04/03/2011 | Yazar: Çağlar Yerlikaya

Bir erkeğin bir erkeğe duyduğu aşkı, o aşkın içind

Bir erkeğin bir erkeğe duyduğu aşkı, o aşkın içinde barınan bütün duyguları yaşamaya bir ömrün yetmeyeceğini anlatan ilk kitabını okuduktan sonra takip etmeye başladığım üçüncü tekil şahıs; beni başka bir kitaba, alıcısı adresinde bulunamadığı için kalbine geri dönen bir mektuba götürdü.  

Kitaplarını okuduktan sonra başucumda, tanışıp arkadaş olduktan sonra ise hayatımda değerli bir yeri olan Mehmet Bilal, 10 öyküden oluşan ‘Üvey’ adlı yeni öykü kitabıyla, bizi hayatın ve aşkın arka sokaklarına götürüyor. Mehmet Bilal etkileyici anlatımı ve karakterlere gösterdiği özenli yaklaşımı ile hayata/hayattakilere inat, ötekileştirilmiş, üvey muamelesi görmüş bütün kişileri ve duyguları koruma altına alıyor…

“Benim karakterlerim aşkta bile üvey!”
 

‘Üçüncü Tekil Şahıs’, ‘Adresinde Bulunamadı’ romanlarından sonra okuyucu ile ‘Üvey’ adlı yeni öykü kitabınla buluştun. Önceki iki kitabında olduğu gibi anlattıkların ve kullandığın dil ile okuyucuyu yine derinden etkilemeyi başarıyorsun. Okuyucu yazdıklarının etkisinden uzun süre çıkamazken, sen o duygusal yoğunluktan sıyrılmayı başarabiliyor musun?
 
Okuyucuyu derinden etkilemeyi başarabiliyorsam ne mutlu bana. Duygusal yoğunluk ağırlıklı olarak yazma sürecince oluyor. Tabii önce bir iç hazırlık süreci var. Sonra her an, her saniye o karakterle birlikte yaşıyorum. Evet, belli bir olayın, bir meselenin içinde yaşayan bir kahramanım var diyelim ve ben onu yazmaya çalışıyorum, işte o günlerde ben şimdi yemek yerken, film izlerken, müzik dinlerken veya İstiklal’de yürürken o ne yapıyor, ne âlemdedir diye düşünüyorum, aklım hep onda kalıyor. Onunla birlikte acı çekiyorum, bazen yazarken bazen de öykü bittikten sonra ağladığım oluyor. Ancak kitap tamamen bitip benden çıktıktan sonra rahatlayabiliyorum büyük ölçüde. Yine de yazdım geçti, kurtuldum diye bir şey olmuyor, teflon tava gibi sıyrılamıyorum kolayca.
 
2008 yılında 16 yazarın öykülerinden oluşan ‘Kara İstanbul’ adlı kitapta tanıştığımız ‘Üvey’ adlı öykün, kitabın hem açılış öyküsü hem de kitaba adını veren öykü. Kitap adı olarak seçmenin sebebi öykülerindeki bütün kahramanlara, hayatın ve hayattakilerin üvey çocuk muamelesi yapması mı?
 
Evet. Öykülerimin teması, ortak noktası üveylik duygusu. Benim karakterlerim aile içinde, toplumda, okulda, iş hayatında, hastalıkta, sağlıkta ve hatta aşkta bile üvey olanlar. Eski sevgilisinin mezarını herkesten gizli ziyaret etmek zorunda kalan da, HIV virüsünü kaptığını kimselerle paylaşamayan genç de, sokağa çıkabilmek için ‘erkek’ kılığına giren travesti de, annesinin intikamını almak için kasabasından büyük şehre gelen zavallı delikanlı da, kafa travması geçiren müşterisinin belli bir süre uykuya dalmasını önleyebilmek için ona çocukluk ve gençlik hikâyesini anlatan jigolo da, aşkını lanetli bir yalnızlıkla yaşayanlar da üvey ya da üveylik yaşatılan insanlar.
 
Kitaptaki 10 öyküde de, okuyucuyu usulca ‘öteki’ leştirilen kişilerin dünyasına dahil ediyorsun. Okuyucu, aynı zamanda en güçlü tanık haline geliyor. Bu okuyucuda, planlı bir empati duygusu yaratma isteği mi?
 
Keşke ben de hayatımda bir şeyleri planlı yapabilsem. Ama evet, niye olmasın diye sorabilirim, keşke diyebilirim bu soruya cevap olarak. Bakın böyle hayatlar var, böyle dertler var, farkında mısınız demek de bir şey değil mi? Kitabın giriş alıntısı (John Fowles: “Ben bunu yazarken hâlâ varım, sen bunu okurken hâlâ varsın. Bu sözcükte bir giz, sadece sana söylenen bir sır hissetmiyor musun?”) belki de böyle bir sesleniş ihtiyacının sonucu. Ailesinden, mahallesinden, genel olarak hayattan atılmış, sosyal hayatın dışına itilmiş, ötekileştirilmiş, kendi dertleri içinde sıkışıp kalmış, yalnızlaştırılmış insanlar bunlar.
 
‘69’ adlı öykünde, sokağa çıktıklarında para cezasına maruz kalan travestilerin hissetiklerine, bir travestinin anlattıklarından tanık oluyoruz. Bir travestinin sokakta rahatça gezmek için erkek kılığına girmek zorunda kalması gibi trajik bir olayı anlatırken; toplumun, yasaların ve önyargıların vitrini değiştirmekten öteye gidemeyeceğini, hiç kimsenin başkasının kalbinde olup bitenlere müdahale etme gücüne sahip olamayacağının altını çizerek, onları cezalandırmışsın sanki…
 
Edebiyatın cezalandırmak gibi bir gücü var mı sence? Ben kendi adıma bilmiyorum, daha doğrusu emin değilim. Benim böyle bir gücüm yok mesela. Ama evet, hayatta ötekine, farklı olana, kendinden olmayana kolayca ceza kesenlere hepimizin kendi diliyle ve üslubuyla vereceği karşılıklar var. Belki benim elimden gelen de bu. Biliyor musun, ben ilk romanı yazdıktan sonra öyle farklı tepkiler geldi ki, bunları toplasam belki de ufak çapta bir sosyolojik araştırma yapmış kabul edebilirim kendimi. Korkunun, nefretin, cahilliğin, bağnazlığın vardığı noktaları çoğumuz biliyoruz ama bilmediklerimiz, tahmin edemeyeceğimiz şeyler de var.  Elektronik postayla gelen masum bir yorum özellikle ilgimi çekmişti. “Ben bu kitabı okuyana kadar eşcinsellerin âşık olabileceğini, böyle sevip fedakarlık yapabileceklerini hiç bilmiyordum” diyordu. Düşünebiliyor musun?  Sadece ötekinden tiksinen, gördüğü yerde yok etmek isteyenler yok, samimiyetle bilmeyenler, tanımayanlar, idrak edemeyenler, eşcinselleri bambaşka bir canlı türü gibi görenler de var! Eşcinsellerin de en temel insani duygulara sahip birer birey olabileceklerini algılayamayanlar var!
 
‘Bende Kalanlar’ öyküsü, başta benim gibi ‘Üçüncü Tekil Şahıs’ kitabını okuyup, gerçekçiliğinden dolayı oradaki başkahraman Erhan’ın başka bir isimle aramızda olduğundan şüphe etmeyenler ve onu merak edenler için büyük bir sürpriz. Erhan ile kâğıt üzerinde tekrar karşılaşmak ne hissettirdi sana?
 
Kâğıt üzerinde tekrar karşılaşmak, asıl okura ne hissettirdi diye ben sormak isterim. Çünkü Erhan’ı bir kez daha davet eden benim. Galiba benim bu öyküyü yazmaya ihtiyacım vardı. Ayrıca da ilk romanımı okuyup bu aşkın nasıl devam ettiğini merak edenlere bir sürpriz yapmak istedim. Elbette o temayı edebi anlamda başka nasıl yazabilirim sorusu da benim için bir tür kendime meydan okumaydı ve itiraf ederim ki, severek olduğu kadar içim yanarak yazdım. Hani daha önce sordun ya, yazdıktan sonra o duygusal yoğunluktan sıyrılabiliyor musun diye. İşte “Bende Kalanlar’ı yazarak ben bu öyküden sıyrılabildim, o defteri kapattım diye düşünüyorum.
Kitaplarında en çok kanayan duygu şüphesiz aşk. Aşk ilişkilerinde çok mutsuz olan kişilerin yaşadığı yalnızlıkla; ailelerinin ve toplumun onları, daha kendileri ile tanıştıkları yolun başından itibaren yalnız bırakmaları arasında güçlü bir bağ olduğunu göstermişsin aslında…
 
Umarım dediğin gibidir. Yine de aşkın büyük bir dert olduğunu düşünüyorum. İnsan belli bir yaşa gelince, belli bir eğitim almışsa, iyi kötü parasını kazanabiliyorsa örneğin; ailesiyle olsun, toplumla olsun baş etmenin yollarını da buluyor bir şekilde. Uzlaşarak veya çatışarak, özveride bulunarak veya kaçarak. Bu elbette insandan insana, kişiliğe göre veya koşullara bağlı olarak değişebilir tutumlar, tavırlar. Ama galiba aşk en belalısı, insanı en çaresiz bırakanı. Çünkü aşkın bir reçetesi, kullanım kılavuzu yok veya bir hazırlık kursu yok, tıpkı ölüm gibi. Cazibesi de ondandır belki.
Kaos GL dergisinin bu ayki dosya konusu; linç. Türkiye’de, LGBTT bireylere yönelik linç girişimleri hakkında ne düşünüyorsun?
 
Düğünde silah, tribünde bıçak, trafikte levye, her mahallede kendi çaplarında birer mafya. Şiddete bizimki kadar meraklı ve bu kadar alkış tutan bir toplum var mı, merak ediyorum. Hele bir de kendinden olmayana karşı girişilen linçe. Ne diyebilirim ki, kanım donuyor. Biz nasıl bir ülkede yaşıyoruz diye tasalanıp, ne yapabiliriz diye düşünüyorum. İnsanlığımızdan utanıyorum. Saldırı, şiddet veya cinayetle yetinmiyorlar, sadece öldürmek kesmiyor onları, kendinden olmayanları linç ederek, parçalayarak yok etmeyi görev sayıyorlar. Birini Kürt, öbürünü Ermeni, diğerini travesti diye veya bir başkasını sadece “Bana manalı baktı” diye öldüren kafaların olduğu bir toplum bu. Hukukla, eğitimle, sanatla, edebiyatla ve elbette sabırla yürüteceğimiz mücadelelerle alacağımız çok yol var daha.
 
“Aliye”, “Binbir Gece” gibi izlenme rekorları kıran dizilerin senaristliğini yaptın. Kitaplarındaki kahramanlara benzer kişilere ya da konulara, Türkiye’deki ikiyüzlü tavır ve yasakçı zihniyeti düşündüğün için mi yer vermiyorsun?
 
En iyi niyetle yapılan dizilerde bile yapaylıktan, ikiyüzlülükten uzak kalmak, arz talep denen o sevimsiz dengenin dışında bir şeyler yazmak gerçekten zor. Çünkü dizi her şeyden önce bir ticaret, koskoca bir sektör, çok bileşenli, karışanın çok olduğu bir arena. Ve sonuçta bir dizinin hayata geçmesini, başarısını veya barınabilmesini belirleyen şey ise sadece ve sadece reyting. Elbette kitapta da yüksek satışlar hedeflenebilir, yazımından pazarlamasına kadar para veya ün hesapları yapılabilir, yapılıyor da. Ama yapılmayabilir de. Tek başına, kendinle, içinle, kalbinle ve masumiyetle kalabildiğin bir alan edebiyat. İçine neyi ne kadar sindirebiliyorsan, elinden ne geliyorsa, sen kendin ne istiyorsan özgürce kalem oynattığın bir alan.
 
Müslüm Gürses için yazdığın ve hem Müslüm Gürses’in albümüne, sonrasında da Ferzan Özpetek’in filmine adını veren ‘Bir Ömür Yetmez’ şarkısındaki gibi içindeki aşk, bir ömre yetmeyecek kadar büyük mü?
 
İzin verirsen sorunu biraz düzeltebilir miyim? Ben o şarkıyı Müslüm Gürses için değil, Murathan Mungan için yazdım. O albüm Murathan Mungan’ın bir projesiydi ve güvendiği, sevdiği yazarlardan, şairlerden ve bir de benden şarkı sözü istedi. Nerdeyse görev verdi bize! Epeyce panikledim yazmaya başlamadan önce ama en fazla Murathan’a rezil olurum, o da zaten kabul etmez, sorun kalmaz diyordum. Fakat korktuğum gibi olmadı, şarkı hayat buluverdi ve albümün en çok sevilen parçalarından biri oldu ve tek klip de ona çekildi. Çaktırmamaya çalışarak senin sorundan uzaklaştım değil mi? Cidden bilmiyorum, elbette herkesin aşkı kendine ya da aşkı kendisi kadar. Ama bir itiraf daha, bir ömrümün yetmeyeceğini hissettiğim kadar sevdiğim biri oldu.

Röportaj: Çağlar Yerlikaya


Etiketler: kültür sanat
İstihdam