05/04/2011 | Yazar: Hande Öğüt

“Terk edilmiş bir çocuktu; kötü huyları, daha çok genç yaşlardayken ortaya çıkmaya başladı: Kendisini evlat edinen yoksul köylüleri soydu.

“Terk edilmiş bir çocuktu; kötü huyları, daha çok genç yaşlardayken ortaya çıkmaya başladı: Kendisini evlat edinen yoksul köylüleri soydu. Azarlandığı halde hırsızlığa devam etti; kapatıldığı ıslahevinden kaçtı, hırsızlık ve soygun yapmaya, bu da yetmiyormuş gibi kendini satmaya başladı. Hayatı sefalet, dilencilik ve yankesicilikle geçiyordu; herkesle yatıyor, herkese ihanet ediyor ve hiçbir güç azmini yenemiyordu: Hayatını bilinçli olarak kötülüğe adadığı bir dönemdi.”
 
Jean Paul Sartre ‘Aziz Genet, Komedyen ve Kurban’ adlı kitabında böyle anlatıyor Genet’yi.
Hayatını adadığı kötülükten ve hırsızlıktan ölene dek vazgeçmedi bu baş belası çocuk!
1948’de Fransa’da hırsızlık yüzünden onuncu kez yargılanıp ömür boyu hapis cezasına çarptırıldığında, hapishanede yazdığı ‘Çiçeklerin Meryem Anası’ adlı ilk romanı Sartre başta olmak üzere Andre Gide ve Jean Cocteau’nun dikkatini çekti ve bu yazarların cumhurbaşkanına verdikleri bir dilekçe üzerine Genet yeni kötülükler yapmak üzere bağışlandı. Sartre’ın Genet’ye karşı bu ilgisinin, onun handiyse hamisi olmaya soyunuşunu hiç anlamamakla birlikte aksi halde yazarlığının da daha “kıymetli” olacağını savunur Bataille: 
 
“Belki de Genet, Sartre’ın duyduğu hayranlığın kurbanıdır; edebi züppeliğin hâlesinden kurtarıldığında Genet’nin çok daha özgün olduğuna inanıyorum.”
 
Pis bir zenci olduğunu haykıran ve siyahi oluşunu, diğerlerinin teninin beyazlığına tercih ettiğini bildiren Genet’nin bu çıkışını “isyanın ahlaki aşaması” olarak görüşüne de tümden karşıdır Bataille. Tepkinin sınırlarını belirleyen şey onur duygusudur. Oysa Genet’nin onuru toplumsal bir onur değil, sadece kötülük isteğidir. Genet’ye göre aşağılık olan toplum değil kendisidir. Yalnızca acı getirse bile ister aşağılık olmayı; sağladığı kolaylıkların ötesinde acı çekmek için ister zilleti. Aşağılanmaktan duyulan bir haz değildir bu yeraltı adamı misali, kötülüğün arkeolojisine çalışarak kutsalın derin anlamını ortaya çıkarıp onu yırtmak ve kendine büyük anlamlar biçen modern insandaki riyaya dair abject ifrazatı, kendini zelil bir kuklaya dönüştürerek onların yüzüne püskürtmektir. Kirli lezzetler yaratır kusmayı kolaylaştırmak için, en büyük alçaklığın kötülük yapmak değil, kötülüğü ortaya dökmek olduğunu düşündüğünden kötülüğe övgü manifestoları yazar.
 
Dört yıl önceydi sanırım, hayatımdaki en renkli insanlardan biri olan komşum Sibel Torunoğlu ‘Hayvan’ adlı dergisi için bir röportaj yapmıştı benimle. "Bünyen Zayıf" başlıklı köşesi için karın çamura, buzun bataklığa dönüştüğü bir kış gününü kendimiz için eğlenceli hale getirmek için reklamlardan Amerika’nın Irak katliamına, şizofreniden kötülüğe dek konuşmuş Genet ile bitirmiştik sohbeti... Hırsız olarak ölmek istediğimi söylemiştim başlığa taşınan final cümlesinde, Jean Genet gibi... Neden yaşamak değil de ölüm isteğini dillendirmişim aşikâr; Genet yaşama değil ölüme yazan, dirimin değil yitimin istenciyle dolup taşan bir günahkardı çünkü. Yaratıcılık masumiyet değil günahkârlıksa -Bataille’ın söylediği gibi- edebiyat da kötülüktür. Genet’nin yazdığı her metin kötücül ve kösnül bir haz verir bana bu nedenle...
 
Penis obur bir ağız, anüs ise bakışın odak noktasıdır
Cenaze Töreni’nde, Hitler’i eşcinsel ilişkiye girerken betimleyen, Alman işgal güçlerinin üyeleriyle cinselliğe dayalı bağıntılar kurup Fransız sivillerin gördüğü canavarca muamelelerden sorumlu Almanları yücelten Jean Genet, oysa sistemin kendisinde yarattığı cinsel çağrışımlar hariç asla faşizm saflarında yer almaz. Faşizm ona göre düşünsel ve pratik açıdan tümüyle cinsel bir sistemdir. Haksız sayılmaz; faşizmin fallik ve anıtsal güce hayranlıkla belirdiğini, bize yine en iyi faşist yönetmen Leni Riefenstahl (Triumph des Willens, 1935) göstermiştir. 1934’teki Nüremberg toplantısının -Hitler’in talebi üzerine-, filme çekilişi olan ‘İradenin Zaferi’, iğrenç fallik imgeleminde ısrarcıdır; baştan sona dek ataerkinin sembolü olarak penis yüceltilir, performansı, makinenin gücüyle eşitlenir sapkınca... Eserleri, devasa penislere sahip olan ve bu bedensel üstünlüklerinin kendilerine kendi doğrularını belirleme hakkı verdiği karakterlerle doludur Genet’nin. Penis öyle baskındır ki, kitaplarının el altından satılan ilk baskılarında, karakterlerinin penis ölçülerini santimi santimine verir Genet. Kalın üniformaların ve takım elbiselerin altında kendini belli eden muazzam bir büyüklüğe sahiptir penis. Militarize güçler ve Nazi subayları onda müthiş bir baştan çıkma yaratır:
 
“Polis komiserinin rozetini görünce dayanılmaz derecede heyecanlanıyordum. Benim için bu metal cismin, erkeklik sembolü bir işçinin elindeki çakmağın, bir askerin kemer tokasının ve bıçağın keskin tarafının büyük tahrik edici gücü vardı.”
 
Ancak buna rağmen Genet’nin sapkın gizemciliği polis örgütünü bir tür uğursuz ve egemen onurla donatır; ‘Hırsızın Günlüğü’nde yazdığı gibi: “Şeytanca bir örgüt olan polis örgütü cenaze törenleri ve mezar süsleri kadar mide bulandırıcı, krallığın zaferi kadar saygındır.”
‘Jean Genet’kitabının yazarı Stephen Barber’ın belirttiği gibi penis, ne zaman ceza gerektiren bir suç ya da ihanet gerçekleşecek olsa sertleşerek suçluluğu ve aykırılığı pekiştiren görkemli bir varlık halini alır. Roman karakterlerinin penislerini, şehrin karanlık bölgelerinde serbest bırakır Genet. Penis dünyayı oburca içine çeker ve tatmin olur; anüs ise tersine kasvetli bir varlık ve çaresiz bir ilgi odağıdır. Anüs, her küçük hareketin farkında olan bir göz ve aynı zamanda bu duyarlığın merkezine yönelen tüm dikkatle bakışın odak noktasıdır.
 
Eserlerinde penisi yüceltmekle kalmaz, Nazi askerlerle Fransız milisler ve yaşayanlarla ölüler arasındaki eşcinsel birleşmeleri en ince ayrıntısına dek pervasızca yazar Genet.
 
Nazizmin ve faşizmin sembollerine neden bu denli meraklıdır peki? Jeanine Chasseguet-Smirgel’in belirttiği üzere, gamalı haç, kanlı bir örümceği, kanlı örümcek de pre-ödipal anneyi sembolize eder. ‘Paravanlar’ oyunundaki, ideal anne figürünün makyajını “Yüzünde, bir örümcek ağını andıran çok sayıda uzun mor kırışıklıklar...” şeklinde belirleyen Genet’nin gerek imgelem, gerek tahayyül dünyasında anne, babaya ikame olunmuştur. Alman halkının ve Nazilerin babası olduğu kadar annesidir de Hitler; dolayısıyla çift cinsiyetlidir; hem örümcekağı gibi erkeği yutabilen bir vajinaya sahiptir, hem devasa bir penise...
 
Anne kimi kez de azize ile fahişe arasında kurulur. Kimi kez siyah veya beyaz ırktan, kimi kez çocuk ya da yaşlı, sessiz bir kadın olur. Son romanı ‘Sevdalı Tutsak’ta, on yıl önce bir gece kendisiyle ilgilenen yaşlı Filistinli kadında bilge anne imgesini arar. Farklı insanlar biçiminde bir görünüp bir kaybolur romanlarındaki anneler. Çünkü babası belirsiz, annesi gerçek bir sır olan Genet’yi tanımlayan, kınayan ve hapseden dil, annesinin kendini terk edişi ve reddetmesiyle kurulmaya başlar.
 
Yamyamlık isteği ve altüst edilen pornografik imgelem
Annesi onu terk edince bir köylü ailesi tarafından büyütülür Genet. On yaşlarındayken kendisini evlat edinenlerce hırsızlıkla suçlanır; oysa gerçekten suçlu değildir. Bu adaletsizliğin ardından hırsız olmayı seçer ve ıslahevine kapatılır. Seks ve bastırılmış isyandan mülhem kızgın bir bileşik saplantı olarak, bütün yaşamı boyunca hem kendisini, hem eserlerini belirleyecektir bu deneyimi.
 
1926'da ıslahevinden kaçarak Fransız sömürge birliklerine katılan, 1942'de Fresnes'de hırsızlıktan hapis yatarken yazmaya başlayan Genet, sınırlı sayıda basılıp gizlice dağıtılan “İdam Mahkumu” adlı şiiriyle edebiyat dünyasına girer. İlk romanı hapiste yazdığı ‘Çiçeklerin Meryem Anası’, tüm dünyada cinsel kültürün şekillenmesinde etkili olan, en kışkırtıcı ve orijinal eseridir. Hapishanedeki arkadaşlarından kâğıt kalem dilenerek neredeyse kanıyla yazdığı mantığa, akla, anlama, hatta roman estetiğine aykırı olan “anti-roman”, büyük infial yaratarak yadırgandı elbette. Romanda tarif ettiği bir gruba bağlıydı ve itaatini hep sürdürdü Genet: “Birer hayvan gibi avlanan, yüzleri erken kırışan, yanardağı andıran çocuklar ırkı...”
16 yaşındaki bir katilin öyküsünü, geriye dönüşlerle, onu Genet'ye özgü bir dille kutsayarak anlatır bu roman. Toplumdışı bir kesimin, hırsızlar, katiller, kaçakçılar, fahişeler, eşcinsellerle dolu bir dünyanın olanca karanlığı ve şiddeti toplumla anlaşmazlığının uzlaşmazlığa dönüştüğü bir yazın ürünüdür bu, tıpkı ‘Gülün Mucizesi’ gibi...
 
Öyküsü geri dönüşlerle anlatılan 16 yaşındaki katil için Meryem Ana, kilisenin aradığı yerde değil, kendisinin suçlu gibi görünen ama kirlendikçe aklanan çiçeğindedir. Saflığın simgesi çiçek, ne tuhaftır ki bu “kötü adam”ın ana leit-motiflerindendir. 1950 yılında çektiği, mahkûmların cinsel saplantı ve çapraşık ilişkilerini anlatan ‘Un Chant d’Amour’da (A Song Of Love, 1950) da romanlarında da bedeni, çiçekler aracılığıyla dönüşüm geçiren kırılgan ve geçişimli bir madde olarak kurgular Genet. Romanlarının yoğun cinsellik içeren sahnelerinde anüs, şeffaf bir araç, kırılgan bir paravan ya da şiddetle delinen bir göz; ihtişamlı, belirleyici bir unsur olarak vurgulanır. 
 
İnsan bedeninin özündeki bir yarayı çağrıştıran fiziksel parçalanışı açığa vuran Rembrandt’ın tablolarından fazlasıyla etkilenir Genet. O kadar ki 1957-58 yılları boyunca ünlü ressamın tablolarını görmek için Avrupa’yı baştan aşağı gezer. Onun resimleri, Genet’nin kendini kuşatıcı bir yara imgesiyle karşıladığı insan bedeninin yüzeyden sıyrılması ve doğrudan gösterilmesi görevini üstlenir. Arkadaşı Devarnin’in ölü bedenini kendisine kattığını hayal eder ‘Cenaze Töreni’nde: Ölü bedenini kaçıracak, parçalara ayıracak, et ve kül olarak onu yiyecektir. Bedenlerin ve benliklerin parçalanışı, temalarından olan Genet ‘Denizci’de ise parçalanma, dağıtma, damıtma sürecini kendisini, “O” diye adlandırıp nesneleştirerek, metinle arasına uzak mesafe koyarak, metne yabancılaşarak dile getirir. Eşcinsel kahramanı denizci Querelle’in cinayetlere ve yasadışı olaylara karışması kadar erkeklerle girdiği cinsel eylem görüntüleri de aşırı irkilticidir. Şiddetin estetiğine, insan doğasının uçsuz bucaksız karanlıklarının içine dalarak ulaşır. Denizcilerden, eşcinsellerden ve canilerden mürekkep, polislerle genelev patronlarının da arzı endam ettiği Fransa'nın Brest kentinin bir semtinde, eşcinsel denizci Querelle, yaşamın kıyısındaki bu insanların arasında yasadışı olaylara, cinayetlere karışır. Eşcinsellik, hırsızlık ve ihanetin sözcülüğünü açık saçık bir tavırla üstlenir Genet, Jean Cocteau'nun deyişiyle, “hiç de müstehcen olmayan bir müstehcenlik”le hem de... Edebiyata “skandal yaratan bir yazar” olarak giren, yıllar geçtikçe yapıtlarının gücünden hiçbir şey yitirmediği anlaşılan Genet, Witold Gombrowicz'e göre, “Modern güzelliğin bir örneğini sunmak”tan başka bir şey yapmamıştır aslında.
 
Fassbinder'in 1982’de çektiği Jean Genet uyarlaması ‘Querelle’ de romanı aratmayacak denli rahatsız edici boyutlardadır. Homoseksüel dünya, filmin tümüne egemendir ve iki erkek arasındaki cinsel eylem görüntüleri son derece irkilticidir. Varolan cinsellik imgelerini değiştirerek müstehcenlik ve pornografi tanımlarını sarsan Genet, iktidar sistemini, özgürlükçü ve çürütücü bir biçimde sorgulayarak alt üst eder; pornografisi ise toplumsal düzenle daimi çatışmasının farklı bir boyutunu oluşturur. O kadar ki 1986’da öldüğünde, isteği üzerine Fas’ta, bir yanında hapishane, diğer yanında genelev bulunan bir mezarlığa gömülür. İmgenin pornografisine dair tam da Genet’ce bir göndermedir bu...                                                                    
 
Katledilmiş bedenler, “pis” tiyatrolar...
Hırsız, fahişe, yazar Genet, sadece kötülüğü ve seksi mi mesele edindi? 1968 Mayısında öğrencilerin, Vietnam Savaşı sırasında Amerikan solunun, ırkçılığa karşı Kara Panterler'in ve İsrail’e karşı da Filistinlilerin yanında yer alan Genet, yirmi yıl süren yazınsal sessizliğini bozduğu son eseri ‘Sevdalı Tutsak’ta 1970-1984 yılları arasında Filistinlilerin ve siyah Amerikalı devrimcilerin arasında yaşadıklarını anlatır; Filistin halkının derin acısında esin bulan, İsrail'in Sabra ve Şatila'daki Filistin kamplarında giriştiği katliamlar karşısında şok geçiren Genet'nin bu yapıtında sanatını, siyasi duruşunu ve insanlığını bir arada görürüz. Zira ‘Sevdalı Tutsak'ta Filistin kamplarında ve Amerika'da Kara Panterler'in yanında yaşadıklarını anlatmakla kalmaz, edebiyat ve felsefe hakkındaki görüşünü, yaşam anlayışını, gerçek arayışını da büyük bir ironiyle ve bağımsız bir ruhla dile getirir. “Şatila’da Dört Saat” başlıklı metni ise tam bir çılgınlık ve gazap atmosferini yansıtır. Katledilmiş bedenleri, zulümden sarhoş olmuş milislerin dans edişlerini, kurbanlara işkenceleri anlatan Genet’nin anti tavrı, tiyatrosunda da kendini gösterir. Tiyatroyu sevmediğini söyler, kuklaların tiyatroculardan daha iyi oynadığını düşünür. Ancak bunları, orayı ve o zamanı düşünerek söylediği kesindir. Bunun bir kanıtı da başka bir tiyatronun olabilirliğini anlatma çabasındadır. O, “dramatik eylemi öğretim amacına dönüştüren, siyasete, dine, ahlaka veya herhangi bir şeye bağlı kaygılarla dolu” bir tiyatro yerine “belki de henüz keşfedilmemiş olan yegâne erdemi veya eylemleriyle ışıldayabilecek” bir tiyatro tasarlar. Oyunlarını topluma karşı yazdığı kadar kendine karşı da yazdığını söyler. Oyunlarında izleyiciyi tiksindirerek, rahatsız ederek, şaşırtarak ve irkilterek onların ikiyüzlülüklerini açığa çıkarmaya çalışmış ve toplumun her kesimindeki, siyasal ve toplumsal her tür sahteciliğe acımasızca saldırmıştır:
 
“Benim tiyatrom pis kokuyorsa bu diğerleri güzel koktuğu içindir.”
 
Antonin Artaud’nun Vahşet Tiyatrosu’nu anımsatan tiyatrosu baştan aşağı bir başkaldırıdır, tiyatro eserlerinde, siyasi yönelişi daha belirgindir. Genet’ye göre iktidar yapısının üst basamaklarında bulunan herkes aktördür ve tüm jestleri sahtedir. Hiçbir mülkü olmayıp da her kural ve düzene karşı gelenler, kendi insanlığından bahsedebilir sadece.
 
Ölüm, insan bedeni, temsil ve iktidarla ilgili düşüncelerini en iyi yansıtan Paravanlar, Cezayir’de bir çatışma anında geçer. Batılı sömürgeciler, lejyonerler, askerler, Araplar, mücahitler, hırsızlar, ağlayıcı kadınlar, hainler, ölüler, yüzleri boyalı, maskeli, takma burunlu kahramanlar birbirine karışır. Genet'nin tiyatrosunun temelini oluşturan kılık değiştirme, kendini maskeleme ve gerçeğin yerine suretini geçirme üzerine kuruludur. Tekrarı, avutucu ve aldatıcı temsili unsurları ve çağdaş toplumsal dünyayı reddeden Genet'nin kahramanları, birer simgedir ya da canavar. Toplum denilen “bok çuvalı”nın ürettiği garip yaratıklardır onlar.
 
Suçluların dünyasından bir kesit aktardığıSıkıgözetim’ adlı oyununda da toplumdışı kişinin yalnızlığını, kendine yabancılaşmasını, imrendiği, kıskandığı veya nefret ettiği kişinin yerine geçmesini, onun kılığına girmesi motifini görürüz. ‘Büyük Gözaltı'nda mahkûmları, Balkon'da genelevde yaşayanları anlatır. ‘Balkon’u ilk kez sahneleyen Peter Zadek, Genet tiyatrosunun çekiciliğini şöyle dile getirir: “Genet, bize dünyamızın makyaj gibi sahte olduğunu ve bu yüzden de tiyatronun -Genet’nin hayata bakış açısında olduğu gibi- mükemmel bir ayna olabileceğini düşündürüyor. Bir başka deyişle Genet tiyatrosu soyut, stilize ve teatraldir. Böylelikle gerçeği yanılsamacı tiyatrodan çok daha başarılı bir biçimde tanımlayıp yansıtır.”
Pierre Boulez'e göre “operaya yaklaşan bir yapıt” olan ‘Zenciler'de Batı uygarlığının baskısı altındaki Afrika halklarını tema edinir. Oyun, her şeyden önce, hızlı bir ritmin oluşturduğu bir ezgi olarak çıkar karşımıza; oyun içinde oyun, yabancılaştırıcı öğelerin çoğaltılması, seyirciyi tedirgin edici özelliklerin vurgulanması, yadırgatıcı konuların seçimi; birbiri ardı sıra gelen sahnelerin içine ustalıkla yerleştirilmiştir.
 
Genet’nin kanımca en anlamlı oyunu ‘Hizmetçiler’dir. Hem çok sevip hem de nefret ettikleri hanımefendilerini öldürmeye çalışan iki hizmetçi kız kardeş, oyunun sonunda, hanımefendilerini değil, içlerindeki “hanımefendi” fikrini öldürmeyi başarırlar. Onları özgürlüğe iten ise okumaktır...
 
Tiyatro eserlerinin yanı sıra film projeleri de var Genet’nin. 1950 yılında çektiği ‘Un Chant d’Amour’daki karakterler, tek işlevi hapsedilmiş insanların cinsel saplantıları ve çapraşık ilişkilerine dekor oluşturmak olan karanlık duvarların ardındaki mahkûmlardır. Bir diğer filmi asla çekilmeyip sadece bir tasarı olarak kalan ‘Ceza Kolonisi’nde, hapsetmek için kullanılan mekânlar ve bu mekânların cinsel gerilim ve parçalanan görkemini oluşturan izlekleri, romanlarının da kilit kavramlarıdır. Filmlerindeki görüntüler de romanlarında olduğu gibi çoğu zaman kendi cinsel tahrik ve hazzı için kriz veya esrime anındaki erkek anatomisini canlandırır Bacon’un resimlerine benzer şekilde... Parçalanan gövdeler, yırtılan ve yarılan tenler, bir hayvan gibi asılan kanlı, pembe çıplak et parçaları... Saplantılı biçimde takipçisi olduğum Bacon “Ne zaman bir kasaptan içeri girsem, orada asılı duran hayvanın yerinde olmayışım beni hep çok şaşırtır” demiştir ya, işte kendini o askıya asan hayvan postuna bürünmüş insan Jean Genet’dir!


Etiketler: kültür sanat
İstihdam