05/07/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

Daha sonra İstanbul Başsavcılığı’nda ifadesine başvurulan Aziz Nesin, şöyle demişti: “Başsavcı soruyor bana; kimden şikâyetçisin?

Daha sonra İstanbul Başsavcılığı’nda ifadesine başvurulan Aziz Nesin, şöyle demişti: “Başsavcı soruyor bana; kimden şikâyetçisin? Şöyle yanıt bekliyor benden: Efendim, itfaiye merdivenlerinden inerken beni döven itfaiye erinden şikâyetçiyim. Başka? Beni yere atıp sürükleyen, başımdan yaralayan ve bindirdikleri arabada döven polisten... Başka? Beni döven encümen üyesi o sakallı adamdan. Böylece figüranlık oyunu tamamlanmış, oynanan oyun bitmiş ve perde kapanmış olacak. Ama benim derdim, bu kanlı senaryoyu yazmış olanlarla. Bu senaryoyu kim yazdı?” 

2 Temmuz 1993 günü, 35 kişi, Sivas’taki Pir Sultan Şenliği’ne katılan 35 şair-yazar-müzisyen, kaldıkları Madımak oteli önünde toplanan göstericiler tarafından tekbirler eşliğinde ateşe verilerek öldürülmüştü. Günün anılması, gösterilerle hatırlanıp hatırlatılması kimilerini rahatsız ediyor. Sivas’ın artık bu kara lekeden arındırılması, katliamıyla anılarak ekonomisinin baltalanmasına izin verilmemesi çağrıları yanı sıra “Kaşımayın, tesis edilmiş barış ortamını bulandırmayın” çizgisinde çok alışılmış uyarılarla da tembih ediliyoruz. Oysa Sivas katliamının üstünden geçen 17 yıl içinde böyle bir katliamın yeniden yaşanmaması için toplum olarak bir adım atabilmiş miyiz? 
Katliamcıların yüce Türk adaletiyle sınavına bir bakalım. Gazeteci Belma Akçura, çok güzel özetlemişti: “Olaylarla ilgili olarak 124 sanık hakkında dava açıldı. Sekiz yıl süren hukuk mücadelesinden sonra dava 2001’de sonuçlandı. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin onadığı karar uyarınca, ‘Cumhuriyete karşı örgütlü kalkışma’ girişiminde bulunan sanıklardan 33’ü TCY’nin 146/1. maddesine göre idam cezası aldı. Bu müebbet ağırlaştırılmış hapse çevrildi, geri kalan sanıklar değişik cezalara çarptırıldı. 13 yılda içeride kalan sanık sayısı beraat ve tahliyelerle 33’e düştü. 8 sanık ise Yargıtay’ın 1997’deki bozma kararından bu yana firarda. Tutuklama kararı bulunan sanıklardan, başta Sivas Belediye Meclisi üyesi Cafer Erçakmak olmak üzere sekiz kişinin Almanya ve Suudi Arabistan’a sığındıkları öğrenildi. Davada kilit isim Cafer Erçakmak hiç yakalanamadı. Sivas katliamı sanığı Muhammed Nuh Kılıç’ın yıllardır Almanya’da Mannheim’da eşi adına açtığı dönerci dükkânını işlettiği ortaya çıktı”.
 
Vahşilerin cezalandırılmalarının ağrılı bir süreç olduğu, yargının da bu konuda biraz hevessiz davrandığını düşünmüyor musunuz? Bir sonraki hükümetin Adalet Bakanı, gelmiş geçmiş en ürkütücü Adalet bakanlarından Şevket Kazan, sanıkların avukatlığını üstlenmekle kalmamış, bakanlığı sırasında da onları hapishanede ziyaret etmişti. Ama o kadarla kalsa, Şevket beyin, öncesinde ve sonrasında hiçbir siyaside rastlamadığımız gözükaralığına verir, işin içinden çıkardık. Oysa, o vahşetin hemen ertesinde muktedirlerin ve kanaat liderlerinin hatırı sayılır bir bölümü, açıkça, imayla ya da sadece kaş kaldırarak suçluyu bulmuş işaret ediyordu: Aziz Nesin. Sözgelimi marifetleri yanına kâr kalmış emekli darbeci ressam Kenan Evren, elbette hiç çekinmeden Sivas katliamı ile ilgili fikirlerini dile getiriyordu: “Gereksiz bir konuşma sonunda çıkan olay, solcularla dinciler arasındaki çekişmeye dönüşüyor. Bunu önlemek lazım. İnsan dinsiz olabilir. Ama bunu ilan etmenin gereği yok.” hayatımızda en iyi bildiğimiz, Türk halkının tahrik-tahriş-tahrip üçgenine provokatör, yani tahrik eden, kışkırtan olarak yazılan isim, gerçekten de oydu. Sistemin yine tıknefes olduğu, hoyratça vites değiştirmeye çalıştığı şu dönemde laik Türk evlatları olarak yeniden gündeme gelen siyasetçi eskilerinin tepkilerini hatırlıyoruz kaçınılmaz olarak. Baba hayaleti olarak ufkumuza gerilmiş Süleyman Demirel, dönemin Cumhurbaşkanı’ydı. Tahrik olmuş katliamcı halkına sahip çıkıyor, “Halkla polisi karşı karşıya getirmeyin” uyarısında bulunuyordu. Daha sonra da “Olayda ağır tahrik var. Çatışma yok. Otel yangınında can kaybı var” diyordu. şimdilerde neredeyse şefkatle anılan Susurluk baronesi Tansu Çiller, dönemin Başbakanı idi. Onun açıklaması da tarihe geçecek nitelikteydi. Halkın kaygılarına su serpiyordu: “Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır. Ölenler de çıkan yangın sonucu boğularak ölmüştür.” Muhalefet lideri Mesut Yılmaz’ın katliam sonrası demeci de gerek insan gerek siyasetçi olarak tıynetini yansıtıyordu. Olayın büyütülmesini doğru bulmayan Yılmaz, “Bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi” deyivermişti. Kim karşı? Katliamın hatırlanmasını, bu vahşetin anılmasını toplumsal barışa darbe vuracak bir eylem olarak görenler karşısında kimsenin şaşırmamasının sırrı, işte yukarıda andığım demeçlerde açıkça kendini aşikâr ediyordu. Orada halk olarak, vatandaş olarak görülen, kışkırtılmış, ‘talihsiz’ açıklamalarla tahrik edilmiş katliamcı güruhtur. Onlara verilecek destek hiçbir zaman yadırganmayacak, onlara anlayışla yaklaşıp başlarını okşayıp sırtlarını sıvazlamak siyasetin tartışılmaz gerekliliği olarak algılanacaktır. 
Sivas katliamını anmanın, unutulmasın diye emek vermenin büyük önemi vardır. Çünkü bu memleket bir türlü linç ikliminden çıkamamakta, asla korunmayacakların listesi her daim el altında hazır tutulmaktadır. 2 Temmuz 1993 günü askerin ve polisin gözleri önünde binlerce kişi bir olup bir oteli kundaklamış, şeytan taşlamış gibi ruh huzuru içinde evlerine dönmüşlerdir. Polis ve askeri güçlerin bu vahşeti engelleme konusundaki isteksizliği, yine polis ve itfaiyecilerin kurtarmaları gereken insanlara yönelik nefreti unutulmamalıdır. İkide bir TAYAD üyesi gençleri linçe yeltenen ve oranın tarafından sırtları okşanan Türk-İslâm sentezi de günün birinde amacına nail olduğunda dizimizi dövmedik mi? Üniversitelerde polisin gözleri önünde dışarıdan gelen yine aynı marka yiğitler tarafından öldüresiye dövülen solcu gençlerin hayatını yeterince umursadık mı?
Hayatın her alanında linçe giden bir ayrımcılık damarını besleyenlere karşı uyanık olmak zorundayız. Maraş’ta, Malatya’da, Çorum’da aynı tezgâhı kurup aynı yoldan kan döken güçlerin desteklendiğini, birçok muktedirin gözünde halk gibi durduğunu biliyoruz. Referans alarak politika yapan hükümet partisi ve yandaşlarının ‘demokrasi mücadelesi’nin bir anlam kazanabilmesi için Aleviler konusundaki ayrımcı yaklaşımlarına bir son vermeleri şarttır. Birkaç yıl önce Ahmet İnsel, bir zamanlar hayatımızın ve insanlığımızın sığınaklarından gördüğümüz Mazlum-Der’in o zamanki başkanı Ayhan Bilgen’in Düzel söyleşisinden yola çıkarak durumu mükemmel özetlemişti. Tekrar okumakta yarar var: “Ayhan Bilgen cemevleri konusunda Sünnilerin, Alevilerin cemevi talebini kıskandığını açıkça belirtiyor... Sünniler cemevlerine de para verilecek, Diyanet İşleri Bakanlığı’ndaki tekelci konumlarını kaybedecekler diye korkuyorlar. Size Türkiye’de Müslüman çoğunluğun demokrat bilinci. Sünni çevrelerin, Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri hiçbir zaman kendilerini gayrimüslimlerle, Alevilerle, ‘ötekilerle’ eşit olarak görmemiş olmaları üzerine de düşünmeleri gerekiyor. Bununla yüzleşmeden, bu zihniyetle, bu zihniyetten türeyen pratikleri teşhir etmeden, bunları karşınıza almadan Türkiye’de ucuz bir mağduriyet söylemi üzerinden demokrat gömleği giyemezsiniz.” 
Ama giydiler işte. 
Bu yıl orayı ziyaret edip karanfil bırakan Bakan Çelik ‘ayrımcılığa karşı’ çıkıyor aklısıra. Orası 5 katlıymış. Müze olur muymuş? Yoksa her yeri müze yaptırmak gerekirmiş. 
Bir Alevi şenliği için Sivas’ta toplanmış barışçı insanlardan bir kitle tarafından katledilmiş olmasının artık unutulmasını isteyenleri iyi tanıyoruz. Onlar, örtbas edilmiş, unutturulmuş, hesabı sorulması imkânsız kılınmış katliamlar üstüne inşa etmeye çalışırlar toplumsal barış dediklerini. Linç tehdidiyle sürdürdükleri sıkıyönetimin adıdır, barış. 
Haydi tekrarlayalım: Biz katliamcıyla, işkenceciyle, darbeciyle barışmak istemiyoruz. 

Etiketler: insan hakları
nefret