04/03/2009 | Yazar: Salih Canova

‘Bir çok eşcinsel, cinsel kimliği nedeniyle ‘nefret cinayetleri’ne kurban gitti, gitmekte. Bu konuda devletin ivedilikle bir şey yapması gerektiğine inanıyoruz.

‘Bir çok eşcinsel, cinsel kimliği nedeniyle ‘nefret cinayetleri’ne kurban gitti, gitmekte. Bu konuda devletin ivedilikle bir şey yapması gerektiğine inanıyoruz. Eğer nefret suçu yasalarda tanımlanırsa bu nedenle cinayet işleyenlerin çok daha ağır cezalar alacaklarına ve bunun da caydırıcılığı olacağına inanıyoruz. Bu cinayetler aydınlatılana, bu kanı durdurmaya yönelik yasal önlemler alınana kadar kimse kendini huzur ve güven içinde hissetmemeli.’



Kaos GL muhabiri Salih Canova, "Kara Koyun" filminin yönetmenleri Can Çelebi ve Özkan Binol ile görüştü. 

Kara Koyun fikri nereden doğdu? Böyle bir film yapmaya nasıl karar verdiniz?

Daha önce de insan hakları ihlalleriyle ilgili olarak Avrupa ve Afrika’da küçük ve orta çaplı çalışmalarımız olmuştu. Hollanda’da bir sığınma evinin önünde kocası tarafından vurularak öldürülen Gül isimli bir Türk kadının dramından yola çıkarak Türkiye’de namus ve nefret cinayetlerinin üzerine gitmek istedik. Türkiye’ye geldiğimiz zaman The Independent’in manşetlerinde Ahmet Yıldız cinayeti bir gey namus cinayeti olarak duyuruluyordu. Çok etkilendik. Kısa bir araştırma yaptık gördük ki öte yandan Türkiye’de örgütlü bir LGBTT hareketi var. Ahmet Yıldız olayını dış basından da takip ettik. Amsterdam’da Homo-Monumet'te bir protesto gösterisi gerçekleştirdik. Daha sonra tekrar Türkiye’ye dönüp Lambdaistanbul, LİSTAG, Kaos GL İzmir ve diğer LGBTT örgütlerinden arkadaşlarla bağlantı kurup olaya bakışlarını beraberce değerlendirdik. Sonra da tüm bu değerlendirmeleri ve görsel basında yer almış olan malzemeleri bir araya getirip belgesel bir çalışma yapmanın gerekli olduğuna inandık.
 
Kara Koyun metaforu neredeyse dünyanın tüm dillerinde var; the black sheep, het zwaarte schaap, fuera de la manada… Kara koyun renginden dolayi her zaman için sürüdeki diğer koyunlar tarafından dışlanmıştır. Hatta az bulunur olmasına, sütünün tüm dertlere deva oldugu soylenmesine yani tum pozitif ozelliklerine rağmen diğerlerine benzemediği için hep sürünün dışına itilmiş ve istenmemiştir. Oysa renginin farklılığı kara koyunun bilerek isteyerek seçtigi bir tercih degildir o öyle yaratılmış, öyle dünyaya gelmiştir. Tıpkı Jerzy Kosinski’nin unutulmaz romanı Boyalı Kuş’ta olduğu gibi. Filmin ismini Ahmet zaten yaşarken koymustu. Yaptığımız araştırmada öğrendik ki Ahmet öldüğü zaman üzerindeki kanlı tişörtünde ‘fuera de la manada’ yani ‘sürünün kara koyunu’ yazıyormuş. Bu tişörtü ilk gördüğünde almak istemiş. Arkadaşlarına ‘ben de ailemin kara koyunuyum bu tişört bana çok uyuyor’ demiş.
 
Türkiye'de maalesef birçok nefret cinayeti işlendi, sizin Ahmet Yıldız cinayeti ile ilgili bir film çekmekteki amacınız sizce de bu cinayetin "ilk namus cinayeti" olması mı?
 
Sadece Türkiye’de değil, maalesef hâlâ dünyanın bir çok yerinde nefret cinayetleri işleniyor. Ahmet Yıldız bir sembol oldu. Yurtdışında şu an namus cinayeti dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biri o. (Her ne kadar olay daha yargı aşamasında olsa da, hatta olayın namus cinayeti olduğu daha yasal olarak kanıtlanmamış olsa da) Yurtdışındaki tüm LGBTT’ler olayı üzüntüyle öğrendi ve neler olduğunu merak ediyorlar. Bizim amacımız Ahmet Yıldız üzerinden Türkiye’de eşcinsel olmayı ve yükselen eşcinsel örgütlenmeyi bir belgesel içerisinde ele almaktı. Sanırım amacımıza da ulaştık. Şu an Türkiye’de İstanbul’dan Diyarbakır’a, Ankara’dan Eskişehir, İzmir, Bursa ve daha sayamadığımız bir çok Anadolu şehrine kadar yayılmış bir eşcinsel örgütlenme var. Bu bizi son derece şaşırttı ve sevindirdi. Örneğin biz daha Hollanda’da "Homoloket" adında Türk kökenli LGBTT'lere ve onların aile ve yakınlarına yönelik bir oluşumu zar zor ortaya çıkartmaya çalışırken, LİSTAG yirminin üzerinde LGBTT aile ve yakınıyla Avrupa’daki standartların çok üzerinde çalışmalar yapmışlardı bile. Bizim onlardan öğrenecek çok şeyimiz olduğunu gördük. Bir başka önemli nokta da Ahmet Yıldız cinayetinin üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ olayın aydınlatılmamış olması. Biz olayın unutulmasını/ unutturulmasını istemiyoruz.
 
Film için hangi şehirlerde ve kaç kişiyle görüştünüz? Konuşmacılara ulaşmada ya da çekimlerle ilgili zorluklarla karşılaştınız mı?
 
Film için Türkiye’nin üç büyük şehrinde; Ankara, İzmir ve İstanbul’da yaklaşık 15 kişiyle söyleşi yaptık. Bunların içinden yaklaşık olarak 10 civarında kişinin görüşlerine yer verdik. Çok fazla birbirine benzeyen görüşleri elemek zorunda kaldık. Danışmanlık yapan avukatlarımız ve psikiyatrlar, Yeşiller Partisi, Lambdaistanbul, LİSTAG, Kaos GL İzmir, Bianet'ten Bawer Çakır, Haziran Düzkan ve diğer gönüllü arkadaşlar bizlere son derece yardımcı oldular. Buradan kendilerine bir kez daha tek tek teşekkür etmek isteriz.
 
Çekim aşamasında çok büyük zorluklarla karşılaşmadık. Sadece bir çok insan cinsel kimliğinden dolayı deklare olmaktan kaçındı ve kameranın karşısına geçip cinsel kimliğiyle ilgili olarak konuşmak istemedi. Hatta bazı örgütlü LGBTT oluşumlarında aktif olarak çalışan arkadaşların bile bu tür kaygıları vardı. Biz de bu kararlarına saygı duyduk. İstekleri üzere kiminin yüzünü kararttık, kiminin de sadece sesini kullandık. Bunun dışında çekim aşamasında çok büyük bir zorlukla karsılaşmadık. Tüm LGBTT örgütleri kapılarını bizim için sonuna kadar açtılar diyebilirim.
 
Avrupa'dan baktığınızda Türkiyeli Eşcinsellerin durumunu ve Türkiye Hükümeti'nin eşcinsellere yaklaşımını nasıl görüyorsunuz?
 
Türkiye bir çelişkiler/karşıtlıklar ülkesi. Toplumsal farklar son derece dramatik. Ortası neredeyse uçurum, neredeyse orta yok. Bir yanda ultramodern progresif, bir yanda son derece konservatif ve hatta bağnaz bir Türkiye’yle karsılaşıyorsunuz. Hangisinin gerçek Türkiye olduğunu ayırdetmek o kadar zor ki. Türkiye’de son zamanlarda örgütlü bir eşcinsel mücadele örneği sergileniyor.. Geçenlerde katıldığımız bir söyleşide Türkiye’den yeni döndüğümüzü öğrenen bir siyasetçi bize direkt olarak ‘orada eşcinseller açısından bir şeyler iyi gidiyor değil mi?’ diye sordu. Gördük ki yeni yeni insanların kafasında Türkiyeli eşcinsellerin haklı ve desteklenmesi gereken mücadeleleriyle ilgili olumlu bir imaj oluşmuş/oluşuyor. Hatta COC Amsterdam ve Stichting Pera son zamanlarda PINK ISTANBUL adlı büyük bir projeyle İstanbul’u Avrupa’nın yeni ve genç gey başkenti olarak lanse ediyorlar. Her yıl İstanbul’da gerçekleştirilen onur yürüyüşü ve Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki yürüyüş, gösteri ve protestolar buradaki basında günü gününe yer alıyor, sizin de gördüğünüz gibi artık hiçbir yer uzak değil, dünya kocaman global bir köy.

Türkiye Hükümeti’nin eşcinsellerle ilgili bir politikası olduğunu düşünmüyoruz. Bunu düşünmemizi gerektirecek hiçbir somut adım atılmış değil. Biz aynı zamanda Hollanda’da şu anda iktidarda olan Balkanende hükümetinin de eşcinsellerle ilgili bir politikası olduğunu düşünmüyoruz. İkisini birbirinden ayıran tek şey Hollanda anayasasında her türlü ayrımcılığın yasaklanmış durumda olması. Yasalarla güvence altına alınmış hakları, o hükümet ya da bu hükümetin değiştirmeye pek gücü yetmeyeceği. Türkiye’nin imajında hâlâ baskıcı, bir polis devleti izlenimi olması. Lambdaistanbul’un kapatılma davası bunun en büyük örneğiydi. Umutla Türkiye Meclisi'nden LGBTT hakları ya da nefret suçlarıyla ilgili çıkacak olumlu bir karar bekliyoruz. Yoksa çok mu iyimseriz? Bilemiyoruz. LGBTT örgütlenmesi hâlâ ‘ahlak’ bazında ele alınıyor. Oysa her şeyin ne moral, ne de immoral olduğu, bir çağı yaşıyoruz, bu çağda tüm dünya biliyor ki LGBTT hareketi bir eşit haklar mücadelesidir. Güney Afrika hatta Uruguay bile bunu başarmış durumda. Bu yüzden keşke imkanımız olsaydı da bu filmi Meclisindeki tüm vekillere izletebilseydik.
 
Örneğin konuşmacılardan biri devlet için çalışan bir doktor, on yıldan fazla bir zamandır tüm güçlüklere göğüs gererek eşiyle beraber yaşıyor. Hastanede çalıştığı diğer heteroseksüel iş arkadaşlarının eşleri onların sağlık sigortası kapsamında gösterilirken, aynı prim ve vergiyi vermesine rağmen konuşmacı, eşcinsel olduğu için, eşinin onun sigortasından yararlanamadığını söylüyor. Miras hakkının olmadığını, eşinin başına bir şey gelse yetkililerin onu bilgilendirmek zorunda olmadıklarını anlatıyor. Bu ayrımcılık değil de nedir? Yasalar dil, din, ırk, cinsiyet ayrımcılığı gözetilmeden herkes için değil midir?
 
Böyle bir film çekmekteki temel amacınızın "Gerçek suçlu kim?" sorusuna yanıt aramak olduğunu belirtmiştiniz başka bir söyleşinizde peki sizce gerçek suçlu kim? En azından film bittikten sonra sizde nasıl bir kanı oluştu?
 
Biz ‘katil doğanlara’ inananlardan değiliz. İnsanların bir sistem içerisine doğduklarına ve içine doğdukları kültürün onların katil olmalarında rol oynadığına inanıyoruz. Bizim bireylerden önce sistemle ve o sistemden geçinenlerle sorunumuz var. Suçlu kim mi? Suçlu hepimiziz? Susarak, konuşmayarak, yok sayarak, kafamızı kuma gömerek bu cinayetlere ortak oluyoruz. Nefret suçları konusunda hiçbir şey yapmayan, namusu – töreyi ceza indirimi olarak gören yasa koyuculardan tutun da, bize böyle bir film yaptığımız için uyarı mailleri atanlara kadar hepimiz suçluyuz.

Çocuğunun eline silah tutuşturup onun küçücük yüreğini nefret düşünceleriyle dolduran, sonrada annesini - ablasını öldürmesi için onu başka bir şehre yollayanlar, şiddetin, nefretin, öldürmenin, silahın erkeklik olduğunu savunan zavallı, kışkırtılmış kitleler, herkes ama herkes suçlu. Katilleri de, dahileri de yaratan, sistem sonuçta. Onun içinde bir şekilde varolmak hepimiz için önemli. Çünkü o içine doğduğumuz sisteme ihtiyacımız var aynı zamanda, çünkü bizler sosyal varlıklarız. Filmdeki konuşmacılardan birisi Ahmet Yıldız’ın hayatında önemli bir dönüm noktası olduğunu anlatıyor. Onun öldürülmesinden sonra hemen ailesine gidip eşcinsel olduğunu açıklamış. ‘Çünkü’ diyor ‘yalnız ölmek istemiyordum.’ Film bittikten sonra bizde oluşan kanı, filmin daha başında ortaya çıkmıştı zaten. Biz filmi izleyenlere bu yüzden filmin başında ve sonunda iki kez aynı soruyu sorduk. "Kimdiniz?" ve "Kaç kişiydiniz?"
 
Filmi çekerken Türkiye'de yaşayan eşcinsellerle bir etkileşim süreciniz oldu, bildiğim kadarıyla uzunca bir süre Türkiye'de de yaşadınız peki geçmişi ve bugünü kıyasladığınızda Türkiye'de yaşayan eşcinsellerin yaşam biçimleri, eşcinselliğe yaklaşımları vs. ne gibi farklılıklar var? Ya da böyle bir farklılık gözlediniz mi?
 
Ben lisans eğitimimi Türkiye’de tamamladım. Cinselliğini keşfedenler dünyada bir Bülent Ersoy bir de kendisi böyle duygular taşıyor sanırlardı. İletişim ve bilgilenme olanakları bu boyutta değildi. Internet yoktu, KAOS GL sadece bir kaç kitapçıda o da arkalarda bir yerlerde, fotokopi bir formatta satılırdı. İnsanlar arasında ev toplantıları ya da kısa süreli, özellikle hafta sonu gezileri çok yaygındı. O zamanlar uzaktan uzağa aşık olunurdu. Gizli gizli yaşanırdı her şey. Bizim Türkiye’de hiç protesto gösterilerimiz ya da onur yürüyüşlerimiz olmamıştı. Benim çevresine açılmış hiç arkadaşım yoktu. Tek korkumuz ailemiz ve çevremizin bunu duymasıydı. İçimizden birisi şiddete maruz kaldığında korkuyla siner otururduk. Biz öylesine ikiyüzlü bir hayat yaşıyorduk ki, evlendirilen gey arkadaşlarımızın düğünlerinde göbek atıp halay bile çekiyorduk. Şimdi görüyorum ki Türkiye’de insanlar seslerini yükseltebiliyorlar. Konferanslar düzenleyip Türkiye’de eşcinsel olmayı tartışabiliyor, nefret suçlarıyla ilgili etkinlikler düzenleyebiliyorlar. Hatta LGBTT bireyler Bakan Prof. Burhan Kuzu’ya biz de yeni anayasada haklarımızın garanti altına alınmasını istiyoruz diyebiliyorlar... Daha atılacak çok adım, alınacak çok yol olmasına rağmen bütün bu cesur duruş çok güzel.
 
İlerleyen dönemlerde eşcinsellikle ya da eşcinsellerle ilgili projeleriniz olacak mı?
 
Şu aralar Hollanda’nın ötekilerini konu alan ‘Ben ve Digerleri’ (Ik en de Anderen) adlı uzun metraj bir belgeselin ön çalışma aşamasındayız. Eğer mümkün olursa mayıs ayı gibi çekimlerine başlamak istiyoruz.
 
Son olarak söylemek, eklemek istediğiniz neler var?
 
Bir çok eşcinsel, cinsel kimliği nedeniyle ‘nefret cinayetleri’ne kurban gitti, gitmekte. Bu konuda devletin ivedilikle bir şey yapması gerektiğine inanıyoruz. Eğer nefret suçu yasalarda tanımlanırsa bu nedenle cinayet işleyenlerin çok daha ağır cezalar alacaklarına ve bunun da caydırıcılığı olacağına inanıyoruz. Bu cinayetler aydınlatılana, bu kanı durdurmaya yönelik yasal önlemler alınana kadar kimse kendini huzur ve güven içinde hissetmemeli. Biz diğer aktivistlerin yaptığı çalışmaların yanında, onlara katkı olarak bu filmle sorunun varlığının altını bir kez daha çizmek ve kamuoyu oluşturmak istedik. Sadece film yapabiliyorduk biz de filmini yaptık. Resim yapabilseydik resmini, roman yazabilseydik romanını, beste yapabilseydik şarkısını yapardık.
 
KARA KOYUN – HET ZWARTE SCHAAP
 
Yapımcı: Johann Houwer - Özkan Binol
 
Yönetmen: Özkan Binol - Can Çelebi
 
Senaryo: Can Çelebi
 

Etiketler: insan hakları, nefret suçları
nefret