05/07/2023 | Yazar: A M

Küçük Denizkızı’nın koca karılara yakın duran özünü kaybetmesi, karanlıktan ve gecelerden korkup, her yeri aydınlatmaya başlamamız ve kendi kendimizi yıldızları göremez hale getirmemiz gibi…

Ne denizkızının ne de prensin adı var Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Bugünlerde Disney’in son filmlerinden Küçük Denizkızı farklı kişilerden farklı eleştiriler alıyor, sanki bazılarımızın yaraları bu film sayesinde yeniden sızım sızım sızlıyor.

İşin aslı ne acaba diye geçenlerde Taschen’in “The Fairy Tales of Hans Christian Andersen” (Hans Christian Andersen’in Peri Masalları) derlemesine daldım. Kitap giriş kısmında 1805’te yoksul bir aileye doğmuş Andersen’i tanıtarak başlıyor. Alman masallarını benzer bir dönemde birkaç güvenilir kaynaktan toplayan Grimm kardeşlerden farklı olarak, Andersen etrafındaki koca karılardan ve delilerden toplamış İskandinav masallarını. Memleketi Odense şehrinin “tımarhanesi”ndeki yaşlı kadınlar, yün eğirirken kendilerini eğlemek için masal anlatırlarmış. Büyükannesi bahçesine bakarken, genç Hans Christian tımarhanenin kalbine, “deli” koca karılara kulak kabartmış.

Biraz dramdır Andersen. Bir asır sonra Danimarka yerine yeni kurulan Türkiye’ye doğsa, masal toplayıp yazıya geçirmek yerine alaturka şarkı yazabilirmiş gibi. İçine doğduğu sınıf çatışmalarını ve derin kolektif karanlıkları yansıtıp hatırlattığı için günümüzde herkes sevmez, sevemez; her yürek kaldırmaz, doğal olarak herkes de anlatmaz. İlla anlatılacaksa Disney gibi masalın sözüm ona ışıltılı halleri tercih edilir. Küçük Denizkızı’nın koca karılara yakın duran özünü kaybetmesi, karanlıktan ve gecelerden korkup, her yeri aydınlatmaya başlamamız ve kendi kendimizi yıldızları göremez hale getirmemiz gibi… Üzücü.

Bu kitaptan pek çok masal okudum, sevdim; Kibritçi Kız’ı anlattığımda ebeveynleri korkarken, çocukların yüzleri gözleri parlayarak dinlediklerini gördüm. Nedense bugüne dek Küçük Denizkızı’nı baştan sona okumamışım. İlk şaşırtan hiçbir karakterin adının olmaması oldu. Masal Kuzey Denizi’nden geldim diye bağırmıyor yani, evrenselim diyor; “denizi gören beni bulur”. İkinci can alıcı şeyse, hikayenin üçte birlik uzunca giriş kısmının denizaltında geçmesi. Uzun uzun denizi yani kolektif bilinçdışını anlatmış Andersen. O kadar güzel anlatmış ki onu okumak hiçbir masrafa girip zahmet çekmeden dalış yapabilmek gibi. Prens hikayenin ortalarına yaklaşırken beliren bir yan rol gibi. Önemli bir yan rol, ama küçük denizkızının asıl arzusu ve yanına varmak istediği Güneş.

Evlilik ve ölüm

Bilenler bilir, 15-16 yaşlarındaki gençleri ana karakter yapan pek çok masal birer erginlenme yolculuğudur. Bir anlatıcı candan anlatır paylaşırsa ve biz de can kulağıyla dinlersek, bilinçli seçimler yapan yetişkinler olmamıza yardımcı olur bu ve benzeri masallar. Öpüşme, cinsel birleşme, evlilik hepsi erginlenmedir, yani hepimizin içinde olan erillerin ve dişillerin birleşmesi. Küçük Denizkızı da bir “insan olma” yolculuğudur ve bize hatırlatır: bizi harekete geçiren bir insana duyulan aşk olabilir, ancak asıl varılmak istenen, özlem duyulan Güneş ve ölümsüz ruhtur.

“Neden bize ölümsüz bir ruh verilmemiş?” diye sorar küçük denizkızı büyükannesine. “Sadece bir gün insan olabilmek, karada, o cennet gibi yerde olabilmek için 300 yıllık ömrümü verirdim.” Büyükannesi “öyle düşünme” dese de tekrar sorar: “Ölümsüz bir ruh için yapabileceğim hiçbir şey yok mu?”. “Hayır” der büyükanne, “ancak bir insan seni çok severse… O kadar çok sevmeli ki artık sen ona ana babasından daha çok şey ifade etmelisin. O zaman tüm aklı ve kalbiyle sana bölünür, sağ elini sana uzatması için bir rahip bulur ve sonsuza dek senin olur. Böylece ruhu bedenine girer ve insanın mutluluğunu paylaşabilirsin. Sana bir ruh verirken kendi ruhunu korur… Ama bu mümkün değil. Denizdeki en büyük güzelliğin, kuyruğun, karada çirkin sayılır.”

Prense tam bir ergenin ihtiyacı olduğu şekilde aşık olan, yani onu anası babasından daha çok seven küçük denizkızı, cadıya gidip kuyruğunu iki ayakla değiştirir. Bedel olarak hem her yürüyüşünde acı çeker, hem de dilini verir, aşkından susar. Cadı uyarır: “Eğer prens bir başkası ile evlenirse, ertesi sabah kalbin kırılacak ve denizde bir köpük olacaksın.”

Prens onu boğulmaktan kurtarana platonik olarak aşık olsa da, küçük denizkızının o olduğunu hatırlayamaz ve ona benzeyen bir başkasıyla evlenmeyi seçer. Düğün gecesi küçük denizkızının yardımına ablaları koşar. “Cadıya saçlarımızı verdik.” derler. “Böylece seni ölümden kurtarabiliriz. Cadı bize bir bıçak verdi. Bak! Ne kadar keskin! Güneş doğmadan önce bu bıçağı prensin kalbine sapla, kanı ayaklarına aksın ve kuyruğun geri gelsin. Prensi öldür ve bize geri dön.”

Jungcu bakış açısıyla masallardaki her karakter insanın bir parçasını temsil eder. Yani hem küçük saf denizkızıyızdır, hem aslına ayamayan yakışıklı prens, hem cadı, hem büyük denizkızları, hem deniz, hem de güneş. Tarot da, Büyük Sırlar kartları ile, yine Jungcu bakış açısıyla, kahramanın yolculuğunu anlatır. İlk kartlar, Büyücü, Yüksek Rahibe, İmparatoriçe, İmparator ve Aziz, ilk ailemizin yanında geçirdiğimiz çocukluk ve gençliğimizi temsil eder; yolculuğumuzun başını. Aşıklar kartı ise bizi ergenler gibi harekete geçiren aşklarımızı. Güneş’e varana dek uzun ve zor bir yol uzanır insanın önünde ve herkese nasip olmaz başının göğe ermesi, yıldızlara, Ay’a ve Güneş’e varmak. Belki de asla varamayacağını bile bile yolda olmayı seçendir ilerleyen.

Yolun başında ergenlikle beraber gelen, uyanan arzu, bizi bir seçim yapmaya zorlar. Sıklıkla iki kapı, iki yol, iki seçenek çıkar karşımıza. Kişi kendi hür iradesi ile er meydanını yani bu fani ömründe, bu dünyada mücadele edeceği yeri seçer (ki her dem mücadele edilecek alan, yer, dert çoktur) ve yola koyulursa, Aşık ya da Aşıklar kartından Araba’ya geçer, yolda biraz daha ilerler. Ana babasının yanında ve yolunda kalmayı tercih ederse, halihazırda süregelen kurallara ve onun dışındaki iktidara bağlı kalır.

Denizkızı bıçağı denize atarak, ablalarına ve dolayısıyla ilk ailesine “hayır” der. Fedakarlık değildir küçük denizkızının yaptığı sadece, seçimdir. Seçimi sayesinde ödüllendirilir, denize karışıp köpük olduktan sonra göğe yükselir. “Biz havanın kızlarıyız” der yanındakiler. “Bir denizkızının ölümsüz bir ruhu yoktur ve bir insanın sevgisini kazanmadığı sürece asla bir ruhu olamaz. Ölümsüz hayatı kendisinin dışında bir güce bağlıdır. Havanın kızlarının da ölümsüz bir ruhu yoktur, ancak iyilik yaparak birini kazanabiliriz. Güneye gider, serin eser ve insanların sıcaktan ölmesini engelleriz. Çiçeklerin kokularıyla beraber eser, gittiğimiz her yere şifa taşırız. 300 yıl boyunca iyilik yaparak ölümsüz bir ruh kazanabiliriz.”

Masalın sonunda küçük denizkızının önünde 300 sene vardır, ölümsüz bir ruha doğru kendi seçimleriyle adım adım ilerleyebileceği.

Ne olduğumuzu ve olabileceğimizi hatırlatması dileğiyle, 

bu yazımı Anoushka Shankar’ın albümü için özel olarak yazılmış

Pavana Reddy’e ait şiirin çevirisi ile tamamlıyorum:

Deniz Kal

Altın kumu yutuyor ana

fısıldıyor,

onun olanı geri alıyor.

Ayakları iki ayrı kıta.

Kalbi dünya atlası.

Fırtınamda benimle uzan,

diyor. Denizime ay ol.

Sordum ona, 

ama kalp nereye gider

anayurdundan alınınca?

Gökyüzü gibiyim, yaşama gebe, 

bakınıyorum güvenli bir yere 

boşaltmak için.

Bedenini kıyıya vuruyor ana,

diyor acı sırtımızda taşıdığımız,

aşk ağırlığına sustuğumuz.

Anayurdun ölümü

geride bıraktığımızda değil, 

diyor, unuttuğumuz her şeyde

ve sen çok da ayrıcalıklı değilsin.

Sen ateşin ve suyun çocuğusun,

fırtına olmak ve onu taşımak için

gereken güç senin içinde.

Yani fırtına, diyor.

Ve senin her bir damlanı taşıyacağım.

Beden bir kıta.

Ama kalbin her dem deniz kalsın.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Video Haber İkon  İlgili Video:


Etiketler: kültür sanat, yaşam
İstihdam