18/06/2012 | Yazar: Zeynep Akkuş

Bu da yeni bir yöntem olmalı: Adeta vur-kaç yapar gibi kendisini dinleyenlerin zihnine bir kuşku tohumu atıp bir kenara çekilmek ve o kuşku tohumunun bir nefret ağacına dönüşmesini beklemek. Bu arada zenofobinin, homofobinin doruklarında gezilsin, ne gam!

Bu da yeni bir yöntem olmalı: Adeta vur-kaç yapar gibi kendisini dinleyenlerin zihnine bir kuşku tohumu atıp bir kenara çekilmek ve o kuşku tohumunun bir nefret ağacına dönüşmesini beklemek. Bu arada zenofobinin, homofobinin doruklarında gezilsin, ne gam!
 
Birkaç gündür takip ediyoruz. AKP Bitlis milletvekili Vahit Kiler, İstanbul’un Eyüp ilçesindeki Pierre Loti Tepesi’nin adının 1934 yılına kadar İdris-i Bitlisi olduğunu öğrenerek tepeye yine bu adın verilmesi için harekete geçti. Kiler bu girişimini "Masumane, Bitlis’li vatandaş olarak geçmişte gasp edilmiş, çalınmış bir hakkı geri alma konusunda girişimde bulunduk" sözleriyle açıklıyor olsa da, ortada yine çok katmanlı bir sorun var.
 
Öncelikle, Vahit Kiler’in bu “masumane” girişiminde yeterince titiz davranmadığını görüyoruz. Övgüler yağdırdığı İdris-i Bitlisi’ye Alevilerin tepkileri hatırlatıldığında "Alevi kesime zarar verdiğine dair hiçbir resmi belgede isnat bulamadım” diyor Kiler. Hâlbuki biraz araştırsa neler neler çıkacak ortaya. Uzağa gitmeye gerek yok. Onun kastettiği anlamda “resmi belge” sayılmaz ama Necdet Saraç, Yurt gazetesinde 11 Haziran 2012 tarihinde yayımlanan yazısında* Bitlisi’yle ilgili çarpıcı bilgilere yer veriyor. Yazının şu cümleleri, bütünü hakkında bir fikir verecektir: “(…) Şah İsmail’in Diyarbakır’daki ordusunu “tarumar” eder. Sonrası ise, Doğu ve Güneydoğu’daki Kızılbaşlar için tam bir katliam dönemi olur. İdris-i Bitlisi binlerce Kızılbaşı katleder. O dönemde bir Kızılbaş şehri olan Diyarbakır başta olmak üzere, bölgeyi Kızılbaşlardan ve Türkmenlerden “temizler”, 40 bin Kızılbaş’ın, Türkmen’in başı kesilir.
 
Sözlerine açıklık getirmek için CNN Türk’te Cüneyt Özdemir’in programına katılan Kiler, canlı yayında eleştirilerle cevap verirken bu kez Pierre Loti üzerinden devam ederek Lotinin sanıldığı gibi bir Türkiye ve İstanbul âşığı olmadığını, Fransız sanatçının eşcinsel olduğunu ileri sürdü. Zurnanın zırt dediği yer de burası zaten (Eşcinsel olmasının Türkiye ve İstanbul âşığı -da- olmasına nasıl bir engel teşkil ettiği de ayrıca sorulmalı tabii). Diğer bütün girişimlerin etkisiz kaldığı her oyunda olduğu gibi burada da “karalayıcı, gözden düşürücü, itibar sarsıcı” etkilerinin tartışılmaz olduğuna inanılan eşcinsellik kartı oyuna sokuldu. Yakın geçmişte İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin tarafından söylenen (…)çok özür dilerim eşcinselliğe kadar her türlü namussuzluğun(…) sözü hâlâ hatırdayken, Pierre Loti de Türkiye ve Fransız aşkıyla dolu bir Fransız sanatçı olarak bilinir. Ama biz daha sonra bu konuda yazılmış birçok şeyi okuyunca gördük ki durum öyle değilmiş” diyerek “Ama o gâvurmuş” iddiasını atıp, tutmaması halinde B planı olarak “Üstelik aynı zamanda ibneymiş” argümanıyla iş, sağlama bağlanmak isteniyor. Programda, Loti’nin âşık olduğu kişinin kadın değil, Azade adında bir erkek olduğunu” iddia eden Kiler hemen akabinde “Bu konulara girmek istemiyorum” diyerek sözü değiştiriverdi. Bu da yeni bir yöntem olmalı: Uzun uzadıya anlatmak yerine âdeta vur-kaç yapar gibi kendisini dinleyenlerin zihnine bir kuşku tohumu atıp bir kenara çekilmek ve o kuşku tohumunun bir nefret ağacına dönüşmesini beklemek. Bu arada zenofobinin, homofobinin doruklarında gezilsin, ne gam!..
 
Umarım, dilerim, insanların yabancı ve LGBT olmalarının, adlarının silinmesine yeterli olduğu günleri yaşamaya sıra gelmemiştir ve hiçbir zaman da gelmez. Umarım, dilerim, Kiler’in teklifi uygulamaya konmaz ve Pierre Loti bu çağdışı uygulamanın ilk örneği bile olmaz. Ama eğer devamı gelecekse bizleri gökkuşağının renklerinin silindiği, son derece kasvetli günler bekliyor demektir. Aristo’dan Foucault’ya pek çok filozofun; Da Vinci ve Michelangelo’dan Frida Kahlo’ya, Andy Warhol’a birçok ressam ve heykeltıraşın; Çaykovski’den Lady Gaga’ya sevilen müzisyenlerin; Shakespeare’den Proust’a, oradan Camus, Virginia Wolf, Tolstoy, Gogol, E.M. Forster, Gide, Joyce, Genet, Truman Capote, James Baldwin gibi nice saygın yazarın; Greta Garbo, Anthony Perkins, James Dean, Jodie Foster, Pedro Almodovar, Pierre Paolo Pasolini, Rock Hudson, Eisenstein, Visconti, Marlene Dietrich gibi önemli sinemacıların benzer gerekçeyle hayatımızdan teker teker çıkarıldığını hayal edin (Nasıl olsa yerlerine, yerlilerini ve makbullerini koymak için pek çok alternatifler hazır değil mi zaten?). Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi ve morun teker teker uçup gittiği hayatımızda geriye sadece siyahla beyaz kaldığında bitecek mi sanıyorsunuz? Her şey ya beyaz olacak ya siyah (Orada da yine “birileri” devreye girip neyin niçin “siyah”, neyin niçin “beyaz” olduğunu anlatacaktır); ya sevap olacak ya günah; ya iyi olacak ya kötü. Herkes ya kadın olacak, ya erkek. Ama o “birileri”nin anladığı ve bize de bıkmadan anlatacağını bildiğimiz biçimde kadın ve erkek (Ha, belki bu vesileyle iki renge daha torpil geçilebilir; pembeye ve maviye). Aradaki sınır daha net ve kes(k)in çizgilerle çizilecek. Herkes yerini ve rolünü bilecek. Pespembe kadınlar ve masmavi erkekler göreceğiz etrafımızda; ama pembenin ve mavinin asla ve kat’a bir arada bulunmaması şartıyla. Mesela kadınlar pembe taşıtlarla yolculuk edecek.
 
Arkası gelir nasıl olsa…
 
Peki ama böyle bir durumda biz ne oluruz? Biz nerede oluruz? 
 

Etiketler: yaşam, gezi/mekan
İstihdam