06/02/2011 | Yazar: Zeynep Akkuş

“Testi misali su yolunda kırılmış.” Ünlü ombudsman, know-how, her şeyi bilen, her konuda fikri olan adam Hıncal Uluç, “kucakta zıplatma” ile bozmuş Vakit ga

“Testi misali su yolunda kırılmış.” Ünlü ombudsman, know-how, her şeyi bilen, her konuda fikri olan adam Hıncal Uluç, “kucakta zıplatma” ile bozmuş Vakit gazetesi yazarı Serdar Arseven ile cinsiyetçiliğin nefretinde buluştu.
Kaos GL Muhabiri Zeynep Akkuş yazdı
 

Gencecik bir kadın öldü. Nerede, ne zaman, nasıl öldüğü önemli değil; geçen gün gencecik bir kadın öldü. Çok sevdiğim, her gördüğümde beni gülümseten, ne yaparsa yapsın sinirime dokun(a)mayan bir kadın. Bazıları gibi şimdiki o dans yarışmasında tanımadım ben onu. Hayır, şahsen tanıdığım biri değildi ama devlet televizyonu tekelinin kırılmasından sonra özel televizyonların “Ne kadar pespaye olursan ol, yine gel” mantığıyla kucak açtığı bir sürü sirk kaçkını arasında çok farklı bir sima olarak parladığı dönemden beri sevdiğim bir televizyoncuydu Defne Joy Foster. VJ’liğini yaptığı abuk sabuk müzik programlarına, o abidik gubidik “Sihirli Annem” adlı diziye onun için katlandım katlandıysam. Yapacak işim olmadığı zamanlarda, ünlülerin evini gezip kirli çamaşır sepetlerine kadar her şeyi açıp gösterdiği “Çat Kapı” programını da, “Bir İş İçin Lazım”ı da onun için izliyordum ben. Sempatikti, içtendi, cıvıl cıvıldı ve gerçekten yaptığı hiçbir şey batmıyor, sinirime dokunmuyordu. 

Ani ölümünün ardından hiç umulmadık kişiler Defne’nin acısında birleşti. Onun için üzüldü; onun için bir şeyler yazdı, çizdi, söyledi. Derken birden, bir yerlerde kanalizasyon boruları patlayıverdi. Ama ne patlayış!.. 

Açılışı, 4 Şubat 2011 tarihli “Defne Joy Foster!..”1 başlıklı yazısıyla Vakit gazetesi yazarı Serdar Arseven yaptı. (Kimse kusura bakmasın, bu gazeteye “Yeni Akit” demek gelmiyor içimden. Kim bilir hangi vergi cezasından ya da tazminat davasından yırtmak için adlarını “Yeni Akit” yapmaları kimseyi aldatmasın, zihniyet aynı zihniyet. “Vakit”, “Yeni Akit” ya da müstakbel adları her ne olacaksa olsun; tavır aynı tavır, üslup aynı saldırgan, yakıcı, yıkıcı, kırıcı, yaralayıcı üslup.) “Onu kucakta zıplatılırken görmüştüm bir kez,” diyordu Arseven daha ilk cümlesinde. Yarışmanın hangi bölümündeki hangi danstan söz ettiğini anlamadım ama bir dans figürünü “kucakta zıplatmak” gibi bambaşka anlamları olan bir sözle ifade etmesi, yazının devamının nasıl geleceği hakkında bir fikir veriyor, yazan kişinin lafını esirgemeyeceği anlaşılıyordu, “dak’ka bir, gol bir” hesabı. (Zaten Vakit’in hangi yazarı elini korkak alıştırmıştır ki?) Gözünü budaktan sakınmayan yazarımız “Birkaç kez de magazin sayfalarında görmüş”müş Defne’yi. Dahası da var. “Çıkmış yumuşağın teki, kırıta kırıta anılarını anlatıyor”muş. Eyvah ki ne eyvah! İşin içine “yumuşaklar” da dahil olmuşsa, hakikaten dönülmez akşamın ufkundayız demektir ve de vakit de çok geçtir. Ama hayır, Vakit’çiler için vakit asla geç değildir. Hiç oyalanmadan bu vicdan kanırtıcı olaya da parmak basmışlar. (Aynı konuda 5 Şubat günü Ali Karahasanoğlu da bir şeyler yazmış.2) Arseven’e “Keşke bazı ‘sert’ler de o ‘yumuşak’lar kadar insan olabilse” diyeceğim ama anlar mı ki acep? Anlamak ister mi? Anlamak işine gelir mi? “Gay Tayfa Rezaleti” manşetli haberinden beri Vakit aynı Vakit. Ama tabii, onlarınki de zor zanaat. 2010 Haziranında kendilerine ikram edilen “hormonlu domates”i boşu boşuna hak etmediklerini, aldıkları ödüle layık olduklarını kanıtlamak zorundalar her fırsatta. İster dirilerin üstünden gitsinler, ister ölülerin, fark etmez... Arseven bir laf da Pascal Nouma’ya çakmayı ihmal etmemiş. “Bir de Pascal Nouma var, o da bizim Türk kızını zıplatıp durmasıyla ünlü.” Arseven fena takmış bu kucakta zıplatmaya. İlginç… Yalnız, yüreğine su serpmeyi görev addederim; Pascal’ın danstaki partnerinin adı Valerie. Bildiğim kadarıyla Valerie diye bir “Türk” adı yok. Müsterih olsun, Pascal’ın kucağında zıplattığı kız, Türk değil. Türk olmadığına göre, hiç olmazsa onu çıkarabilir vicdanını rahatsız eden şeyler listesinden. Darağacında ip boynuna geçirilmiş bir halk kahramanının son sözlerinde haykırması gibi “Kahrolsun popüler kültür! Kahrolsun reyting! Kahrolsun sorumluluklarını yerine getirmeyen ana babalar! Kahrolsun tıksırıncaya kadar içenler değil de, tıksırıncaya kadar içmeyi tavsiye edenler!” diye kükremeden önce kıvrak bir manevrayla araya, peş peşe şu iki cümleyi de sıkıştırmayı başarmış: “…Ve ilk geceden oğlanın evine gitmişler. Türkiye laiktir laik kalacaaaaaaaaaaak!” Tam 11 “a” ile. Üşenmeyip saydım. Defne’nin ölümüyle Türkiye’nin laik kalması arasında bizim göremediğimiz birtakım bağlantılar görüyor olsa gerek. Neyse ki yine de merhametini ve (s)empatisini esirgemiyor ve Foster’ın bir kurban olduğunu, öyle alıştırıldığını, öyle yaşatıldığını söylüyor ve bir de vecize yapıştırıyor: “Testi misali su yolunda kırılmış.”

“Testi misali su yolunda kırılmış.” Tanıdık geldi değil mi? Ünlü ombudsman, know-how, her şeyi bilen, her konuda fikri olan adam Hıncal Uluç, aynı gün Sabah gazetesindeki köşesinde “Bu nasıl bir mahalle baskısıdır”3 başlıklı yazısında Arseven’in yazısının bir yerlerine sıkıştırdığı bu ifadenin bir benzerini son cümle olarak seçmiş ve “Defne’nin ölümü tipik bir ‘Su testisi su yolunda kırıldı’ olayıdır!..” diyerek bizleri bu konudaki fikirlerinden -de- mahrum bırakmamış. Tanımadığı Defne’den pek çok yerde “-miş”le, “-mış”la bahsediyor ama ne gam! Neyin hıncını alıyorsa, yer misin yemez misin, saydırıyor. Ancak, ne gariptir ki Uluç, Defne’cikten esirgemediği hiddetini, olayın diğer aktörü olan ve bir şekilde aralarında akrabalık bağı bulunan “erkek”e yansıtmaktan imtina etmiş. “Sor bakalım kerataya, evli barklı ve çocuklu kadını niye götürmüş evine” diye sormuş Kerem Altan’ın bir arkadaşına. Acaba Uluç’u “…evli barklı ve çocuklu kadını niye ‘atmış’ evine” demekten son anda alıkoyan şey neydi? Zihninde bir flaş gibi çakıp sönen bir anlık bir vicdan zerresi mi? Bir yanda su yolunda kırılan, evli barklı ve de üstüne üstlük çocuklu bir “testi”, öbür tarafta “kerata”. Fakat şu da var ki, Uluç bu tavrı sergilerken yalnız değil. Hepimiz maalesef farkındayız ki, toplumun büyük bir çoğunluğu belki gelecek tepkilerden çekinerek samimi fikirlerini dile getiremiyor ama Uluç’la aynı fikirde. Böyle bir olayda doğru olan şey, insanların bu yöndeki yanlış düşüncelerinden arınmasını sağlayacak; bu seksist, ayrımcı tutumun doğuracağı olası felaketlere dikkat çekecek tarzda bir şeyler yazmakken Uluç, “suç”u kadına yükleyerek bu anlayışın daha da pekişmesine çanak tutuyor. Bu durumu bir recme benzetirsek eğer, taş atan elleri indirip engel olmaya çalışacakken, yerden kapıverdiği iki-üç taşı da arada kendi fırlatıyor. Hem de bunu yaparken kendini, bale giysili beş yaşındaki bir kız çocuğunun fotoğrafını, bacak kısmını tahrik unsuru kabul edip mozaikleyerek yayınlayan bir gazetenin yazarıyla aynı tarafta buluvermesine bakmadan, aldırmadan. İşin bir başka ilginç tarafı, aynı Hıncal Uluç, Haziran 2010’da kaleme aldığı bir yazısında4 fuhuş yapmakla suçlanan ve deşifre edilen bir mankeni korumak için “Türk Ceza Kanunu’nda fuhuş diye bir suç yok” diye yazdıktan sonra şunları ekliyordu: “Hem de kentin en merkezinde, hem de en ünlü caddelerinde belli saatlerde yürüyemez oluyorsunuz, sıra sıra dizilmiş kadını, travestisi, müşteri bekleyenler yüzünden. Ama yapacak bir şey yok. Kimseyi rahatsız etmedikleri sürece, yol kenarında durmak da serbest, yaklaşan bir arabaya binip gitmek de. Ondan ötesi de kimseyi ilgilendirmez zaten. (…) Bunu yaparken bir genç kızı teşhir etmişler, rezil etmişler, hayatını karartmışlar. Umurlarında değil. Çünkü, hesabını soran yok. ‘Suç olmadığını bile bile bunun peşine niye düştünüz? Kaç kişi düştünüz? Halkın vergilerinin ne kadarını boşu boşuna harcadınız, hiç hakkınız olmadığı halde bir özel hayatı niye teşhir ettiniz" diyen yok. Ne Emniyet’te, ne İçişleri Bakanlığı’nda. En liberal, en demokrat yazarlarımız dahil, yazan da yok. (…) Ben o genç kızın yerinde olsam, bu ülkenin en iyi avukatlarını tutar, kendisini teşhir edenlerin hepsi, ama hepsi hakkında en ağır tazminat davaları açar, verilen kararlarla tatmin olmazsam, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar giderdim. Giderdim ki, hak, hukuk, adalet ve özel yaşamın gizliliği gibi kutsal kavramlar, bir daha polis eğlencesi, tiraj ve reyting aleti olmasın!..” Mağdur edilen mankenle Defne’nin durumu birbirine ne kadar benziyor, değil mi? İkisinin de özel yaşantısına tecavüz edilmiş ve ikisi de hesap soramıyor. Hele şu saatten sonra Defneciğin böyle bir şansı hiç yok. (Ancak anneciği, eşi, acılarını içlerine gömecek dermanı bulur da harekete geçerlerse bir şeyler değişebilir. O da sadece bir ihtimal tabii.) Peki ama aylar önce bir mankene, içinde “hak, hukuk, adalet, özel yaşamın gizliliği, tiraj, reyting aleti…” gibi kelimeler geçen bir cümleyle en ağır tazminat davasını açmasını, gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmesini öneren Hıncal Uluç’a “Sen kimsin ve şu yukarıdaki sözleri yazmış olan Hıncal Uluç’a ne yaptın” diye sormak gerekmez mi şimdi?..
 
Bu arada Arseven’e dönecek olursak; Uluç, 5 Şubat günü köşesinde başka şeylerden bahsederken Vakit yazarı hızını alamamış olmalı ki, aynı konuya devam etmiş büyük bir coşkuyla: “Defne Joy Foster’ın Katilleri!..” başlıklı yazısında5 “Hoşunuza gidiyor; kadın öyle orta malı, onun bunun kucağında zıplatılmalı!..” diyor. (Yine aynı zıplatılma söylemi...) Peki bu arada Hüseyin Üzmez adlı bir dedenin kucağında zıplatılan küçücük bir kız vardı hani. Reşit olmadığı için sadece adının baş harfleriyle tanıdığımız, psikolojisinin bozulup bozulmadığına bir türlü karar veremediğimiz 13-14 yaşında bir yavrucak. Arseven, aynı coşkuyu esirgemeden, bir de o konudaki fikirlerini paylaşsa bizlerle ne güzel olur. Yazı şu cümlelerle son buluyor: “Ben… Sistem kurbanlarının affı için dua ederim. Ve… Ben, ıksırıncaya tıksırıncaya kadar içmeye zorlanan, teşvik edilen gencime yanarım… Zira ben… İnsanım!..” Tanrı bizi en başta böyle “insan”lardan ve onların edeceği dualardan, birilerine kol kanat germelerinden korusun. (Bu arada “ıksırmak” diye bir ifade de bu yazıyla dilimize kazandırılmış oluyor.)
 
Eşcinsel arkadaşlarıma kendimi tutamayıp ara sıra sorduğum bir soru var: “Nasıl tahammül ediyorsunuz?” diyorum. “Edilen hakaretlere, maruz bırakıldığınız haksızlıklara, birçoğunuzun yüz yüze olduğu tehlikelere nasıl dayanıyorsunuz?” Şimdi yine benzer bir soru geliyor aklıma: Sizler, ben, bizim gibi düşünen insanlar; bire bir tanımadığımız, bir kere bile karşılaşmadığımız bir insan için bunca üzüntü duyarken; sergilenen bu kırıcı, yakıcı tavır, dış kapının mandalı bile olmayan bizlerin içinde öfke volkanları patlatırken, eşi, annesi babası, akrabaları, onu bire bir tanıyan seven dostları ölüm acısının üstüne bir de bu çirkefliğe, bu vicdansızlığa nasıl tahammül edebiliyor? 
------
1 http://habershow.com/v4/16112-akit-in-hincal-i-serdar-arseven-den-giybet-kokan-defne-joy-foster-yazisi (yazıya habervaktim sitesinden ulaşmak istediğinizde hata veriyor)
2 http://www.habervaktim.com/yazar/33730/birakin_artik_su_alkol_avukatligini.html
4 http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2010/06/18/polisler_ve_gazeteciler_uzerine
5 http://www.habervaktim.com/yazar/33733/defne_joy_fosterin_katilleri.html
 

Etiketler: medya
nefret