11/03/2011 | Yazar: Rahmi Öğdül

Sandıkların, fanusların, kürelerin, dolapların içlerine kapatılmış biçimsiz, koyu lekeler.

Sandıkların, fanusların, kürelerin, dolapların içlerine kapatılmış biçimsiz, koyu lekeler. Tanıdık biçimlerin içlerinde, tedirgin edici biçimsiz kuvvetler kol geziyor.  Biçimlerin ince, kırılgan çeperi her an kırılacakmış gibi; ve barındırdıkları biçimsiz kuvvetlerin, kapağı açılan Pandora’nın kutusundan karanlık bir bulut gibi yeryüzüne yayılabileceği hissine kapılıyor insan sergiyi gezerken. Tansel Türkdoğan’ın ‘Minimal Boşluk İzleri’ sergisi, tüm biçimlerin aslında çeperlerinin altında biçimsizlik barındırdığını düşündürtüyor bize. Akışkan, biçimsiz bir yaşamı, formlarla, kimliklerle, sözcüklerle örtmeye, kapamaya çalışan bir tavrın eleştirisi gibi duruyor nesneler Türkdoğan’ın tuvallerinde.

BEDENİN ÇİLECİLİĞİ
XIII. yüzyılda yaşamış Halesli Alexander “şer aslında biçimsizdir” diye yazıyordu. Oysa oluş halinde düşünüldüğünde, hayatın da biçimsiz olduğunu duyumsuyor insan. Hayatı olumsuzlayan, bedeni hakir gören çilecilik, hayatı bir şer yuvası olarak algılıyor. Hayat, her türlü ahlaki, yasal biçimler giydirildikten sonra katlanabilir hale geliyor. Hayatın biçimsizliğine tahammül edemiyoruz. Akışkan olan her şeyi kanonik kutulara, klasörlere tıkmaya çabalıyoruz. Evreni geleneksel Öklidçi ya da Kartezyen terimlerle tanımlamaya, anlamaya çalışıyor; baktığımız her yerde, her şeyde kareler ve daireler görüyoruz. Resme yeni başlayanlara önerilen, nesneleri önce geometrik şekillere indirgeme yöntemi aslında bizim dünyaya, evrene genel bakışımızı temsil ediyor; biçimsiz olana biçim giydirme tavrımızı. Hayat bir heyula gibi üzerimize çullanmasın diye tanıdık nesneler, biçimler, suretler, imgeler üretiyoruz durmadan.

EVRENİ TANIMLAMAK
Georges Bataille, biçimsiz olana karşı tavrımızı şöyle açıklıyordu: “Biçimsiz”, dünyadaki şeyleri değerden düşürmeye, güçsüz kılmaya yarayan bir terim. Belirttiği, gösterdiği şeyin, hiçbir hakkı yoktur; biçimsiz olan, tıpkı bir örümcek ya da bir solucan gibi kendisini her yere sıkıştırabilir. Aslında akademisyenler mutlu olsun diye, evrenin biçim alması gerekiyor… Öte yandan evrenin hiçbir şeye benzemediğini ve sadece biçimsiz olduğunu olumlamak, evrenin bir örümcek ya da bir tükürük gibi bir şey olduğunu söylemekle eş anlamlıdır” (Ballantyne). Bu biçimsizliği özellikle canlı ve ortamı arasında kurulan yaşam birliğinde de görüyoruz. Canlı ve ortamının oluşturduğu birlik bir tükürük gibi yayılıyor evrenin içinde. İlişkilerimizle yarattığımız kendi ortamlarımızın da belirli bir biçimi yok, biçimsizlik hüküm sürüyor. Taksim semalarında tek bir beden gibi davranan sığırcık sürülerinin durmadan biçim değiştirmesi, biçimsizleşmesi gibi, kurduğumuz ilişkilerle yarattığımız kendi evrenimiz de sürekli biçim değiştiriyor.

Bataille’ın akademisyenlere atfettiği mutluluğu iktidarlara da bahşedebiliriz; iktidarlar sırf mutlu olsun diye,  biçimsiz toplumsal kuvvetlerin biçim alması gerekiyor. Ayrıştırma, kimliklendirme, sınıflandırmanın iş gördüğü bir toplumsal biçimlendirme işleminin nesnelerine dönüşüyoruz. Oysa devletçi kanonik biçimlere uymak istemeyen bedenler, biçimsiz kalabalıklar oluşturabiliyor meydanlarda.  Kapitalist anlayışın düzenlediği, birbirine dokunmadan, yan yana akan birimler arasında karşılaşmalarla, çarpışmalarla birden bir mahalle kurulabiliyor;  Julio Cortazar’ın Güney Otoyolu adlı öyküsündeki gibi otoyolda gerçekleşen bir kaza, otoyolu biçimsiz bir mahalleye dönüştürebiliyor. “Şer biçimsizdir” diye yazıyordu Halesli Alexander. İktidar da kendi kulesinden meydanlara baktığında şer odaklarını görüyor, topluma dayattığı biçimi yerle bir eden biçimsiz bir mahalleyle karşılaşıyor her seferinde. Henüz hiçbir iktidarın biçimini almamış bu akışkan mahalle, bir açıklık olarak deneyimliyor meydanları.

DEVRİMCİ ANIN HAZZI
Otoriter bir iktidarın yıkıldığı, ancak henüz ortaya bir başka iktidarın çıkmadığı bir aralıkta, açıklıkta devrimci bir anın hazzını doyasıya yaşadılar Kahireliler Tahrir Meydanı’nda mesela. Slovaj Zizek’in deyişiyle bu, yüce bir andı, her türlü ihtimale gebe bir boşluk anı; sonsuz küçüklük içinde yakalanan gerçekten devrimci bir an. Ne var ki iktidar bu şekilsiz mahalleyi, biçimlendirilecek bir hamur gibi görüyordu. Nitekim çok geçmeden Tahrir Meydanı’ndaki şekilsiz mahalle, biçimlendirici bir hükümetin ellerine teslim edildi ve tıkanan otoyol da yeniden açıldı.
Sanat yapıtıyla karşılaşmanın toplumsal bir aralık, boşluk yarattığından söz etmiştim geçen haftaki yazımda. Sanat yapıtıyla bu karşılaşma anı, tanıdık, bildik nesnelerle karşılaşmaya pek benzemiyor gerçektende. Tanıdık, bildik nesnelerle durmadan mevcut dünyayı yeniden üretiyoruz. Mevcut ilişkileri sorgulayacak düşünce ediminin gerçekleşmesi için bir karşılaşma nesnesine ya da olay-karşılaşmalara ihtiyacımız var. Sanat tam da bu olay-karşılaşmanın gerçekleştiği bir düzlem üretiyor. Tansel Türkdoğan henüz belli bir biçim almamış, biçimsiz olanı minimal boşluklarda yakalamaya çalışırken, bizleri bir olay-karşılaşmaya maruz bırakıyor. Biçimsiz olanla karşılaşmak, tüm sınıflandırma yetimizi askıya almamıza ve yeniden, başka türlü düşünmemize yol açabiliyor; alışıldık varlık tarzlarımızda ve dolayısıyla alışıldık öznelliklerimizden bir kopuş, boşluk anı yaratıyor. Ancak bu kopuş anı aynı zamanda bir olumlama anını, yeni bir dünyanın olumlamasını da içeriyor: bizi başka türlü bakmaya ve düşünmeye zorlayan yaratıcı bir an.
Not: Tansel Türkdoğan’ın ‘Minimal Boşluk İzleri’ sergisi, 31 Mart’a kadar Nişantaşı Kare Sanat Galerisi’nde izlenebilir.
 
Etiketler: kültür sanat
nefret