20/11/2018 | Yazar: Seyhan Arman

Hem bu performanslar hem de her anlamda verdiğimiz bu mücadele; transların ölmediği, kendi olabildiği ve insanca yaşayabildiği günleri getirecektir.

“Nefrete inat yaşasın hayat” diyerek yeni bir yazı dizisine başladık. Sene sonuna kadar nefret suçlarından, sanata; şiddete karşı mücadele yöntemlerinden adalete erişime çeşitli başlıklarda yazılarla LGBTİ+ etkinlik yasaklarına, medyada nefret söylemine ve LGBTİ+’lara dönük hak ihlallerine dikkat çekeceğiz. İlk yazı Seyhan Arman’dan…

Hemen belirtmeliyim ki performans derken sahnede yapılan ya da seyirciye yapılan performanslardan bahsediyorum. Günlük hayatta hemen hemen bütün translar-maalesef- belirli performanslar sergilemek durumunda kalıyor zaten. Ve ben o performansların bizi hayatta tuttuğunu düşünüyorum. Tanıyanlar bilir gayet patavatsız, denyoluğa varan bir rahatlığı olan, çoğu zaman samimi ama aslında mesafeli bir insanım. Ve yine maalesef bazen "hanımefendi" rolü oynamam gerektiğini düşünüyorum. Bazen bazı ortamlarda "kendim olabilmek" en azından ilk etapta sakıncalı geliyor ve başlıyorum mazbut ev kızı performansıma. Sonradan tüm zırıllığım ortaya çıkıyor ama olsun. Önemli olan ilk intiba…

Dedim ya ben sahnede olan performanslardan bahsediyorum. Sahne dediğim de aslında kendimize alan açtığımız, açmaya çalıştığımız yerler. Televizyon, tiyatro, sinema, belki bir bar sahnesi ya da zaman zaman sokakta yaptıklarımız. Geçtiğimiz günlerde sevgili arkadaşımız Boysan'ın Evi'nde Sema anneden bir performans ve ardından söyleşi yapmak için davet aldım. Onlar programın adını "Sanat ve Aktivizm" koymuşlardı. Bu sanat/sanatçı mevzuu beni gerdiği ve kendimi o şekilde adlandırmak istemediğim, daha doğrusu kendimi öyle adlandırınca çok "bi şeymişim" havası yaratıyormuşum gibi geldiğinden ve belki utanma, belki çok üstten bir etiket gibi gelmesinden bilemiyorum ama sanatçıyım diyemiyorum kendime. Evet bir tane şarkı okuyan, bir yerde hafiften kendini gösteren çoğu insan o "sanatçı" etiketini büyük bir gururla kabul ediyor ama ben hoşlanmıyorum diyelim. Oyuncuyum demek bana daha "normal" geliyor. Neyse; Boysan'ın Evi'nde Yılmaz Erdoğan'ın "Selahattin Dedemin Adıydı" başlıklı hikayesini/anlatısını -artık adına ne deniyorsa- performans-mini oyun olarak yapmaya karar verdim. Rivayet o ki: Yılmaz Erdoğan gazetede gördüğü bir trans kadının cinayet haberinden etkilenerek yazmış. Bence iyi ki yazmış. İşte bu performans ve sonra yapacağım söyleşi için Sema anneden rica ettim ve başka bir başlık teklif ettim. Bir alt başlık: Ne işimize yarıyor bu performanslar?

Küründen Kabare oyunundan...

Aslında bu başlığı seçmemin sebeplerinden birisi sanat kelimesini ya da üzerine konuşmayı tercih etmememin dışında son dönemde aklımı kurcalayan bir soru olmasıydı. 15 yaşımdan beri çok farklı performanslar yapmış, özellikle son dönemde yaptıklarımın cinsiyet kimliğim sebebi ile verdiğim mücadeleye katkıları olduğunu düşündüğüm halde benimle aynı düşünmeyen, hatta yaptığım "sanatı" küçümseyen birileri olmasından dolayı bir soru işareti oluştu. Acaba dedim hiçbir işe yaramıyor mu? Ben bir belediyenin halka açık etkinliğini sunuyorum ve ayan beyan açık trans kimliğimle hem o sahnede birçok sanatçı/şarkıcı ile bir performans yapıp, bir yandan belediye başkanı, milletvekili gibi insanlarla aynı resimde görünüyorum. Bir yandan da "halkla" birlikte olup, belki de -cinsiyet kimliğim açısından- dönüştürücü bir gücü tetikliyorum diye düşünürken yaptığım iş "ucuz çingene taklidi" olarak mı geçiyor bazılarına? Bu mevzuu aslında bir tartışma anında olmasına rağmen acabası beni düşündürdüğü için o gün Boysan'ın Evi'nde tartışmaya açtım. Üzerine konuştuk ve sonrasında bildiğimi okumaya devam etmeye karar verdim. İnancım bitmedi yani.

Bir yandan para kazanmak, hayatımı idame ettirmek için belirli performanslar yaparken bir yandan da "dönüştürücü" olduğunu düşündüğüm performanslar yapmaya sanırım ömür boyu devam edeceğim. Hiç kimse kusura bakmasın ama "Küründen Kabare"nin gücünü kim inkar edebilir ki? Çıkıp saatlerce aynı şeyleri anlatsam eminim bu derece etkili olmaz. Eminim çünkü 1 yıldan fazla süredir oynuyorum bu oyunu ve seyirci geri dönüşlerini görüyor, duyuyorum. Üstelik tek bir kitle de değil. Küründen Kabare izleyen seyirciler arasında şu ana kadar "usta" diyeceğimiz tiyatro insanları da oldu, hayatında tiyatroya gitmemiş insanlar da, sıkı tiyatro izleyicileri de. Beni hiç tanımayan insanlar da, arkadaşlarım da oldu… Belediyenin ücretsiz etkinliklerine, ne tek kişilik oyun olduğunu ne de trans bir kadının hikayesi olduğunu bilmeyen, o akşam dizi izlemek, kahvede oturmak yerine -sırf ücretsiz diye- gelen amcalar, teyzeler oldu. Doktoru, hakimi, öğrencisi, ev hanımı, şirket sahibi, okumuşu, cahili, LGBTİ bireyleri, natransı, feministi, queeri vb bir çok kişi izledi ve ben onlardan aldım bu geri dönüşleri. En önemlisi de birçok trans arkadaşım "Sanki benim hikayemi anlatmışsın" dedi. Çoğu ile beraber ağladık çirkin ördek yavrusu olduğumuzu anlattığım sahnede, çoğu ile beraber kahkahayı bastık Papikçi Aysel'in "Yok mu bir şeyler?" dediği sahnede. Yani amaç burada Küründen Kabare'yi ya da kendimi övmek falan değil; herkesin her yaptığı beğenilecek, ayakta alkışlanacak diye bir şey yok elbette ama bazı değerli şeyleri saçma sapan egolarımız için de alaşağı etmemek lazım. Yanlışımız, hatamız elbette konuşulabilir. Bazen sevilir yaptığımız performanslar, bazen hiç sevilmez. Bu çok normal. Önemli olan kişiye kendini değersiz hissettirip, çabasını yok saymamak. Bardağın dolu tarafına bakmak. Uzun vadede geri dönüşünü düşünmek.

Hangimiz Ayta Sözeri'nin televizyon/sinemada ki temsiliyetini ya da ülkenin en önemli mekanlarını tıka basa doldurmasını yok sayabilir? Veya Deniz Türkan'ın daha dün "Olacak O Kadar" gibi neredeyse bütün ülkenin izlediği bir dizide, bugün Broadway sahnelerinde, Hollywood filmlerinde fırtına gibi esmiş olmasını kim es geçebilir? Esmeray'ın yıllardır ülkenin hemen hemen bütün şehirlerinde ve Avrupa’da yaptığı onlarca performansları/oyunları kim hiçe sayabilir? Ya da Çağla Akalın'ın medyada/sosyal medyada yaptıklarını kim görmezden gelebilir? Madır Öktiş'in -biz dahil- hepimizin inandığı/okeylediği kavramları ters düz etmesini, kendimizi sorgulatmamızı veya bazen önyargılarımızla  karşılaşmamızı sağladığını kim reddedebilir? Ve bu isimler gibi niceleri birbirinden değerli performanslar yapıyorlar, yapmaya devam edecekler. Beğeniriz, beğenmeyiz, eleştiririz, burun kıvırırız vs ama yok sayamayız. Değersiz kılamayız, kılmamalıyız. Gerekirse zarar veriyor diye karşı durabiliriz, bir dakika diyebiliriz ama kendimizi Kaf dağının yaratıcısı sayamayız.

Ez cümle: Herkesin bir alıcısı vardır. Ama doğru, ama yanlış yapılan bu performansların da mutlaka dönüştürücü bir gücü olacaktır.

20 Kasım nefrete kurban giden transları andığımız bu haftada birbirimize daha çok sahip çıkmayı öneriyorum. Temenni ediyorum. Ve inanıyorum ki hem bu performanslar hem de her anlamda verdiğimiz bu mücadele; transların ölmediği, kendi olabildiği ve insanca yaşayabildiği günleri getirecektir. Yan yana durarak nefreti bitirebiliriz. İnancım tam!

Nefrete inat yaşasın hayat!

*Bu makale Avrupa Birliği'nin desteklediği LGBTİ'lerin İnsan Hakları için Farkındalık ve Savunuculuk Projesi kapsamında yayımlanmıştır. Bu, yayının içeriğinin AB'nin resmi görüşünü yansıttığı anlamına gelmez.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam