23/03/2011 | Yazar: Rosalino Levantino

Ebeveyn vergisi vücudum 40'ından sonra beni uyarmaya başladı, oysa bir zamanlar Taksim'deki Tequila Barda tanıştığım erkek uzmanı bir arkadaşımı body building salonuna gitmeden öyle bir b

Ebeveyn vergisi vücudum 40'ından sonra beni uyarmaya başladı, oysa bir zamanlar Taksim'deki Tequila Barda tanıştığım erkek uzmanı bir arkadaşımı body building salonuna gitmeden öyle bir bedene sahip olabileceğim konusunda ikna etmekte zorlanmıştım. Son beş senedir bir ay boyunca hareketsiz kalınca zayıflayan kaslarımı saran derinin yumuşaması ve sarkmasıyla, hayattaki en büyük atumu kaybetmekten korkuyorum. 

Bir yanda aletli jimnastikten atletizme, skiden yelkene, tramplenden nefesle dalmaya rahat geçiş yapan bir baba, diğer tarafta ping pong, koşu, uzun ve yüksek atlama, cirit, disk hatta gülle branşlarında Beyoğlu Spor Kulübüne madalyalar kazandırmış bir anne…
Ağabeyim genç yaşta babasına özenerek dalgıçlığa soyunmuş, başarısını millî takımda defalarca yer alarak kanıtlamıştı, hâlâ da branşında söz sahibi. Ailenin kara koyunu olarak ben ise ergenlik çağımda bir sürü kızı küçücük botuma bindirip kürek çeke çeke Heybeliada'daki Kablo'ya götürmekten başka spor yapmadım, Burgaz'ın Bayraktepesinde, asırlık çamların arasında ailecek futbolcu bacaklı erkekler olarak yaptığımız maçları saymazsak - ha bir de evin terasında meditasyonla aerobik karışımı jimnastiğimi Gloria Gaynor'un I am what I am'iyle bitirdiğimi şimdi hatırladım.
Sözkonusu şartların doğal sonucu olarak evde konuşulmayan fakat daima hissedilen vücut fetişizmiyle yetişmiş olduğumu geç de olsa idrak ettim. Tabii babamın İtalyan okullarında okuduğu yıllarda Mussolini'nin yönetimde olmasının bunda payı büyüktü. Ana vatandan uzak olmak milliyetçi projenin gücünü azaltmamış, aksine "sağlam kafa sağlam vücutta bulunur" misali politikanın etkileri İstanbul'daki İtalyan eğitim kurumlarında bile öğretmenleri ve genç bedenleri adeta kamçılamıştı. Buna bir azınlık ferdi olarak özellikle 5/6 Eylül olaylarının travması da eklenince pederin her an faka bastırılabileceğinden daima tetikte olması gereken, iç mihrak sıfatıyla bilhassa Burgazada'da Cumhuriyet'in bekçileri tarafından mütemadiyen gözetlenen, bir kurbağa misali ânında fırlayıp canını kurtarması gereken bir paranoyağa(?) dönüşmesi kaçınılmazdı. Bu arada klasik Yunan heykeli oranlarını yıllarca koruyan esnek vücuduyla kadınların da ilgi odağı olduğunu bilen yakışıklı Levanten narsisizmini kontrol altında tutmayı başarsa da çocuklarına bulaşan beden ırkçılığına mani olamamıştı.
 
Benim sanata daha meyilli olduğum çocuklukta anlaşılmış, insan vücudunun oranlarını tutturamayacak kadar ufak olsam da, ilk çizdiğim desenler çeşitli kadın kıyafetleri olmuştu. Annem 70'li yılların ortalarında, 35 yaşında dünyanın(!) en güzel kadını olmuştu, kokoş Rumlara göre hem modern, hem sportif giyiniyordu. O zamanlar Türkiye'de dergicilik gerilemekte olduğundan - Hayat ve Ses son demlerini yaşıyordu - annemin abone olduğu, Atina'dan gelen, son teknolojiyle parlak kâğıda basılmış YİNEKA (KADIN) dergisi kadın estetiği konusunda bir numaralı kaynağımdı. Derken zaman geçti, konuyla ilgilenmez oldum, ama estetiği hiç bir zaman bir tarafa bırakamadım, dolayısıyla modanın bu son yıllardaki gidişatının beni fazlasıyla rahatsız ettiğini itiraf etmek zorundayım.
 
Trendy
 
Doğadan kopmuş olduğunun kanıtı olarak revaçtaki estetik insanın bedeniyle ilişkisinin çarpıklığını da ele veriyor sanki. Düşük belli pantolonların yarattığı siluet insanlık skalasında ayakta dik duran uzun bacaklı yaratıktan çok maymuna daha yakın bir görüntü arz etmiyor mu? Bu pantolonlar teşhircilik dürtüsüyle sözkonusu giyim eşyasının bele gelmesi gerekirken bir yerlere sürtünmesinden kaynaklanan haz için mi tasarlanmıştır? Acilen bir yerlere yetişmesi gereken oğlan bu kıyafetle acaba nasıl koşar? Kadıköy iskelesinde Şehir Hatları vapurlarına binerken bacaklarını ne kadar açabilir? Yaşamımızın vardırıldığı acımasız rekabet şartlarında şansı nedir? Buna bilgisayar çantasının sapının uzun tutulup kıç seviyesinde taşınması da eklenebilir. Belirli bir tempoyla yüründüğünde bile vücuda şiddetle çarptığı göz önüne alınırsa, computer bedeni uyarma dışında darbelerden kendi payına düşeni almıyor mudur? Bir otobüse bu şekilde yetişmeye çalışırken genç adam kapasitesinin zirvesindeki vücudunun dinamik bir ifadesini mi arz ediyor? Bunun hassas kemik sistemlerimizden beline faydası dokunuyor mudur? Sırt çantasının özellikle ağır kitaplarla okula gidenlerin omurga sağlığı için faydalı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmamış mıdır? Bu son zamanlarda omuzdaki bağları yine mümkün olduğunca uzun bırakılarak kıça temas ettirme ve aynı zamanda onu örtme gibi yeni fonksiyonları mı keşfedildi? Ayağı burkulmaktan davula dönmüş insanın ayakkabı bağlarını sıkamadan sokağa çıkması misali, Japon animelerinden fırlayan lastik ayakkabılarını o şekilde giyenler öykündükleri kahramanlar gibi aniden hamle yapıp, hatta uçup düşmanlarını alt edebilecek durumdalar mı? Ajda'nın kırık ayağını soktuğu, yine aynı çizgi filmlerden fırlamışa benzeyen içi peluşlu çizmeler ortopedistlere iyi kazanç sağlıyor mu? Zamanla ayağın formunu alan sözkonusu çizmelerle kendisini taciz eden gençlerden hanım kızımızın hızla uzaklaşması mümkün olabilir mi? Tişörtünün pantolonun üstüne doğal bir şekilde dökülmesini ufak dokunuşlarla sağlamaya çalışan ergen, cezbetmeye çalıştığı kızın karşısında devamlı bu hareketi tekrar ederken bir zamanlar bunları gizlice yapmaya çalışan bizlere göre daha mı çekici acaba? Yüzüne devamlı dökülen uzun saça mütemadiyen müdahale eden erkeğin efemine görünme ihtimali yüksek midir? Zaten önünü bile zor görmesinden dolayı kapkaççıların en rahat hedefi değil midir? Ayrıca küçücük cep telefonlarını kulağımıza götürürken hepimizin bir genç kız edasına bürünmemiz kaçınılmaz değil midir? Hayır, bütün bunları Barok bir imaj sözkonusu olsaydı doğal bulabilirdim, oysa vurdumduymazlığın, cool olmanın ve elleri cepte dolaşmanın döneminde "kurgulanmış rahatlıkla" medeniyetin geldiği yüksek seviye bu olsa gerek! - Yukarıda bahsettiğim imajla dolaşanlardan birini merdivenlerden yuvarlanırken görmek kısmet olacak mı bana şu hayatta? - Yoksa Batı sistemi artık fazlasıyla güçlenmiş ve alternatif bırakmayan faşizmiyle gençlere şu veya bu imajı hayattaki yegâne varolma biçimi ve amacı olarak mı pazarlıyor? Acaba ben mi parano-faşistçe sayıklıyorum? Mümkün olduğunca dış dünyayla ilişkileri kısıtlı, kendine dönük, iletişime kapalı, sessiz, sakin, yumuşak huylu, sanal dünyaya gömülüp gerçek hayatla nasıl mücadele edileceğini bilmeyen, bilgisayar başında oturmanın en fazla zaman ayrılan meşgale olması sebebiyle bedenen zayıf gençler çoğunluğu oluşturuyor- arada sırada ancak makineli tüfekle kendini güçlü hissedip okulları tarayanlar dışında!
 
Kriz yönetimi
 
Yenikapı'da sıcak bir ağustos sabahı, deniz çarşaf gibi. Marmara - Avşa hattında çalışan deniz otobüsü hızla doluyor, uzun yolculuklar için tasarlanmamış olmasından ötürü insanların yarattığı hengâmeyi valizlerin keşmekeşi katmerliyor, iskeleden bir türlü hareket edilemiyor; büyük boyuttaki çantalar deniz aracının önündeki açık alana eğreti yerleştiriliyor. Bağrış, çağrış…. eşlikçilerin araçtan inmesini telkin eden anonslardan sonra kapılar kapanıyor, iki buçuk saat boyunca dış dünyayla oksijen teması yasak! Limandan çıkılıyor, kaptan usturuplu şekilde, yavaş yavaş gaz veriyor; etrafta bir sürü gemi yüklenmeyi bekliyor, aralarından tatlı tatlı slalom yaparak geçiyoruz. Yanımda artık Almanya'da yaşayıp yazları ufak kızı ve oğluyla tatile gelen aile dostumuz, çocukluk aşkım var, kendimi onlardan sorumlu hissetmek hoşuma gidiyor: "Aslında bu deniz otobüsü modeli Avustralya'dan yeni geldi, alt katın ön kısmı eskilerine göre çok daha ferah, boydan boya cam, fakat zamanında rezervasyon yaptırmamışım belli ki, yerler kapılmış". Biz üst katta ikinci sırada oturuyoruz, fakat havalandırma püfür püfür çalışıyor, keyfimiz yerinde "tatile gidiyoş biş, nicht war?". Derken KÜÜÜÜT diye bir darbeyle deniz otobüsü aniden kalakalıyor, adeta yerine mıhlanıyor, millet çığlık çığlığa, daha ne olduğunu anlayamadan alt kattan insanlar üst kata hücum ediyor, sanırsın mahşerden kaçış! Üst katın ön sıralarında oturanlar darbenin hızıyla koltuklarından uçup aracın duvarlarında oyuklar oluşturmuşlar, inleyerek doğrulmaya çalışıyorlar, alttakilere neler olduğunu Allah bilir; geriye kalanların çoğunun yüzü kanıyor, önlerindeki koltuğa suratlarını çarpmaktan; bizimkilere bakıyorum, hiç zayiat yok, tam karşımdaki duvarda deniz aracının planı var, iki ayrı bölümden oluşan katamaran doğası dışında, her bir bölüm kendi içinde üçe ayrılıyor, dolayısıyla hafifçe sola yatık olmamız çarpma sonucu bu bölümlerden ancak birinin delinmiş olabileceğini tahmin ettiriyor; bu açıklamayı yaparak olayı soğukkanlılıkla karşılayan bizimkileri daha da sakinleştirebiliyorum, diğerlerini durdurabilene aşk olsun! Kan çanağı yüzü korku filmlerini çağrıştıran çımacı duruma müdahale etme babında avazı çıktığı kadar "PANİK YOOOOOK" diye haykırıyor, dehşet veren görüntüsü çatlak sesiyle birleşince kontrolden çıkmış halkı dışarı çıkamadığından ordan oraya savrulurken tam paniğe sevkediyor. Kapılara dadananlar yasak olması bir yana heyecandan açamayıp gerisin geriye koşmaya çalışırken birbirlerine çarpıyorlar. Ayılan mı istersin, bayılan mı? Görüyorum, etraf gemilerle dolu, ortalık sütliman, deniz ısısı gayet yüksek, en kötü ihtimalle kıyıya bile yüzülebilir, tabii dışarı çıkmaya yeltendiğimizde ezilerek boğulmazsak! bir de kurtulmaya çalışırken yüzme bilmeyenler sayesinde Marmara'nın dibini boylamazsak!: "Düşünsene… mevsim kara kış, gece vakti, buz gibi denizde poyraz dalgaları… kıyıdan millerce uzakta da olabilirdik!". Bir süre sonra üst kata çıkanlar yerlerine dönüp tüm yolcular nispeten sakinleştiğinde herkese can yelekleri giydiriliyor, ben erkekliğe bok sürdürmemek için bir süre giymemeyi tercih ediyorum, Yenikapı'ya doğru usul usul geri dönüyoruz, kimisi hâlâ ön taraftan denize düşmüş valizinin derdinde. Bu arada anladığımız kadarıyla araç nerdeyse tam gaz verildiğinde, Zeytinburnu açıklarında demirlemiş gemilerden birinin bordasına tam önden, nerdeyse 90 derecelik açıyla çarpıvermiş! Kaptan artık gayet temkinli kullansa da otobüs başka bir otobüsün dalgasıyla karşılaşınca, araç öne ve arkaya doğru yalpalıyor, millet can havliyle kendini yeniden yukarı atıyor: "PANİK YOOOOK!" "Zaten geberirsek, panikten gebereceğiz" diyorum arkadaşıma, kıkırdıyor. Kısa bir süre sonra iskeleye varıyoruz, haber alan çeşitli televizyonların kameramanları Yenikapı'ya yığılmış, İDO'nun güvenlik görevlileri onları bertaraf etmekle meşgul; sedyeyle araçtan çıkarılanlar, ambulansa yerleştirilenler, valiz avındakiler derken yolculuğu ille de yapmak isteyenler bir salona alınıyor, bir saat sonra dörtte bir oranındaki yolcu sayısıyla tekrar adaya doğru yola çıkıyoruz, devasa kara çöp torbalarının içinde çeşitli Ülker ürünleri yol boyunca dağıtılıyor, teras kapıları mütemadiyen açık, isteyen püfür püfür sigara içebiliyor.
 
Kıyamet
 
O günden sonra İstanbul'da toplu taşıma araçlarına binmekten, kalabalık cadde ve meydanlarda bulunmaktan iyice korkmaya başladım, bir şey değil işin sonunda bok yoluna gitmek var; ben dört dörtlük bir yüzücü olsam da bırak bir deniz aracının yapısını, yüzmeyi bile bilmeyen onlarca kişiyle deniz otobüsünü, yürümeyi bile bilmeyen milyonlarla şehrimi paylaşmaktan korkar oldum, her ne kadar zeki ve çevik olsam da; deprem ve sonrasının bize gösterdiklerinin ardından zaten binaları girilebilecekler ve girilemeyecekler olarak ikiye ayırmıştım, su baskınları da ayrı bir facia; bir dinamitin üstünde oturduğumu hissettim, ödüm koptu - İstiklal Marşının ilk sözünün telkiniyle büyümüş olsam da. Siz siz olun, kendinizi her an tehlikeli durumlardan kurtarmak için hazır tutun, yerküreyi saran terör dalgası ve gezegenimizin maruz bırakıldığı iklimsel değişimleri hafife almayın, dünyada örnekleri bolca görülmeye başlanan felaketler ve savaşlar yanı başımızda. Küresel ısınma, su kaynaklarının tüketilmesi sonucundaki su savaşları, salgın hastalıklar, besin kaynakları tükenen halklar ve göçler an meselesi. Bütün bunlar göz önünde bulundurularak gittikçe kalabalıklaşan gezegende bizi daima koruyan güvenlik kuvvetlerine ve sivil savunma ekiplerine yardımcı olabilmek, onlarla omuz omuza mücadele etmek için güçlenmemiz şart; olası bir seferberlik sırasında desteğimizi esirgemememiz lazım; hatta özellikle böyle durumlarda başımızın çaresine bakarak onların yükünü hafifletmemiz gerekir; çocuklarımızı da girmekte oldukları pasif konumdan aktif beden eğitimine, mesela insanın ruhunu da geliştiren Uzakdoğu sporlarına yönlendirmekte fayda var. Üstelik bunun amacı gösteriş veya karşı cinsi cezbetmek değil, bedenimize hak ettiği saygıyı göstererek onu gücünün azami seviyesine taşıyarak değerlendirmek olmalıdır. Olağanüstü vakalar karşısında birilerinin yeni nesilleri tercih edilen aciz ve teslimiyet duruşundan kurtarması elzemdir. Bir büyüğümüz ne demiş?: "Spor ırkın düzelmesi ve gelişmesi meselesidir, ayıklanması meselesidir ve hatta biraz medeniyet meselesidir…."

Rosalino Levantino


Etiketler: yaşam
İstihdam