03/08/2010 | Yazar: KAOS GL

Pink Curtain, Mathew Charles’in iki Slovak yazarın (

Pink Curtain, Mathew Charles’in iki Slovak yazarın (Roman Kuhar ve Judit Takacs) romanından yola çıkarak çekmiş olduğu, kimlik, ayrımcılık ve hegemonik kimlik/kültürün kodlanmış düzeni sorguladığı (kitapta bu heteroseksist/ataerkil, partiarkal olarak tanımlanmıştır), dokümanter filmdir. Film uluslararası birçok film festivalinde gösterilmiş ve İngiltere’de birçok üniversitede akademik bir malzeme olarak kullanılmaktadır. Film 2008 yılında gösterime girmesine rağmen, benim filmi görmem bu sene Ocak ayına rastlamış ve Mathew ile Londra’daki BBC binasında söyleşi yapmam da ancak bunda üç ay sonra Nisan ayında soğuk ve yağışlı bir Londra günü mümkün olabilmiştir.
 
Röportaj: Enver Ethemer

Neden şimdi yazmak istedim ve neden Pink Curtain üzerine yazmak istedim?
Uzun bir süredir Kıbrıs’ta süre gelen kimlik ve kimlik üzerinden kurulan biz ve diğeri tartışmaları ve demokratik ilkelerden uzak bir seçim dönemi izledik. Bu içerikte ve konjonktürel olarak ne sağ ne de sol insan hakları, kimliksel açılımlar, demokratikleşme ve de sürdürülebilir toplumsal yapılanma gibi manifestolar üzerinde durmadı. Bu KKTC’deki sosyal ve katılımcı aktif demokratik vatandaşlık kültürünün ve sivil toplum anlayışının ne kadar pişmemiş olduğunun kanıtıdır. Beyond the Pink Curtain aslında bu bağlamda çok uygun mesajlar veren ve toplumsal gelişimin, bireysel eşitlik ve kimliksel farklılıkların ancak demokratikleşme ve hukukun üstünlüğü ile sağlanabileceğini göstermektedir. KKTC’de ve dokümanterde bahsi geçen ülkelerde yaşananların aslında, demokratikleşememiş politik sistemlerde propaganda üzerine kurulu değişimin masalsı olduğu ve halkın aslında kendini yönetme otoritesinden uzaklaştırıldığını göstermektedir.
 
Belgeseliniz politik, hukuksal ve sosyal bir soylem içermektedir. Biraz bağlamdan bahseder misiniz?
1989 yılını takiben, birçok doğu Avrupa ülkesinde birçok sosyal ve politik değişim yaşandı. Sovyetler Birliğinin yıkılması üzerine, doğru Avrupa’da meydana gelen politik otorite ve demokrasi eksikliğini doldurmak AB’nin üzerine düşmüştür. Bu bağlamda bu ülkeler birçok belli bir süreçten sonra AB üyesi olmuşlar ve gerekli bazı sosyal, politik vs reformlarını da yerine getirmişlerdir. Bu ülkeler zaten 1989 öncesi komünist düzenden çıkmış demokratik bir süreçten geçmemiş ve ikinci dünya savaşı sonrası “uluş-devlet” kurumu üzerine kurulmuş sosyal, politik ve hukuksal sistemlerdir. Genelde bu sistemler tekçi, hiyerarşik/militer kimlik ve vatandaşlık olgularını barındıran dışa kapalı sistemlerdir. Dıştan gelen ve sisteme tehdit olarak algılanan her türlü farklı politik ve sosyal baskı genelde şiddet ve aşırı uçta milliyetçi tepkilerle karşılanmaktadır. Filmde de Belgrad’ta yapılan gösterilerde insanlara şişeler ile saldırılmış, inanılmaz derecede şiddet unsuru içeren öyküler var.
Bu da gösteriyor ki aslında hukuk, sosyal değişim ve politik değişim birbiri ile ilintili ve bir birine kenetlenmiş oluşumlardır. Yani hukuksal değişim aslında sosyal değişim ve politik demokratikleşme süreci ile desteklenmediği sürece, toplumsal ilerleme ve gelişim de sekteye uğrar. Filmin esas vermek istediği mesaj budur. Aslında hukuksal değişim olsa da, bunu destekleyecek politik demokratik sivil toplum ve kamu ortamı yaratılmadıkça hiçbir şekilde sosyal değişim ve demokratik ilerlenme sağlanamaz. Bizim ilerleme diye gördüğümüz, pragmatik ve propaganda söylemleri ile dolu politik seçim manifestoları birer “PINK CURTAIN” aslında.
 
Peki belgesel bu tip toplumsal bölünme ve dışlama mekanizmasını nasıl açıklıyor?
Aslında çok basit açıklıyor. 1989 sonrası bu ülkelerde yaşanan değişim batılı toplumlar tarafından demokratikleşme, ilerleme ve ekonomik-sosyal birer dönüşüm olarak yansıtıldı. AB faktörü de göz önüne alındığında burada çok büyük bir demokratikleşme, sosyal ve kültürel mantalite değişimi yaşanması bekleniyordu. Ama hâlâ bugün birçok insan hakları ihlalinden bahsediliyor ve belgesel aslında bu konuda bir gösterge özelliği taşıyor. Aslında hukuksal değişimin sosyal ve demokratik değişim ile desteklenmediği zaman, toplumların tipik kodlanmış heteronormativite ve baskıcı kimlik düzeninden çıkamadıklarını, hatta çıkan toplumların (Batı Avrupa) dahi kendi içlerinde bu tür sistem dışı olgulara aslında masalsı bir gerçekçilik ile yaklaştığını anlatmaktadır. İnsan hakları, demokratikleşme ve bunun gibi politik söylemler ile toplumsal ve sosyal değişim yarattığımızı sanıyoruz ama hegemonik sosyal yapının dışındaki oluşumlar dışlanıyor. PINK CURTAIN aslında bu masalsı, direk olamayan dışlama mekanizması, bu toplumsal klanlar yaratmayı temsil eden tematik bir söylem. Bizim yarattığımız masalsı bir perde gerçekçi olarak bakıldığında olaya. Bu masalsı bir perde içerisine biz toplumsal değişim ve eşitliği yarattığımızı sanıyoruz fakat bu uyarlanmış bir kurgu olmaktan öteye gitmiyor.
Belgesel de birçok eski doğu bloku ülkesindeki bu masalsı “pembe perdeyi” işliyor. Düzen dışında olan, farklı olan her şeye karşı yapılan saldırı ve onları normalleştirme isteğimiz. Toplumsal hafızanın ötekini yaratması ve ötekini yok etmeye çalışması. Bizim demokratik, açılımcı sandığımız değişimlerin aslında birer pembe, masalımı perde oluşu ve toplumda bölünmeye yol açmasını işliyor. Hukuksal ve demokratik olarak algıladığımız değişimin aslında insanları normalleştirme, hadım etme işlemi olduğunu ortaya koyuyor. Bizim demokratikleşme olarak algıladığımız değişimin tamamıyla bir yanılgı olduğunu açıklıyor. Seçim, politik parti ve propaganda dolu söylemler aslında baskıcı, tekelci sistemi temin eden pişkinleştiren bir yapı. Belgeseldeki söylemlerde bu sistemin nasıl canavarlaştığını ve her türlü tehdidi nasıl şiddetle yıkmaya çalıştığını gözler önüne seriyor. Filmde yapılan söyleşilerde bu saldırının boyutu ve kodlanmış normative sistemin şiddet ve pragmatik baskı ile her türlü farklılığı nasıl hadım edip kodlamaya çalıştığını gösteriyor.
 
Sizce AB bu noktada ne gibi bir misyon üstlendi? Bu misyon başarılı mıydı?
AB aslında çok önemli bir dış etkendi. Bu ülkelerde oluşan iktidar eksikliğini ve değişim sürecinin sağlıklı gelişmesini temin eden bir dış politik unsurdu. Fakat bu misyonun başarısı tartışılır. Zaten AB’nin dış politik gücü ve iç politik etmenleri değiştirme gücü sınırlı. Fakat daha güçlü mesajlar verebilirdi, daha fazla yaptırım uygulayabilirdi. Ekonomik öncelliklerinden dolayı biraz riyakarca davrandı. Bu yüzden sağlıklı bir demokratikleşme ve sürdürülebilinir bir sosyal, toplumsal açılıma yön veremedi.
Bu tür kırılgan ve demokratik geçiş sürecinde olan sistemlerde toplumsal, politik ve sosyal değişim genelde sancılı olur. Bunun bilinci ile olaya yaklaşan AB 1990’ların sonunda bu misyonu daha çok ekonomik öncelliklere taşıdı ve sosyal, hukuksal demokratik açılımları ikinci plana itti. AB parlamentosu bu konuda bayağı aktif ve ilerici rol üstlenmesine rağmen, karar verme mekanizmasındaki zayıflığından dolayı bu ülkelerdeki toplumsal ve demokratik açılımların güçlü tarafı olamadı. Bu da sivil toplum ve demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasını sağlayacak kamu düzenin oluşturulmasını geciktirdi. Belgeselde hakları için yürüyüş yapan, sosyal hareket ve politik tanınma isteyen kişilere yapılan saldırılar, devlet içi mekanizmaların saldırgan tutum ve söylemlerinden bahsediliyor. Korku ve şiddet içerisinde hak arama demokratik olamaz. Ayrıca bu ülkelerde seçimler, politikacılar ve politik partiler de hiçbir şekilde bu açılımları destekler nitelikte değil. Maalesef AB’nin bu konuda yapmış olduğu pek bir şey yok. Sadece Polonya’ya açılmış iki dava ve finansal yaptırım cezası var. Ama geniş tabanlı olmayan değişimler zaten başarısız olur. Devletçilik politikasının güdüldüğü yerlerde kimliksel özgürlüklerin açılımı hep zor olur. Bu da gelişme, sosyal değişim ve sürdürülebilir demokratik değişimi engeller. AB’nin misyonu bunu olur kılmaktı ama pek başaramadı. Sadece kanun ve yasama değişikliği yeterli değil.
 
Belgesel ayrıca bunun sadece Doğu Avrupa’da yaşanan bir olgu olmadığını aslında AB üyesi birçok Batı Avrupa ülkesinde de azınlık ve farklı gruplara karşı bir duvar çekme olgusunun mevcut olduğunu gösteriyor.
Evet bu bütün dünyada yaşanan bir olgu. Alsında hep ulus üstü oluşumlar, uluslararası hukuk düzeni ve insan hakları rejiminden bahsediyoruz ama “ulus devletin” hegemonik ulusal kimliğe dayalı kültürel baskıcı fonksiyonu değişmedi. Belki fonksiyonlar parametreler değişti ama devletin totaliter mantığı değişmedi. Bu özellikle demokratik kültür eksikliği çeken, demokratikleşme sürecini geç başaran ülkelerde daha da çok göze çarpıyor. Dokümanterde görülen hiyerarşik devlet-kimlik-ulus-millet bağlamları aslında “ulus devletin” hegemonik yapı olduğunu ve farklılıkları ıslah edici bir misyon üstlendiğini gösteriyor. Yürüyüşler, gösteriler, kimlik açılım için yapılan muhalif sosyal hareketler hep bu merkez odaklı sisteme bir tehdit oluyor. Filmde Sırbistan, Letonya, Litvanya ve Polonya’da bu gibi toplumsal hareketlere hem politik partilerin hem de devletin ne kadar baskıcı, acımasızca yaklaştığı gösteriliyor. Ayrıca dokümanter bunun bütün dünyada yaşanan bir olgu olduğunu da gösteriyor. Biz alsında pembe masalımsı bir değişimden bahsediyoruz. Ama bu masal aynı zamanda bizim Pembe olarak gördüğümüz siyah perdeler yaratıyor. Aslında pratik bir değişim değil şematik ve sembolik bir değişim. Bu her yerde böyle. Kadına karşı şiddet, İngiltere’de son zamanlarda yaşanan LGBT cinayetleri tamamıyla bu yanıltıcı Pink Curtainin dışavurumları. Hegemonik devlet bizi hep ötekini yaratmaya ve ona gülerek onu yok etmeye zorluyor.
 
Enver Ethemer, Brunel University’de, doktora (PhD) Öğrencisi. Mathew Charles ile röportajı BBC White City’de yaptı.



Etiketler: kültür sanat
İstihdam