24/08/2009 | Yazar:

Levent Şentürk, Ayten Alkan'ın hazırladığı "Cins Cins Mekân" adlı kitabı okuyor...  

Levent Şentürk, Ayten Alkan'ın hazırladığı "Cins Cins Mekân" adlı kitabı okuyor...  

Benim için erillik ve mimarlık meselesinin son halkasını Cins Cins Mekân (Varlık Yayınları, 2009) kitabına katılımım ve katkım oluşturuyor. Ancak bu son anda ve sınırlı bir katkı oldu. Editörü Ayten Alkan’la söz konusu kitabın bağlamıyla ‘uygulamalı olarak’ iştigal ederken, yani askerliğim sırasında tanıştım. Alkan toplumsal cinsiyet, feminizm çalışmaları ve mekân konularında uzun soluklu ve derin akademik deneyimini, bu kitapta çoğunun ortaya çıkmasına vesile olduğu birbirinden eğlenceli, yetkin ve yeni makalelerle birleştirerek Cins Cins Mekân’ın yapısını kurmuştu. Kitap için bir bölüm yazmak bu katılımın yalnızca bir boyutuydu. Bu toplamdaki yazılarla tanışmak, onlardan bir şeyler öğrenmek ve cehaletimi fark etmek daha önemli bir boyutu. Bu da benim gözümde kitabın ve yazarlarının değerini çoğalıyor.
 
Akademik meraklarınızı bir alanda yoğunlaştırdığınızda başkalarının da benzer kaynaklarla, hatta aynı cümlelerle uğraştığını görünce büyük bir haz duyarsınız. Cins Cins Mekân’ın yazılarının sürükleyici öykülerinde yol alırken, dipnotlarını kurcalarken ya da kaynakça ormanlarında dolaşırken bu deneyimi defaaten yaşadım. Akademik açıdan yeni bir alanla cebelleşmenin sancılarını azaltan da bu, çünkü başka başka zihinlerde paylaşılıp genişlemiş bir sancı söz konusu. Alkan ise, bu çoğulluğun farkına vardırtan kişi ve kitabın editörü olmak hasebiyle kafasında bolca kıvılcımlar çakan kişi durumunda; bu durum kitabın okurlarına da yansımakta kuşkusuz.
 
Bu toplam hakkında derinlemesine konuşmak bu yazının sınırlarını aşıyor. Bu işi biraz da Esogü mimarlık bölümünde gelecek sömestrden başlayarak yapmayı tasarladığım tartışmalara bırakacağım. Buna rağmen, metinlere rastgele denebilecek dokunuşlar yaparak kitabın sözünü ettiğim çoğul ve zengin içeriğine bir ziyaret gerçekleştireceğim.
 
Heideggeryen ev kavramıyla giriştiği hesaplaşmada Aksu Bora (‘Rüyası Ömrümüzün Çünkü Eşyaya Siner, ss. 63-75), insanın evrene fırlatılmışlığına bir cevap olarak ‘ev kurmaya’ girişmesinin başlangıçta varoluşsal görünen karakterinin, altı kazındıkça kültürel bir aşkınlık alanı tanımladığını, bu tanımlamanın ise erkeğe atfedilmesini sorunlaştırıyor. Eril öznellik karşısında kadına ‘[a]şkınlığı mümkün kılan, ama kendisi aşkınlık imkânını içermeyen bir insani faaliyet olarak ev işleri’ bahşedilmiştir (s. 67). Buradan hızla millet-vatan-yuva sözcüklerinin devletlû (deruni) sularına geçiş yapılabilir, çünkü cinsiyetlendirilmiş mimarlık dilinin ulusal mülkiyet ekonomisi içinde ‘…karnıyarık, yarık rahim/karın demektir; ev geleneksel olarak erkek kardeşler arasında bölünür. Simgesel olarak karın/rahim ile aynı olan evin kendisi de her evli çifte bir odanın, ayrı bir evin oluşturulması için bölünür, çoğaltılır.’ (Carol Delaney, Tohum ve Toprak, 2001, İletişim Yay., s. 55’den aktaran Aksu Bora, s. 72.)
 
Kentte ‘merkez’in ‘erk’le yan yana düşünülmesi yalnızca m‘erk’ez sözcüğünün içindeki bir dil oyunundan ibaret değil. Bu durum, hiç de yabancısı olmadığımız halde tartışmaya açmak istemediğimiz, normatif hale getirilen pratiklerin kanıksandığı eril bir kamusallığa işaret eder. O kadar ki, 19. yüzyılda çıkarılmış fermanların izini süren Serpil Çakır (‘Osmanlı’da Kadınların Mekânı, Sınırlar ve İhlaller’, ss. 76-101) devletin kadınları ev-dışı mekânlarda nasıl bir beden politikasına tabi tuttuğunu belgeler. III. Selim 1789 tarihinde, kayıkla gezen kadınlara ve kayıkçılara karşı gazaba gelerek şöyle seslenir: ‘Kaymakam Paşa; mecmu iskelelere tenbih edeseğiz bu günden sonra karılar yağlı kayık binmesun ve hangi kayıkçı yağlı kayıklara bindirirse katl ederum ve kayığını batırırım. Müslüman karıları Frenk libası şemsiye ile geziyorlar tenbih ede bir el esbah libasçı görürsem öldür derim bir sıkı tenbih edesiniz.’ (s. 86). Öte yandan bu ve benzeri fermanlar tam da Osmanlı’da modernizmin fiziksel çehresinin bir betimlemesine dönüşür çünkü metonimik bir şekilde ihlallerin ve öznellik deneyimlerinin ele verildiği metinlerdir. 18. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına sıçrama yapınca, 1913 tarihli Kadınlar Dünyası dergisinde eril kente karşı direniş hattının çoktan oluştuğu gözlemlenir: ‘Tanıdığım muteber ecnebi hanımlardan birinin büyük bir mağazaya girdiğini gördüm. ‘Acaba zarif madam buradan ne alacak’ diye düşündüm. Saika-i merakla bakıyordum… Orada hüsn-ü tabiatın hüsn-ü intihab edeceğine şüphe olmayan kıymettar eşyayı nefiseden birkaç parça mı alacak, yoksa tuvalet-i levazımenin en güzel ve en pahalılarından bir iki şey mi ayıracak? Hayır, kibar madam bunlardan hiçbirini yapmadı. Kalın, dayanıklı, darbesi kuvvetli, kısa bir kırbaç aldı. …‘Madam af buyurunuz, benim için pek ziyade merak-ı mucib oldu. Bu kırbacı ne yapacaksınız?’ Şöyle cevap verdi: ‘[Beyoğlu Caddesinde] yılışık, terbiyesinden çıkar, gelip geçen kadınlara sarkıntılık eder öyle erkekler var ki bunlara bir kırbaç ile mukabeleden başka çare yok. Bakalım ilk tecrübe hangisine kısmet olacak?’ ’ (s. 97-8). 
 
Beatriz Colomina’nın Loos’un bir konutunun iç mekânlarını konu alan, sahneleme ve gözetleme temelindeki incelemesini akla getiren bir başka çalışma, Yasemin İnce Güney’e ait (‘Konutta Mekânsal Organizasyon ve Toplumsal Cinsiyet: Yirminci Yüzyıl Ankara Apartmanları’, ss. 102-135). Güney, görme-görülme ekseninde son derece ilginç bir plan okumasına girişir. 1920’lerden başlayarak 1990’lara kadar bir dizi konut seçer. Bunları giriş mekânından görsel olarak hâkim olunan birimlerin konumlanışı bakımından ele alan okuma, 1940’lardan başlayarak mutfak, banyo ve yatak odalarının giriş holüne göre gözden uzaklaştırılmasının evrimini anlatır. Cinsiyetçiliği görünür kılan son derece öğretici okuma metodolojisi, bence basit ama devrimsel bir buluştur ve benzer türden okumalar için de sofistike bir eleştirel argüman önermektedir. Ele alınan apartman planları, Bülent Tanju’nun deyimiyle ‘mimarlığın nesnellik hayalinden’ uzaklığını ifşa etmekle kalmaz, plan teknolojisinin hem optik hem de biyopolitik açıdan arkeolojisi yapılabilecek verimli bir eleştirel nesne olduğunu gösterir. Apartmanın ve apartmanlaşmanın tasarım dışı, anonim ve kuramsal açıdan verimsiz olduğunu düşünme eğiliminin yaygınlığı göz önünde bulundurulduğunda, bu okumanın tam da mevcut eril önyargıların ihtiyaç duyduğu yanıtları içerdiği düşünülebilir. Çünkü kentleşmeyle ilgili sığ bir vokabülerle konuşan bu dil, ‘rant’ ve ‘yozlaşma’dan söz ederken bu dinamiklerin oluşturduğu devasa cinsiyet örüntülerini kendi hegemonik konut söylemi yüzünden görmezden geliyor.
 
Kadınların geri plana itilip ikincilleştirilmesi için kullanılan ifadeyle ‘yarı-kamusal’lığa yakınlaşan ve buradaki yoğun yaşantıları bizzat deneyimleyen bir yazarın bakışıyla bir ‘hijyen’, ‘arınma’ ve ‘kirlilik’ mekânı olan Ankara Ulus’taki Şengül hamamının özel tarihi görünür hale geliyor. Elif Ekin Akşit’in (‘Kadınların Hamamı ve Dönüşümü’, ss. 136-167) içinde çıplaklık, sosyalleşme, haz, ataerkillik, ahlak, yoksulluk, mafya, maçoluk, sınıfsallık, gözlemci ve nesnesi arasındaki gelgit, kentsel dönüşüm ve direnç yapıları, hamamlar ve parklar, kadın dayanışması gibi birçok unsuru bir araya getiren yazısı, yaratıcı ve öğretici bir makale.
 
Öte yandan, Hülya Arık’ın (‘Kahvehane’de Erkek Olmak: Kamusal Alanda Erkek Egemenliğin Antropolojisi’, ss. 168-201) makalesi bir anlamda erilliğin tekil ve homojen bir patolojik cinsiyet rejimi biçiminde tanımlanmasına karşı duruyor. Kahvehanenin bir dizi erkeklik ritüeliyle etkilerini sokağa ve mahalleye yayma yollarını sorunlaştıran Arık, gündelik hayatta eril pratiklerin en yaygın ve kanıksanmış biçimde ‘kana karıştığı’ yerlerin kahvehaneler olduğunu göstermekte. Erkeklerin kendi aralarındaki hiyerarşik ve ataerkil ilişkileri yazılmamış kuralarla pratiğe döktüğü yer olan kahvehane, kent merkezinin (genel anlamda ise ‘dışarısı’nın) erkeğe ait kılınmasına bir dizi pratikle (mikro-fizik) katkıda bulunur. Erkek homososyalliğinin hegemonik bir türü olan kahvehanelerin son yıllarda gittikçe artan muhafazakârlığın çözünmesinde nasıl bir rol oynadığı ortada. Bu sayede, güçlü bir erillik ve onun zorunlu ötekileri olan güçsüz erkeklikler de tanımlanır ve dışsallaşarak şiddete açk hale getirilir.
 
Kadınlar için ‘dışarısı’yla iştigal etmenin yegâne meşru biçimi alışveriş olarak tanımlandığından, ancak sınırlanmış bir kentsel mekân söz konusu. Arzu Yılmaz, (‘Benim Adım Bayram, Herkes Bu Tezgâha Hayran: Kadın-Kent İlişkisinde Sosyete Pazarı Durağı’, ss. 202-216) m‘erk’ezin kadına kapalı eril bir kamusallık kurduğuna dair bir metin üretiyor. Ama Yılmaz’ın dikkat çektiği şey, bu denetlenmiş ‘dışarısı’nın evin duvarlarını saydamlaştırdığı, mahremiyetin katı sınırlarının burada eridiği. ‘Vatan devletin, kadınlar erkeğin mülkü’ olduğuna göre, ‘siyasal ve sosyal iktidar’ böylece ‘adil’ bölüşüldüğüne göre(!) (s. 212), zaman zaman bu bölüşümle ilgili kentsel parodilerin belirmesi uzak bir ihtimal sayılmaz. Sosyete pazarlarındaki kadın iç giyim tezgâhlarında cinsiyet rollerinin gevşediği bir karnaval yaşanır ve kadınlar bu rollerin gevşeme tarzını, zararsız erilliği, dişileşmeyi satın alırlar. (Bu mekânda pazarcıların hançereleri yırtılarak savurdukları cinsiyetçi sloganlardan birini bu yazının başlığına yerleştirdim.)
 
Cinsiyet körü ulaşım sistemi, normatif erilliğin bir başka boyutunu göstermekte. Aslıcan Kalfa, Bilge Sevim Aytekin ve Zeynep Özge Dinç, (‘Kent İçi Ulaşımın Cinsiyeti: Ankara Örneği’, ss. 217-242) ortak çalışmalarında kentin majör ekonomik aygıtlarının ritmine göre çalışan ve yapılanan ulaşımın bu ana ritme uymayanları nasıl tahakkümü altında tuttuğunu sorunlaştırıyorlar. Günümüzde araç sahipliğinde ve kullanımında olduğu kadar, otobüsün toplu taşımada kullanılmasında kadınların göz ardı ediliyor olmaları, devasa bir kentsel ve mimari sorun alanına işaret etmeye devam ediyor. Yazarlar, BM ortak programı kapsamında ‘Kadın Dostu Şehir’ uygulamasına dikkat çekiyor ve Türkiye’de 6 ilin pilot bölge olarak seçildiğini ifade ederken neler yapılabileceğini somut olarak sıralıyorlar. Bunlar arasında bir dizi güvenlik önleminin yanı sıra, yoksulluğu ve katılımı temel alan düzenlemeler de var.
 
Hasan Üstün (‘Kadınların Tarihi, Erkeklerin Kararı: Antalya ‘Şeker Fabrikası’nın Anı Değeri’, ss. 243-263), yazısında Antalya’nın erken cumhuriyet döneminin kültür ve eğitim merkezinin nüvesini oluşturan birkaç binanın ortadan kaldırılma sürecini, başından sonuna ortağı ve tarafı olduğu acı bir deneyim olarak ayrıntılı biçimde işliyor. Üstün, yapılarla ilgili iki farklı tarihsel iktidar işleyişini sorunlaştırıyor: Cumhuriyetin ideal kadını yaratma yolunda adı ‘şeker fabrikası’na çıkan toplumsal cinsiyet aygıtları üzerinde devletin erki bu işleyişin ilk boyutuyken, diğer cepheyi bu deneyimin mekânları ve dolayısıyla bu kurumlardaki kişisel tarihleri silinmek istenen kadınların, mevcut neoliberal rant aygıtlarının ikiyüzlü çıkarcılıkları karşısında sergiledikleri direnç oluşturuyor. Üstün’ün bu süreçte birkaç yıl içinde konuyla ilgili yaptığı yerel ve ulusal yayınlar bu acı deneyimin tarihsel kayıtlarına dönüşmüş durumda. Üstün, koruma kurulunun popülist tavrını eleştirirken yapıların yıkılma gerekçesinde belirtilen iki argümanı vurguluyor. Güncel uygulamalarda benzerlerine rastlanan ironi, bir yapının ‘anı değeri’ne sahip olmasına karşın ‘mimari değeri’nin olmayabileceğini, dolayısıyla anılarımızda yaşamak üzere cehennemi boylayacağına karar verilebilmesinde kendini gösteren, Türkiye’ye özgü bir kültürel dibe vurma halini gözler önüne seriyor.
 
Giorgio Agamben’in ‘dışlarken içerme, içerirken dışlama’ olarak adlandırdığı olağanüstü hal pratikleri ya da devlet tasarrufları, genel ev ya da seks işçiliğinin mekânlarında da kendini gösteren bir durum. Aslı Zengin’in (‘Devletin Cinsel Kıyıları: İstanbul’da Fuhşun Mekânları’, ss. 264-283) metninde bu durum sorunlaştırılıyor. Merkezin erkle doğrudan ilişkisi, seksin mekânı söz konusu olunca daha da keskinleşerek bir taraftan kadının ‘uygunsuz görünümünden’ kurtulmayla, diğer yandan uygunsuzluk halini en sert ve katı biçimde denetim altında tutma pratikleriyle belirginlik kazanıyor. 16. yüzyılda Osmanlı’da kadınların kamusal mekânda görünürlüklerinin en ayrıntılı biçimde tanımlandığı fermanların aşırı denetleyici dilinin benzerine, fuhşu ve seks işçilerinin yaşam alanını tanımlayan güncel yasa dilinde rastlamak son derece çarpıcı bir duruma işaret ediyor. Yazar, ikincisinin mekânsal sonucunun polisle kovalamaca nedeniyle seks pratiklerinin gittikçe daha belirsiz, yer değiştirmeye ve hıza dayanan, esnek/akışkan bir mekânsal duruma dönüştüğünün altını çiziyor.
 
Yasemin Öz, (‘Ahlaksızlar’ın Mekânsal Dışlanması’, ss. 284-302) eril şiddetle dolu deneyimleri sorunlaştırırken, heteronormatif düzenin ötekileri olan LGBTT (lezbiyen, gey, biseksüel, travesti, transseksüel) bireylerin yerlerinden edilmeleri, faşizmin hedefi haline gelmeleri ve öldürülmeleriyle sonuçlanan mevcut linç ortamını gözler önüne seriyor. Yazarın toplumsal cinsiyet hiyerarşisinde en alta yerleştirilen LGBTT bireylere yönelik adalet talebiyle biten metnin akla getirdiği şeylerden biri, Foucault’nun modern kapatılma aygıtının pratikte bütün şiddetiyle rolünü sürdüğü gerçeği.
 
Sema Buz’un ‘Köken Ülke –Sığınılan Ülke Hattında Kadın Sığınmacılar ve Geçicilik’ (ss. 303-327) başlıklı makalesi kadın, esmer, yoksul ve mülteci olmakla defalarca ötekileştirilen insanların Türkiye’deki deneyimlerini temel alıyor. Buz’un vurguladığı nokta, göç veya sığınma söz konusu olduğunda ülkeler arasında yürürlükte olan hukukun taşıdığı eril nitelik. Çünkü erkekler için sığınma talebi siyasal bir anlam taşırken, kadınlar toplumsal cinsiyet normları uyarınca siyasal bir iradeden çok, kurban ve ezilen rollerine göre değerlendirilmektedir. Mültecilerin mekânsal deneyimlerinin derin bir aidiyetsizlik sarmalı yaratması, sınıfsal durularında iyileşme olamaması ve bitmek bilmeyen bir sosyal ve hukuksal dışlamanın nesnesi olmaları başlıca sorun alanlarına işaret eder.
 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam