04/03/2011 | Yazar: Didem Peker

İlk kitabı “Sevişen Çocuklar Matinesi”nden sonra Kaos GL ve Sabah Gazetesi’nde yaptığı ropörtajlarla dikkat çeken ve “Fişini Sen Mi Çektin Rü

İlk kitabı “Sevişen Çocuklar Matinesi”nden sonra Kaos GL ve Sabah Gazetesi’nde yaptığı ropörtajlarla dikkat çeken ve “Fişini Sen Mi Çektin Rüyalarımın” adlı yeni kitabı Liman Yayınları tarafından yayımlanan Çağlar Yerlikaya ile matineden suareye giden yerde durduk.
 
Gürültüsüz bir kitap, sessiz bir sarsımla herkes çukuruna… Yalnızlıkla yaptığı her şey için bir özür borçlu yazar. Kırılma noktası okuyucuya göre değişecektir ancak okuduktan sonra uyuyabilmek için dilek tutmak zorunda kalınabilir. Beyoğlu bir gece uyuyakalıyor; sayıkladıkları, rüyasının fi şi çekilene dek kayıt altında. Tek kişilik bir uykuda, çift kişilik rüyalar için gündüzden arttırıp geceyle anlaşmalı uyuyor. 1992 yapımı bir Yavuz TURGUL senaryosuna uğratarak “Gölge Oyunu” fi lminden bir soruyu getiriyor aklıma: İki insan aynı rüyayı görebilir mi? “Fişini Sen Mi Çektin Rüyalarımın”, faili meçhul bir çatı katından, sokak yetmezliğinden ölen kalbe uzanan bir uyku…
 
İlk kitabın “Sevişen Çocuklar Matinesi”nden üç yıl sonra “Fişini Sen Mi Çektin Rüyalarımın” gibi ürpertici bir soruyla okuyucuyu karşılıyorsun. Kitap, uyurken gördüklerin gibi…
 
Geçici ölüm hali denen uykuyla çok uzağa kaçabileceğimi sanmıştım. Oysa gözümü kapatana kadar yaşadığım her şey daha görkemli bir biçimde vizyona girdi rüyalarımda. Uykum, karşımdakinin rüyasına bile sızabilecek ve ona, gördüğü rüyayı anlatabilecek kadar derindi. Her uyandığımda sanki aradan yıllar geçiyordu ama o hep oradaydı. Bu defa gerçeğe şüpheyle yaklaştım. Gerçek hayatın ve rüyaların sadece korku filmlerinde karışmadığını anladığımda, gördüğüm her şeyi yazmaya başladım. Rüya içinde rüya… Teknik bir arıza olan, gerçekler miydi yoksa?
 
Kitap, kapak fotoğrafınla başlıyor. Umay Umay’ın çektiği fotoğraf, sayfalar henüz çevrilmemişken kitabı gösteren bir ayna. Fotoğraftaki de sensin, bir gece resmi gibi…
 
Duygularını sese, söze ve görüntüye dönüştürme konusunda çok başarılı ve çok önemli bir sanatçı Umay. Müzikten ve edebiyattan sonra fotoğrafta da kendi dünyasını yarattı. New York, Rusya ve Fransa’daki çok önemli sanat dergileri, kapaklarında Umay’ın çektiği fotoğrafl ara yer verdiler. Fotoğrafl arına baktıktan kısa bir süre sonra, o fotoğrafa gizlenmiş en az üç şiire rastlıyorsunuz.Hem yeni kitabımın hem de ilk kitabımın yeni baskısının kapaklarında onun çektiği fotoğrafl arın olması, sözcüklerimin başına gelen en güzel şeydir. Çektiği fotoğrafl a, kitabı özetledi adeta. Ve beni rüyalarıma geri gönderdi…
 
İlk kitabını Umay Umay’a ithaf etmiştin. “Ölünceye dek seni seveceğimi sanmıştım baba ama âşık oldum’ diyen kalem, popüler kültürden müzik doğurmayan kalp ve hiçbir zaman apolitik olmayan sessizlik senin bu kadar yanındayken, kendini çok özel hissetmelisin…
 
Umay benim başucumda atan bir kalp. Çok derin ve özel bir ilişkimiz var. Beyoğlu’nda el ele yürüyoruz, birbirimize mektuplar yazıyoruz, gece 12’den sonra kahve içmeye gidiyoruz. Kalplerimizde olup bitenlerden konuşuyoruz; ben ona sevgilimi anlatıyorum. Sonra o bir sözcük çıkartıp avucuma bırakıyor, susuyoruz…
 
Kitapta, ya hayatın karşısına güzel çıkmak isteyen ya dahayata bugün uğrayamayacağını bildiren birisi var. Bu sıkı bağ için nereden yer ayırttın?
 
Hayattaysam, yerimi en ön koltuktan ayırtıyorum. Böylece üzerinde ilerlediğim hayatı ve hayatın hangi duygusuna daha çok yaklaşabildiğimi, aşka ya da yalnızlığa kaç km kaldığını gösteren tabelaları görebiliyorum. En ön koltuğa sahip olmak için de, hayatın karşısına korkusuzluğumla ve gülümseyişimle -yani en güzel halimle- çıkmam gerektiğini biliyorum. Aksi takdirde muavin gelip yanlış yerde oturduğum ve arka koltuklardan birine geçmem gerektiği konusunda beni uyarır. Eğer hayatta olmadığımı hissediyorsam ya da olmamayı tercih ediyorsam da, arka koltukta bile oturmak istemiyorum. Saklanmak yerine yok olmak daha doğru geliyor bana. Saklanmak, oyun oynamaktan ve “beni bulun” diye bağırmaktan başka birşey değildir.
 
Bir kaydı izletirken, istediğin yerde durdurup sokağa çıkıyorsun gibi. Sokaktayken tuzlambalarını kırıyorsun okurun.Fren sesi evde midir en çok?
 
Evin içinde dilediğince sevişebilirsin, ağlayabilirsin, kavga edebilirsin ama o kadar… Eğer koşmaya kalkarsan, mutlaka bir kapıya ya da bir fotoğrafa çarparsın. Bir evin her yerinde sana ait ve seni durduracak bir hikâye hazır bulunur. Ama sokak öyle değil. Sokakta hız limitlerini aşabilirsin; yüzünü yansıtan bir vitrine rastlamadığın sürece çarptığın hep başkasıdır. Eski sevgilini öptüğün sokak lambasının altında, 2 ay sonra düğmelerini çözeceğin adamın ya da kadının koluna değip geçebilirsin. Sokağın sürprizi çoktur; bu yüzden ayağını gazdan çekmek istemezsin.
 
Kitapta, seçilmemiş yalnızlık esansını, bileklerine sürmüş koklatıyorsun kendine. Bu yalnızlık, kendi öksürüğünü, beklediğin kişinin ayak sesine dönüştürecek kadar tehlikeli mi?
 
Posta kutusunda gördüğünde seni çok sevindiren mektubun, aslında 2 gün önce senin tarafından yazılıp oraya bırakılmış olması kadar tehlikeli. Bir şeyin bittiğini kabullenmediğin zaman, şizofren bir sürece girmen kaçınılmaz oluyor. Kendini, onun geri geldiğine ya da hiç gitmediğine inandırıyorsun. Seçimin olmayan yalnızlıkla başa çıkmanın en korkutucu yolu bu… Ama eninde sonunda biri, seni gerçekle yüzleştirir. Gitmedi, öyle mi? Peki ayakkabıları nerede?
 
“Annenin yaptığı kurabiyelerin, ellerinde ufalanışını özlemek;baban tekrar saçlarını yana doğru tarasa, yakışıklı ve mutlu bir çocuk olarak sokağa dönmek” çocuklukla vedalaşmadan mı ayrılmalı?
 
Veda ederek ya da etmeyerek, sonunda mutlaka ayrılmak gerekiyor mu? Çocukluğumun elini bir gün bile bırakmadım. Çocukluk günlerine sürekli dönen pek çok kişinin aksine, çok mutlu bir çocukluğum oldu benim. Eğer mutsuz bir çocukluğum olsaydı, büyümek hoşuma giderdi ve yaşlanmak için elimden geleni yapardım. Ama öyle değil. Bu yüzden üfl ediğim mum sayısı arttıkça, çocukluğumdan uzaklaştığımı hissetmek beni mutsuz kılıyor. Artık içine sığmadığım için üzerimden çıkarmak zorunda kaldığım ve bir daha asla giyemeyeceğimi bildiğim ancak hala dolabımda sakladığım bir kazak. O döneme ait özlediğim ve unutmadığım her şey, o kazağın renkli desenleri…
 
“Sokağın soluna döndün. Bir travesti, korkularıyla saklambaç oynuyor. Hayatı ondan saklamak isteyen herkes kaybolsun istiyor. Elini duvara dayayıp, çocukluğuna kadar bağırarak sayacak birazdan...” Yok sayarak cezalandıran zihniyet çoğalıyor. Yargı mekanizması insan, nasıl vazgeçecek ötekileştirmekten?
 
Sadece yok sayan değil, yok etmeye çalışan zihniyet de çoğalıyor. Bu tehlikenin farkına varmamak için ellerinden gelen her şeyi yapmaya hazırlar. Çocukluğumuzdan itibaren heteroseksüel olmamız konusunda bizi şartlayan öğretiler ile büyütülüyoruz. Küçükken okutulan masallarda bile, aşkın sadece prensler ve prensesler arasında olduğuna inandırmaya çalışılıyor. Prensesseniz, bir kurbağayı bile öpebilirsiniz ama başka bir prensesi öpmeniz söz konusu bile olamaz. Peter Pan’ın gey bir çocuk olabileceğini kimse aklına getirmek istemez. İnsanlardaki, başkalarının hayatına karışma cüretini hiçbir zaman anlayamayacağım. Bir insan fi ziksel ve duygusal olarak karşı cinsine de ilgi duyabilir, kendi cinsine de. Bir insan fi ziksel olarak sahip olduğu cinsiyetten rahatsız olup onu değiştirmek isteyebilir ya da bundan memnun olarak hayatına öyle devam edebilir. Bu tamamen kişinin kendisine ait bir durum ve karar… Başkalarını ya da yasaları asla ilgilendirmez. İnsanlar başkalarının kararlarına saygı duymak, yasalar da bütün insanları eşit bir şekilde korumak zorundadır. Homofobinin okuyarak, sorgulayarak ve empati kurarak tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu düşünüyorum. Ve her şeyden önemlisi, iyi bir kalbe sahip olmak gerek. Sokakta kavga eden iki erkekten değil de, el ele tutuşan iki erkekten rahatsız olan insanların buna sahip olmadığı kesin.
 
17 yıldır yayımcılık yaşamını sürdüren ve 3 yılı aşkın süredir yaptığın röportajlar ve yazdığın yazılarla yer aldığın Kaos GL, senin yaşamının neresinde?
 
Kaos GL’yi yıllardır takip ediyordum. Karşılıklı buluşmamız ise, sevgili Kürşad Kahramanoğlu aracılığıyla “Sevişen Çocuklar Matinesi” kitabım üzerine Uğur Yüksel ile yaptığımız güzel bir röportaj sayesinde gerçekleşti. Daha sonra yavaş yavaş Kaos GL’nin –başta Ali Erol olmak üzere- bütün yaratıcıları ile tanıştım. Var olduğu günden bu yana homofobi başta olmak üzere her türlü ayrımcılıkla çok güçlü bir şekilde mücadele eden ve hiçbirimizi yalnız bırakmayan Kaos’a, kendi payıma düşen vefa borcumu ödemek için uzun zamandır kalbimden geleni yapmaya çalışıyorum. Gurur duyduğum Kaos GL’nin varlığı, bu ülke için son derece önemli. Bu yüzden başta LGBTT bireyler olmak üzere herkesin, herhangi bir ayrımcılık söz konusu olduğunda korkusuzca sesini yükselten ve “öteki”leştirenlere sahip çıkan Kaos GL’ye ve diğer derneklere maddi & manevi destek olması gerekiyor.
 
Yazı alanında başka çalışmaların da var. Biraz bahsedebilir miyiz?
 
Bir süredir üzerinde çalıştığım bir senaryo çalışması ve benim için çok değerli olan Deniz Türkali ile birlikte hayata geçireceğimiz bir tiyatro oyunu projesi var. Her ikisi de beni çok heyecanlandırıyor. Gerçekleştiğinde, hikâye anlatmayı çok seven ve bunu yaparken de genelde görüntülerin aktığı bir anlatım biçimini seçen biri olarak, kalbim biraz daha parlayacak.
 
Galata’da bir çatı katından attığın çocukla başlayan bir mektup var kitabında. Hafızanın küçülme vaktinde dahi İstanbul diyorsun… Aşk mı İstanbul?
 
Her zaman söylediğim gibi, ilk görüşte aşka İstanbul’u gördüğüm zaman inandım. Dört yıla yakın süredir İstanbul’da yaşıyorum; burada doğmadım ama burada ölmek istiyorum. Evim de, kalbim de Beyoğlu’nda… Cihangir, İstiklal Caddesi, Tünel ve Galata en çok nefes aldığım yerler. Bu alanların dışına çıkmayı da genelde tercih etmiyorum. Beyoğlu, sevişmekten ve sokaklarına girip çıkmaktan asla vazgeçemeyeceğim bir aşk benim için…
 
Adımını her attığında, aşk seninle birlikte mi geliyor?
Evet, kalbimle nefes alıyorum ve aşk hep benimle, Didem. Evet, sevgilime çok aşığım. Ve rüyalarımın fi şini sadece o çekebilir.

Röportaj: Didem Peker

Etiketler: kültür sanat
nefret