26/11/2009 | Yazar: Sibel Özbudun
"Aşağılanan, iktidarsızlaşan, gücünü yitiren, şişirilmiş egosu sönümlenmekte olan erkekler ise, bunun acısını geleneklerin ellerinin altına teslim ettiği tek gü&c
"Aşağılanan, iktidarsızlaşan, gücünü yitiren, şişirilmiş egosu sönümlenmekte olan erkekler ise, bunun acısını geleneklerin ellerinin altına teslim ettiği tek güç gösterisi olanağından, kadınlardan çıkarmaya çalışıyorlar. Vuruyor, kırıyor, öldürüyorlar…"
“Ataerki Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar…”[1]
Sibel Özbudun yazdı.
Dicle Koğacıoğlu’nun kırılgan yüreği adına…
“Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse kendini değiştirmeyi düşünmez.”[2]
Sanıyorum birçok kadının aklını kurcalayan bir soru: geçen akşam sohbet ettiğimiz Eğitim-Sen’li arkadaşa dile getirdiğimde, “Ağzımdan aldın,” ifadesi yayıldı yüzüne: “Ben de kendi kendime aynı şeyi soruyordum!”
Soru şu: Kadına yönelik eril şiddette gerçekten bir artış mı var, yoksa bu sorun hâline getirildiği için medyada daha fazla dile getiriliyor, bu nedenle mi böyle gözüküyor?
Aslında sorunun kendisi bir çaresizliğe işaret etmekte, çünkü yakın geçmişi, diyelim ki bir 10-15 yıl öncesindeki kadına yönelik şiddeti mevcut durumla karşılaştıracağımız istatistiksel veriler yok!
Dahasını da söyleyeyim: “Öz Türkçe” denilen TDK mamulâtı dil konuşma kapsamımıza girmeden önce, yani 30-40 yıl öncesine dek, bugün adına “şiddet” dediğimiz görüngüyü karşılayan bir kavram da yoktu dilimizde. Bu, günümüzde “şiddet” kavramıyla işaret ettiğimiz zora dayalı davranışların o zamanlar yaşanmayışından değil, bir sorun kabul edilmeyişindendi: “Polis şiddeti”, “kadına yönelik şiddet”, “çocuğa yönelik şiddet”, “psikolojik şiddet”, “okulda şiddet” vb. gündelik dilimizi istila eden zorbalığı sanırım o günlerde “terbiye usullerinden” sayıp geçiyorduk. Öyle ya, kaç ülkede şu mealde türküler yakılabilmiştir ki: “Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar…” Ve kaç ülkede, kadın, komşusuna vücudunda kocasının bir gün önceki eseri morlukları adeta “gururla” gösterirken, kadınlar hep birlikte iç geçirmektedir: “Kol kırılır, yen içinde kalır; Kocadır, döver de sever de…”
Bir başka deyişle, şiddet “yok” değil, ama “görünmez”di. Haklarını yemek olmaz, bugün görünür, tartışılır, yasalara konu olur hâle gelmişse, bir avuç feminist kadının çırpınışıyla oldu bu…
Yine de, istatistiksel olarak kanıtlamak zor olsa da, son yıllarda daha bir pervasızlaşıyor, daha bir amansızlaşıyor, daha bir canileşiyor sanki. Gazete sayfalarına, TV ekranlarına yansıyan-yansımayan, yemeği zamanında hazır etmedi diye, göbeğine piercing yaptırdı diye, yabancı bir erkeğe gülerek saati sordu diye, internette başka erkeklerle chat’leşti diye, cep telefonunda fazla mesaj var diye, canı sevişmek istemedi diye, komşunun kızıyla sinemaya gitti diye, izinsiz çalıştı diye, evden kaçtı diye, zifaf gecesi bakire çıkmadı diye, eteği kısa diye, pantolon giydi diye, üzerine kuma istemedi diye… kafası duvarlara vurularak, gırtlağı kesilerek, boğazlanarak, pompalı tüfekle öldürülen, bedenleri parça parça edilen kadınlar… Katledilmelerine intihar süsü verilen, intihara zorlanan, ya da kendilerine intihardan başka açar yol bırakılmayan kadınlar… Aile içinde ya da dışında bir kişi, beş kişi, on kişinin tecavüzüne uğrayıp da konuşmasın diye başı taşla ezilen el kadar bebeler, ilkokul öğrencisi kız çocukları, gencecik kadınlar, yetmişlik-seksenlik büyük anneler…
Peki, ne oluyor? Ne oluyoruz?
Toplumsal süreçler hiç kuşkusuz ki karmaşık ve çok etkenli görüngülerdir. Tek bir faktörle açıklamak, genellikle işi basitleştirmek olur. Ama galiba genel yöneliş hakkında bir fikir oluşturmak mümkün.
Öncelikle, bu toplum hızlı ve devasa bir değişim yaşıyor. Her yönü, her bireyi, her köşesiyle. Kentleşme, modernleşme, içe kapanıklıktan sıyrılma, tüketim toplumu eğilimlerini benimseme, bireyselleşme, akraba grubu-cemaat yaptırımlarının etkisini yitirmesi, geleneksel otoritelerin aşınımı… İki kuşak önce doğduğu kentin sınırları dışına çıkmış insan sayısı neredeyse parmakla hesap edilebilirken, bugün bu ülkenin insanları dünyanın en uzak bucaklarında koloniler oluşturmuş durumda. Varoş, mezra, dağ köyü… bu ülkede televizyonun girmediği ev sanırım yok… Babaları köy kahvesinde pişpirik çeviren köy delikanlıları internet kafelerde sanal oyunlar oynuyor, köy kızları cep telefonlarıyla mesajlaşıyorlar.
Kimi sosyal bilimciler buna “modernleşme” deyip geçiyorlar - bazısı olumluyor, bazısı olumsuzluyor. Ama kanımca “nasıl”ını tanımlamaz isek etiket eksik kalacak. “Kapitalist” bir modernleşme bu. Yani insanları yüzyıllardır sığındıkları bucaklardan çıkartır, birbirleriyle ve dünyayla iletişime geçirirken bir yandan da büyük bir kısmını eşitsiz iktidar ilişkilerine tabi kılıyor, konumunu kırılganlaştırıyor, güçsüzleştiriyor… Geleneksel otorite örüntülerini yıkıp geçiyor. Çiftinde çubuğunda karnını şöyle ya da böyle doyuran köylü, silah zoruyla ya da ürünü beş para etmez hâle geldiği için büyük kentin varoşlarına sığındığında, sonsuz bir güvencesizlik ve belirsizlik içerisinde buluyor kendisini. Ya da işini şöyle ya da böyle çeviren mahalle bakkalı, artık karşı köşesine dek sızan çokuluslu marketler zinciri şubesi karşısında tutunamayarak her an meçhule yuvarlanabileceğinin bilinciyle diken üstünde yaşıyor. İşçi, tüm yazgısının patronun iki dudağı arasında olduğunu biliyor.
Ve kadınlar, artık sopa ile terbiye edilmenin doğal bir yazgı olmadığını, erkeği kendileri ve çocukları üzerinde tek buyurucu kılan eski dengelerin bozulduğunu, kaderlerinin baba/koca/ağabey zorbalığına boyun eğmek olmadığını, üstelik onun da eski afra tafrasını hızla yitirmekte, güçsüzleşmekte, çaresizleşmekte olduğunu görüyorlar…
Bir başka deyişle, geleneksel ataerkinin erkeği tek ve mutlak buyurgan kılan tek yanlı dengeler hızla bozulurken, yenilerini tesis edebilecek koşullar henüz gözükmüyor ortalarda. Yani, kadınlar iki ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak toplumsal desteklerden (uygun çalışma koşulları, insanca geçinebilecekleri bir gelir düzeyi, onları av hayvanı olarak değil de “insan” olarak gören ve sayan bir toplumsal bilinç…) yoksunlar. Aşağılanan, iktidarsızlaşan, gücünü yitiren, şişirilmiş egosu sönümlenmekte olan erkekler ise, bunun acısını geleneklerin ellerinin altına teslim ettiği tek güç gösterisi olanağından, kadınlardan çıkarmaya çalışıyorlar. Vuruyor, kırıyor, öldürüyorlar…
Kriz zamanları kapitalizmin sıkıştırılmış, yoğunlaştırılmış, özüne indirgenmiş momentleridir. Böyle zamanlarda mahkûm kılındığı eşitsizlik, güvencesizlik ve belirsizliklere baş kaldıramayan (erkek) toplumun kadınlarını kırıp dökmesi, gerçekten de sevgili Dicle Hoca gibi içimizdeki en duyarlıları parça parça edecek kertede acımasız, ama ne yazık ki çok da şaşırtıcı değil…
N O T L A R
[1] Leo Tolstoy.
[2] KESK’in Sesi, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü Özel Sayısı 2009.
Etiketler: kadın