kavramını yaratırlar.
Tıp Doktoru Joseph Bogen, iki beyin lobu zıtlığını çok bütünleştirici bir şekilde açıklar: “İki beyine sahip olmak, insanı dünya üzerideki en yaratıcı canlı kılmıştır. Zira her türlü sorunu iki değişik şekilde çözme imkânımız vardır. Bu aynı zamanda kendi içimizde çatışmalar yaşamamızı da kaçınılmaz hale getirmektedir.”1
Sol beyin stratejileri neden-sonuç ilişkileri üzerine dayalı olduğu için hedefe odaklıdır ancak odaklandığı hedefin yol açacağı sonuçları aynı strateji ile çözme eğiliminde olduğu için sürekli olarak çıkan yeni sorunlarla uğraşır. Çünkü olayı bir bütün olarak algılama kabiliyeti yoktur. Örneğin “Travestiler fuhuş yapıyor, onları ortadan kaldırırsam fuhuşu engellemiş olurum.” ya da “Seçimlerde oy toplamak istiyorum o zaman sorun olan yasaları değiştirme sözü veririm.”
Oysa sağ beyin stratejileri sonuçların neden olduğu sonuçlar zincirini de algılar ve bu bütünlüğe dayalı eylemlerde bulunur. Örneğin “Anadilde eğitimi ya da başörtülülerin eğitimini yasaklarsam eğitimsiz bir grup insan yaratmış olurum. Bu ise toplumun tümü için dezavantajlar yaratır.” ya da “Türklüğümüzü korumak için azınlıkları linç edersek uzun vadede Türklere düşman yaratmış oluruz ve bu ileride Türklerin linç edilmesi ile sonuçlanır” gibi…
Erkeklerin sol beyinlerini, kadınların ise sağ beyinlerini kullanma eğiliminde olduğunu söylemiştik. Bunun bir diğer anlamı erkek olduğu halde sağ beyni ile, kadın olduğu halde sol beyni ile stratejiler geliştiren insanların da olacağıdır.
Örneğin Gandhi’nin barışçıl ama etkin eylemselliği sağ beyin stratejililerinin baskın olduğu bir yoldur. Gandhi’nin meşhur göz olayı, sağ beynin nasıl işlediğini anlamamız için oldukça önemlidir. Oğlunun gözleri bir Müslüman tarafından kör edilen adam, kendisinin de bir Müslüman’ın oğlunun gözünü kör etmek istediğini söylediğinde Gandhi’nin yanıtı, bu durumda dünyadaki kör insan sayısının bir kişi daha artacağı olmuştur.
Bu geniş kapsamlı algı, birbirlerinin gözünü oyarak devam eden insanlardan oluşan bir dünyanın, sonunda kör olmayan insan kalmayacağı bir dünya olduğunu ve bu durumun da kimsenin lehine olmayacağını kavramış bir algı sistemi olduğundan sağ beyine ait bir işleyiştir.
Oysa, Taksim’de dolanıp mendil satan çocukları göremeyip, ‘sadece ve şu an’ elinde tuttuğu yasal yetkiye dayanarak “Biz, (eşcinsel diyemediği için) farklı aileler kavramını kabul etmiyoruz.” dediğinde onların “Haaa! Bizi kabul etmiyorlarmış. Sevgilimden ayrılayım da gideyim de karşı cinsten biri ile aile olayım.” diyeceğini düşünür gibi hareket eden zihniyetin tutumu tamamı ile sol beyin stratejilerine dayalı bir yöntemdir.
Çünkü oldukça dar kapsamlı ve bütünü görmekten uzak bu algı sistemi, neden sonuç ilişkisine odaklıdır. Dolayısı ile bir toplumun tüm üyelerini kapsayacak stratejiler üretebilme becerisinde acemidir. “Olması gereken toplumsal düzeni korumak için geliştirdiği” stratejinin, “çöpü halının altına süpürerek temizlik yapma” anlayışı olduğunu kavramadığı için aynı tutumda devam ederek yeni bir çözüm getirmiş gibi benzer stratejileri sergilemeye devam etmekten başka bir yolu yoktur.
Linç etme eğilimlerimizi evcilleştirecek güçlerimiz de paradoksal olarak kendi içimizdedir. Sağ beyinlerimizin etkin olarak katıldığı empati kurabilme yeteneklerimiz sayesinde birini linç ederken aslında kendi kişiliğimizde bir yeri de linç ettiğimizi söyleyebiliriz. Çünkü biz istesek de istemesek de beyinlerimiz kendi yöntemleri ile çalışmaya devam ederler. Ve adlandıralım ya da adlandırmayalım birine bir kötülük ettiğimizde empati ile çalışan sağ beynimiz tam da vurduğumuz kişinin yerine kendini koyarak vurduğumuz şiddette acı çekmemizi sağlar.
Kızılderililerin “Bir kişiye tokat attığında kendi canını yaktığın kadar onun canını yakabilirsin” sözünü akla getiren bu sistemi en iyi analiz edenlerden biri de Alman Psikanalist Arno Gruen’dir.
Gruen, Çitlenbik Yayınları tarafından basılan “Empatinin Yitimi” adlı kitabında özetle modern dünyanın asıl hastalığının empati duygusunu yitirerek zalimleşmek olduğunu söyler. İlginç bir tespiti de vardır: Bir başkası ile empati kurma becerisi azalan ve sonunda kaybolan insanların, kendi duyguları ile de empati kurma kabiliyetlerini kaybettiklerini söyler. Doğal olarak sonucun, yaşadığı duygusal acıyı adlandırmayan ama acı içinde olan bir yapıya evrildiğini ve bu yapının bir başkasına acı çektirdiğini ifade eder.
Güncel dünyamıza baktığımızda onun bu formülasyonu kurarken neleri gözlemlediğini kolaylıkla görebiliyoruz. Örneğin yasal düzeneklerimiz kamu güvenliği ya da düzeni adı altında bireylerine karşı empatisiz ve dolayısı ile adaletsiz birçok alt sisteme sahiptir. Sol beyinli yasaların en iyi niyetli çabaları bile paradoksal olarak yeni mağdurlar üretir: Örneğin “mağduru korumak” için haksızlık yapanı cezalandırır. Böylece yeni bir mağdur ve suçlu kimliği yaratır.
Sağ beyinli yasalarımız olabilseydi nasıl bir dünyada yaşıyor olabilirdik bilmiyoruz2. Ama bizlerin her ihtiyacını karşılayacak kadar bolluk içinde olan gezegenimizle daha gerçekçi ilişkiler kurabilirdik. Son kitabı “Ekolojik Zekayı” bu konuya ayıran Goleman aslında bizlerin sadece kendi türdeşlerini değil doğayı da linç eden kodlara sahip bir tür olduğumuzu vurguluyor.
Tarihsel sürece bakarsak dünyamız kadın egemen bir evre geçirmiş olsa bile erkek egemen bir yapıya evrilmiştir. Bu sürecin nasıl gerçekleştiğine dair kesin kanıtlar yoktur ancak ara boşlukları doldurmak için geliştirilmiş olan neden-sonuç ilişkisine dayalı öneriler vardır. Bu çok mu önemlidir? Belki… Ama Goleman kitabında, yaşanan tarihsel sürecin kültürleri ürettiğini, kültürlerdeki anlayışların insan beynini şekillendirdiğini ve genetik kanallarla aktarıldığını, kalıtsal olarak aktarılan beynin ise “şu an” var olan dünyayı yarattığını ifade eder.
Baktığımızda bir yandan bizi umutsuzlaştıran bu ifade diğer yandan da eğer sağ beyinlerimize izin verirsek yeni sistemler geliştirip bunu uzun vadede evrimlerimize ve gelecek nesillere aktarabileceğimizi ima edişi açısından da umut vericidir. Dolayısı ile belki ve hala linç görüntülerini -erkekler ya da kadınlar olsun- gelecek kuşaklara aktarmama şansımız olabilir.
Bazı çocuklarının neden evden kaçarak ancak tiner kullanma yolu ile “yaşama tutunabildiklerini” sormak yerine “18 yaşından küçüklere tiner satışı yasaklanmıştır!” diyerek ürettiği stratejiyi çözüm sanan sol beyinli zihniyetlerden arınmış bir dünya dileği ile...
* Anlaşılan psikologlara fırsat verilirse onlar da diğer bilim insanları gibi dünyaya katkılarını sunabilirler.
** Alemdar bey tıp doktoru değildir. Edebiyat fakültesi bölümü mezunudur. Demek ki engellenmezse o da dünyaya katkılarını sürdürebilir.
*** Bu ilginç işleyişi http://www.ted.com/talks/lang/tur/jill_bolte_taylor_s_powerful_stroke_of_insight.html adresinden türkçe alt yazı seçeği ile izleyebilirsiniz. Jill Bolte Taylor bir tıp doktorudur. Demek ki engellenmezse herkes bir bütün halinde belli bir konu üzerinde çalışarak dünyaya katkılarını sürdürebilir.
1. İmgeleminin iyileştirici Gücü, Dr. Martin L. Rossman, syf. 41, Ege Meta yayınları, 2004,
2. Sağ beynin bütünü kavrayabilmekteki becerisi ile geliştirilmiş yasal düzenekler örneğin; 7 yaşına kadar Türkçe konuşmamış bir çocuktan yeni öğrendiği bir yabancı dilde yazılı ve sözlü olarak kendisini ifade etmesini beklemezdi. Ya da 78 yıl önce çıkmış bir yasayı dayanak göstererek psikologların işyerlerini kapattığında orada çalışan sekreterlerin işsiz kalacağını ve bunun işsizliği azaltma politikalarının aleyhine olacağını kavrar ve yasayı herkesi memnun edecek şekilde güncellerdi. Bu örnekleri uzatmak kolaylıkla mümkün. Ama bir bütün olarak baktığımızda güncel sistemlerin zaten sürekli birilerini hedef göstererek, birini diğerine linç ettirerek ayakta kalabildiğini görebiliriz. Sanırım sağ beyinli yasal düzeneklere sahip olabilseydik “linç edip tek başına var olma” yerine, zıtlıklarımızın bizi var ettiğini kavrayıp “öteki” olana ihtiyacımız olduğunu anlardık.
Etiketler: insan hakları, sağlık