08/09/2008 | Yazar: Barış Sulu



Sevgilimin yanından apar topar kalktım sabahın 7’sinde, uçağı kaçırmamak için. Ondan altı gün ayrı kalmak epey zor olacaktı biliyordum, bir hafta öncesinde İstanbul’a ‘Pembe Gri’ oyunu için iki günlüğüne gittiğimde deneyimlemiştim bunu. ‘Eşcinsellerin başkenti’ne gitmek bu yüzden bir gözümün arkada kalması anlamına geliyordu. İçim içime sığmıyordu bir yandan, bir yandan da kalbim o küçücük odanın, küçücük yatağında kıvrılmış adamın yanında kalmıştı.



* Kurtuluş Bakanlığı ziyaretimiz

Uçak alçalmaya başlayıp da yel değirmenleri görüş alanıma girdiğinde ‘keşke’ dedim kendi kendime, ‘Keşke o da yanımda olabilseydi...’ Türkiye’de isyan etmek için tuttuğum eli, Amsterdam’da keyif için tutmayı çok isterdim. Evet, keyif için; çünkü Amsterdam’ın ‘eşcinsellerin başkenti’ olduğu bilgisi tamamen doğruydu. Sokaklarda gökkuşağı bayraklarıyla süslü, gey ve lezbiyen mekânı olduğunu belli etmekten çekinmeyen öyle çok yer vardı ki inanamadım. Kafe, bar, sinema, otel, alışveriş merkezi, sauna, dikkat etmeseniz de görmemenizin imkânsız olduğu mekânlardı. Bunun yanısıra eşcinseller için anıt (Homomonument), şehir kütüphanesinin eşcinseller için ayrılmış bir bölümü (Homodok), gey ve lezbiyen hakları için de çalışan Kurtuluş Bakanlığı, LGBT sivil toplum örgütlerinin (COC, Schorer, Hivos) devasa binaları biraz bilgi sahibi olursanız rahatlıkla ulaşabileceğiniz mekânlar.

Hollanda Dışişleri Bakanlığı’nın mali desteğiyle, 1947 yılından beri faaliyet gösteren Hollandalı LGBT örgütü Center for Culture and Leisure (COC) , Lambdaistanbul ve Kaos GL ortaklığıyla yürütülen projeye resmi olarak start verilmesi nedeniyle Amsterdam’daydık. Bu nedenle de yukarıda saydığım tüm yerleri -kendi adıma büyük şaşkınlıkla- ziyaret edebildik.



* Homodok'un bulunduğu kütüphane

İlk gün:

Uçaktan iner inmez ilk amacımız otele ulaşmaktı, otele ulaşıp eşyalarımızı bırakmak ve Amsterdam’ı keşfetmek. Schirpol havaalanından Amsterdam merkeze gitmek yaklaşık yarım saat sürüyor trenle. Raylı sistem öylesine gelişmiş ki her yerde raylar var. İndiğimiz Merkez İstasyonu, deniz doldurularak elde edilmiş devasa bir yapı. Dışarıdan bakınca devasalığı gözlerinizi kamaştırıyor. Elimizdeki bilgilerle otelimiz olan ‘Golden Bear’a (Altın Ayı) -şehir merkezindeydi- yürüyerek ulaşabileceğimizi düşünüyorduk. Öyle olmadı elbet. Biz de turistlerin kiraladığı taksi-bisikletlerden kiralayarak, sürücülerimizin adresi zorla bulması sayesinde küçük bir Amsterdam turu yaparak otelimize ulaştık. Eşyaları bırakıp dışarı kendimizi atmamız akşam 7’yi buldu ve haliyle karnımızı doyurup gece hayatına akma konusunda ortaklaştık. İlginçtir; Amsterdam’da tadılabilecek lezzetler başka kültürlerin mutfakları sayesinde var. Hollanda’nın geleneksel yemeği bildiğiniz patates kızartması. Yemeğin ardından gey bar aramaya başladık. Bir taraftan da Amsterdam sokaklarında yediklerimizi eritiyorduk. Birden karşımıza o meşhur ‘Red Light Street’ (Kımızı Işık Sokağı) çıktı. Aradan geçen kanala bakan evlerin vitrinlerinde seks işçisi kadınlar müşteri bekliyorlardı. Sokakta her yaştan insan ise müzedeki eserlere göz atar gibi kadınlara bakıyordu. Aileler çocuklarıyla birlikte park gezintisine çıkmış gibiydi. Vitrinlerdeki bikinili kadınlara değil de seyircilerine şaşırarak sokağın sonuna ulaştık ve karşımıza bir gey shop çıktı. Hemen içeri girerek gey bar aradığımızı söyledik ve bize ‘The Web’ isimli barı önerdiler. Birkaç sokak sonra ‘The Web’in önündeydik işte, gökkuşağı bayrağı dalgalanıyordu. İçeri girmemizle şaşırmamız bir oldu. Tavsiye edilen yer burası mıydı? Doğru mu gelmiştik? Evet, gökkuşağı bayrağı, isim, erkeklerle dolu olması yeterli bir açıklamaydı. Ama ortada bir tuhaflık vardı. Bu barın ne özelliği olabilir ki derken üst katta olan sirkülasyon olayı anlamamıza yetti. Bu bar, ‘dark room’ (karanlık oda) diye tabir edilen ve merdiven çıkışında kondom ve kayganlaştırıcı makineleri ve safe sex area (güvenli seks alanı) yazısı bulunan en ünlü barlardan biriydi. Erkekler bir yandan kumar makinelerine para atıp düğmeye basıyor, bir yandan biralarını yudumluyor, bir yandan ekranlarda dönen gey porno görüntülerine bakıyor, gözüne kestirdiği olunca da üst kata, yani ‘dark room’a çıkıyordu. Merak değil mi? Ben de buralara kadar gelmişken üst katı gözlerimle görmeliydim. Gördüm de, şaşkınlığım gittikçe katlanıyordu. Alttaki müziğin yerini sessizlik, bira içen erkeklerin yerini karanlık labirentlerde ve odalarda her istediğini yapan erkekler almıştı. Yanımdaki arkadaşın sarfettiği cümle kulaklarımda çınlıyordu: ‘Burada herşey var ama ruh yok’. Yıllarca ‘eşcinsellik yalnızca ve yalnızca belden aşağıdan ibaret değildir’i anlatmaya çalışan ben, kafası karışık bir halde alt katta buldum kendimi. Uçağın yorgunluğu, ilk gey barın tokat gibi inmesi ve içkinin bedenimi daha da ağırlaştırması üzerine otele geri döndüm.

* Hotel Golden Bear

İkinci gün:

Sabah erkenden kalktık ve ilk olarak Schorer isimli örgütü ziyarete gittik. Sağlık alanında LGBT üzerine çalışan bir örgüt Schorer. ‘Güvenli Liman’ isimli projeleri Hollanda’da yaşayan, aileleri tarafından dışlanan Türkiyeli gençleri hedef olarak almış. Daha çok HIV+ üzerine çalışıyorlar. HIV+ ile yaşayan kişileri gönüllülerle buluşturuyorlar. Tüm gey mekânlarında ücretsiz kondom ve kayganlaştırıcı dağıtıyorlar. Schorer’den çıkıp tren istasyonuna yol aldık. Ziyaret edeceğimiz ikinci LGBT örgüt olan Hivos, Amsterdam’a yaklaşık bir saat uzaklıkta bulunan Haag kentindeydi. Türkiye’de bilinen adıyla Lahey kenti. Hivos, dünyanın birçok bölgesinde, eşcinsellerin insan hakları alanında çalışan büyük bir örgüt. Henüz Türkiye’de bir çalışma yürütmüyorlar ama kendilerine İstanbul’daki ‘Eşcinsel Onur Haftası’nı destekleyip desteklemeyeceklerini sorduk ve bu sene için başvurunun geç kaldığı yanıtını aldık. Yaklaşık 200 gönüllüleri ve birçok yarı zamanlı çalışanları var. Kaynaklarının % 70’ini Hollanda hükümeti karşılıyor ve bu sene desteğin 2 milyon Avro olduğunu duyunca inanamadık. Yazıktır ki Türkiye’de hükümetin, eşcinsel örgütler için bırakın milyon Avroları, birkaç kuruş bütçe ayırması pek mümkün görünmemekte ‘bu yüzyıl’ için. Hivos’tan ayrıldıktan sonra projenin destekçisi olan Hollanda Dışişleri Bakanlığı’nı ziyaret etmeye gelmişti sıra. Dışişleri Bakanlığı’ndaki yetkililere, Türkiye’deki LGBT örgütlerin, eşcinsel ve transeksüellerin durumları hakkında kısa bir brifing verdikten sonra sorularını yanıtladık. Lobicilik konusunda yardımlarını istedik. Yorucu ve bir o kadar da keyifli ve bilgilendirici ziyaretler bugünlük sona ermişti. Gece kendimizi tekrar Amsterdam’daki eşcinsel mekânları keşfederken bulmuştuk. ‘Prik’ adlı cafe bar tarzı mekân, bir gece önce gittiğimiz ‘The Web’den daha nezih ve ucuz, müzikleri daha keyif vericiydi. Geri dönüşte, labirent gibi Amsterdam sokaklarında otelin yerini bulmak biraz zor olmuştu; ama keyfili bir geceydi.



* Eşcinseller Anıtı - Gay Shop - Seks İşçileri heykeli

Üçüncü gün:

Birkaç ince dilim ekmek, tereyağı, portakal suyu, kâğıt gibi peynir ve domuz eti ile karnımızı doyurur doyurmaz, ilk durağımız olan, dünyanın ikinci büyük, Avrupa’nın en büyük kütüphanesindeki eşcinseller için özel ayrılmış olan kata; ‘Homodok’a yol aldık. Homodok, LGBT alanındaki kitaplar dışında belgeler, mektuplar; kısacası yazılı tüm kaynakları arşivine katmaya çalışan bir kütüphane. Öğrendiğimiz kadarıyla Kaos GL dergisi de uzun yıllar arşivlerine girmiş ama artık ulaşmıyormuş. Bunu duyunca yanımızda bulunan Türkçe dokümanları, Kaos GL dergilerini Homodok’a bağışladık. İkinci ziyaretimiz, Lahey kentinde bulunan, Türkçe’ye ‘Kurtuluş Bakanlığı’ olarak çevrilebilecek olan ‘Ministry of Emancipation’aydı. Kurtuluş Bakanlığı’nın bir alt kolu olan Gey ve Lezbiyen Hakları’yla ilgili çalışan birimin, Hollanda’da neler yaptığını küçük bir brifingle öğrendik. Hollanda, bilindiği gibi 2001 yılından beri eşcinsel evliliklerini resmi olarak kabul eden ilk ülke. Bu konudan övgüyle bahseden bakanlık çalışanlarını görmek buruk bir sevinç bıraktı yüzümde. Homofobi ve ayrımcılık ile ilgili başvurulacak ilk kurum burasıymış, ardından LGBT örgütler ve ilginçtir ki polis geliyor. 127 kültürden insanın yaşadığı bir ülke olan Hollanda’da, eşcinselliğe toplumun bakışını istatistiklerle veren bir kitap da hediye ettiler bize. Şaşırtıcı bir istatistik kitapta gözümüze takılmadı değil; oranlarda Türkler ve Faslılar ya en üstte yer alıyordu ya da en altta; maalesef olumsuz anlamda. Türkiye’de de bir bakanlığın eşcinsellik ve homofobi konularında araştırma yapıp yayımlaması dileklerimizle oradan ayrıldık. Tren camından görünen uçsuz bucaksız yemyeşil ovalara dalarak Amsterdam’a döndük. Uğrayacağımız bugünlük son yer, bizi ağırlayan COC oldu. COC 1947 yılında faaliyetlerine başlamış bir LGBT örgütü. Şu anda 12 yaşından büyük tüm LGBT bireyleri ilgilendiren projeler yürütüyorlar.

Amsterdam’a gelip de Cafe Shop’a uğramayan olabilir ama onlar biz değildik. Mariuanalı kek yemek için bir gün öncesinden plan yapmıştık ve yedik de. Mariuana, Amsterdam da serbest. Her sokakta cafe shop bulup sigara sardırıp içebilirsiniz, sigara içmeyenleri de elbette düşünmüşler; kek ve bisküviler üretmişler. Biraz fiyatları tuzlu olsa da denemekte sakınca yok. Yaklaşık bir saat sonra etkisini gösteren kek sayesinde zaman ve mekân algım tamamen yerinden oynadı. Cafe Shop’tan çıkarak tam karşısındaki ‘Soho’ isimli gey bara dans etmeye gittik. Litrelerce bira içerek dans ettim. Bir dakika bile yerimde durmadığımı biliyorum. Ardından Soho’nun hemen dibindeki gey disko olan Exit’e geçtik ve discoda dans ettiğim bir saatlik sürenin bana dört-beş saat gibi geldiğini hatırlıyorum. Bu geceki en son durağımız ‘Amsterdam’a gidip de görmeden dönmemelisiniz’ denilen ‘Cockring’ isimli bardı. Cockring, kısa bir bilgi vermek gerekirse, seks oyuncaklarından en bilineni olan ‘penis halkası’ anlamına geliyor. Takıldığı zaman penise kan gitmemesine neden oluyor ve böylece penisin sürekli ereksiyon halinde durmasını sağlıyor. Giriş ücretli, 1,5 Avrosu vestiyer olmak üzere toplam 6 Avro. Cuma gecesi olduğu için içeride canlı show olduğunu da kapıda özellikle belirtiyorlar. Vestiyere kıyafetlerimizi ve giriş ücretini ödedikten sonra merdivenleri takip ettik. Ortada dört tarafına hizmet edebilen bir bar bulunan izbe bir mekân. Bu kadarcık mı diye söylenirken meraklı arkadaşlarımız barı keşfetmişlerdi bile ve canlı show için bir alt kata inmemiz gerektiğini böylece öğrendik, elbette gördüklerimiz bizi şaşırttı. Bir platforma çıkmış olan showman’imiz müziğin ritmiyle dans edip gözüne kestirdiği erkekleri teker teker yanına çağırıyor ve aklınıza gelebilecek her yerine dilinizi değdirmenizi istiyordu. Elbette bu barda da karanlık odalar mevcuttu. Tekrar kafamda soru işaretleriyle, muhafazakâr olup olmadığımı sorgulayarak otelime geri döndüm.



Dördüncü gün:

Cumartesi günü merakla beklediğimiz büyük parti ‘Pink İstanbul’ vardı. Büyük diyorum, aldığımız duyumlara göre, basılan 1500 biletin hepsi satılmıştı çünkü. Sabahtan bir ziyaret programımız yoktu ve Amsterdam’ı turlayarak geçirecektik. İlk olarak VanGogh müzesine uğradık. Sadece 10 Avro vererek, yaklaşık 100 yıl önce yaşamış, kulağını keserek kanıyla resim yapmış olduğunu çocukluk yıllarımızda duyduğumuzda derin bir travma yaşatan ressam VanGogh’un neredeyse tüm orijinal eserlerini dokunacak kadar yakınından görmek büyüleyiciydi. Ayrıca müzede Monet gibi ressamların eserlerini de görme fırsatını yakaladık. Günlerdir yağmurlu olan havanın, cumartesi günü yerini güneşe bırakması da şansımızaydı, bol bol resim çekerek Amsterdam’ın labirentlerinde, bile isteye kaybolarak, ayaklarımız su toplayana kadar, kanalları aşarak, bisikletlerden, tramvaylardan ve arabalardan sürekli kaçarak yürüdük de yürüdük. Ziyaretlerimizin sonuncusu partiden önceydi ve bu Hollanda’da yaşayan Türkiyeli İşçiler Birliği (HTİB) isimli örgütte bir akşam yemeğiydi. Yemekte Amsterdam Belediye Meclisi’nden üç konuk da vardı, biri gey biri de lezbiyendi. HTİB bizi çok sıcak karşıladı. Yemekte geçen en ilginç konuşma ise Türkiyeli eşcinseller ve heteroseksüellerin sınırların ötesinde, aynı masa etrafında buluşuyor olmasıydı. Yemek boyunca da yemek salonu dışından gelen, futbol maçı izleyenlerin gürültüleri ‘kendimizi Türkiye’de hissetmemize neden oldu’ demeden de geçemeyeceğim. HTİB’den çıkıp partinin gerçekleşecek olduğu ‘Paradiso’ adlı mekâna yol aldık. Aynı mekânda, partiden önce iki de oturum olacaktı, Türkiye’deki LGBT bireyler ile ilgili. Sabit konuşmacılar Kaos GL’den İsmail, Lambdaistanbul’dan Sedef’ti. Emine Bozkurt, COC’den Tanya ve Björn de konuşmacılar arasındaydı. Türkiye’deki LGBT bireylerin yaşadığı yasal sorunlardan LGBT mekânlara, Hollanda’ya yerleşmiş Türkiyeli eşcinsellerin karşılaştıkları zorluklardan İstanbul’un Avrupa’nın yükselen ‘gey başkenti’ olup olmadığına kadar birçok konudan söz edildi. Sıra eğlence zamanıydı ama bizim için değil. Yanımızda getirdiğimiz dergileri, broşürleri, rozetleri sergileyeceğimiz bir standın başında bekleyip gelen konuklara bilgi vermemiz gerekiyordu. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince insanlar ‘Oooo Turkish Boy’ şeklinde beni oldukça şaşırtan tepkiler veriyorlardı. Hollanda’da yaşayan yeterince Türkiyeli vardı zaten, neden bu kadar şaşırıyorlardı anlamadım. Partiye katılanlar arasında elbette Türkiyeliler de boldu. Yaklaşık bir saat standda bekledikten sonra dayanamayıp karıştık kalabalığın içine. Devasa bir diskoda ilk kez bulunuyordum ve sahnede Mercan Dede performansını sergiliyordu. Kendimi müziğin ritmine bırakmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Bulunduğumuz mekân o kadar büyüktü ki ana sahnede Mercan Dede ile eğlenirken, alt katta Türkçe şarkılar ve doğu ezgilerini, üst katta da DJ İpek’in ortaya karışık müziklerini dinleyebilirdiniz. Saat yaklaşık 4’e gelirken ben otel yolunda buldum kendimi. Çift kişilik yatağıma yapayalnız uzandım ‘keşke’ sözcüğü eşliğinde. ‘Şu anda keşke o da yanımda olabilseydi de, gözlerimiz aynı noktaları görebilseydi.’



* Pink Point - Pink İstanbul partisinde standımız

Beşinci gün:

Pazar sabahı iyi bir kahvaltı beklerken, iki kızarmış ekmek üzerinde pastırma ve yağda yumurta bulunca hayal kırıklığı yaşadım. Bisiklet kiralayıp dolaşma planımız da yağmur muhalefeti yüzünden iptal oldu. Yürüyerek eşcinsellerin anıtı Homomonument’e gitmeye karar verdik. Homomonument İkinci Dünya Savaşı sırasında sadece eşcinsel oldukları için tek tek bulunup öldürülmüş 30.000 kişi için yapılmış, biri 50 cm yüksekte, biri zeminle birlikte ve diğeri de su kanalının içinde olmak üzere üç tane pembe üçgenden oluşan anıtın adı. Türkçe’ye tam çevrimi de ‘Eşcinseller Anıtı’. Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler, eşcinselleri işaretlemek için ceketlerine pembe üçgenden kumaş dikiyorlardı. Anıtla ilgili, Türkçe de dahil birçok dildeki bilgi broşürünü, anıtın hemen yanında bulunan ‘Pink Point’ (Pembe Nokta) adlı LGBT içerikli ürünler satan dükkandan bulabilirsiniz. Broşürün yanında, Pink Point’ten, Türkiye’de bulamadığımız ama bulmayı çok arzu ettiğimiz ‘Gökkuşağı Bayrağı’ almayı da ihmal etmedik. Biraz buruk ve hüzünlü, pek çok da düşünceli olarak Amsterdam’ın diğer büyülü noktalarına; masallardan çıkmış ara sokaklarına yol aldık.

Tüm bunlar, Türkiye’ye dönerken, uzun metrajlı fantastik bir film izlemişim gibi aklımdan teker teker geçti. Birbirine sadece 3 saatlik uçuş mesafesinde olan iki ülke arasındaki -kalın çizgilerle ayrılmış- farklılıkları gözlerimle görebildiğime sevindim, daha çok mücadele vermemiz ve daha fazla alanda, gökkuşağı bayrağını korkusuzca dalgalandırmamız gerektiğini tekrar tekrar anladım.


Etiketler: yaşam, dünyadan
nefret